Sessizlik
"Her ne kadar onsuz daha özgür olacak olsam da, onunlayken yaşadıklarımı özleyecektim."
Soğuk bir Şubat akşamı, güneş batalı iki saat olmuştu. Zaman kavramı kafamın içinde bir döngüye sarıp karmakarışık bir hale gelse de perdelerden çekilen ışığı dakikalarca izlediğimi hatırlıyorum. Sonra hepten yok oldu aydınlık, yerini koca bir karanlığa bıraktı. Odalardaki ışıkları, evin içindeki bir suçlu gibi kapalı tuttum. Yalnızca yatak odasındaki loş ışığı da tıpkı salondaki gibi açtım ve koridorun gölgeli bir tünele benzemesini izledim. Yapayalnızdım.
Küçük bir çanta aldım elime, dolaptaki giysilerimi endişeli bir acele ile yerleştirmeye başladım. Daha şimdiden anılar peşime takılmıştı. Duvarlarda, eşyalarda, zeminde hep onunla olan gölgem görünüyordu. Odada yalnız olsam da zihnimin içinde onunlaydım. Bana sarıldığı ilk anı görüyordum, benimle konuştuğunda gözlerimin içine bakışı yansıyordu duvara. Sanki içimden canımı yaka yaka çıkıyordu anılar.
Ama bu anılar kalmama için yeterli değildi.
Küçük yatak odasında, küçük çantamın içine sadece ihtiyacım olan giysileri tıktıktan sonra birkaç önemli malzemeyi de yan ceplere yerleştirdim. Hiçbir şey yapmamış olsam bile üzerimde endişeden dolayı çökmüş ağır bir yorgunluk hâkimdi. Özellikle son zamanlarda tanıklık ettiğim, hatta yardımda bulunduğum cinayetler; zihnimden silinmiyordu. Asıl kötü olan durum ise bunun devam edeceğini bilmemdi.
Kendimi birilerinin ölümünü dilerken buluyordum, intikam ateşi bütün varlığımı sarıyordu. Bu ben değildim.
Ben Kâinat Erez, aylar öncesinde kimseye zarar veremeyecek biriyken şimdi ellerimde yıkasam da çıkmayan ölüm lekeleri bulunduruyordum. Bu lekeler artık benliğimin bir parçası haline gelmişti.
Artık her şey sonsuz bir günaha açılıyordu. Günahın bıraktığı kir ile kararıyorduk. Her ne kadar tüm bunları kendim için yaptığımı düşünsem de, son zamanlarda sadece Alperen'e olan bu bağımlılığım yüzünden onunla kaldığımı fark ediyordum. Sanki kendim için bir şeyler yapmayı çoktan bırakmıştım, sürükleniyordum.
Karanlık odamda oturup onu düşünürken, içinde bulunduğum savaşın ciddiyetin kavramaya çalışıyordum. Yaptıklarımızın getireceği sonuçlar, bedenimin buz kesmesine sebep oluyordu. Yakalanma korkusu, öfke nöbetleri, ağlama krizleri bitmek bilmiyordu. Artık kendim için bir şeyler yapmam gerekiyordu. Düşüncelerim, beynimin bir köşesinde sükûnet içinde bekliyordu ve her hücrem kararımı istiyordu...
Gitmek zorundaydım.
Bitmek bilmez koca bir nefreti göğsümde taşımak istemiyordum. Almakla yeminli olduğum intikamlar istemiyordum, geçmişi bir köşede bırakıp hayatıma normal bir şekilde devam etmek istiyordum. Fakat biliyordum, bu şey beni nefesime kadar teslim almıştı. Bu kelepçeler, ne kadar kaçarsam kaçayım ruhumu bırakmayacak hale gelmişti. Artık için içindeydim ve boğazıma kadar batmıştım.
Gidersem özleyecektim.
Kafese sıkıştırılmış düşüncelerimde doğru kelimeyi bulmaya çalıştım.
"Özlemek " asla yeterli bir kelime değildi! Dürüst olmak gerekirse yemin ederim ki tam olarak neye bağımlılığım olduğunu bile bilmiyordum. Bu eve mi, Alperen'e mi, yoksa yapmaya yemin ettiklerimize mi bağımlıydım, kestiremiyordum. Daha önceki hayatım nasıldı, ben nasıl yaşıyordum unutmuştum bile. Odasında sessizce ağlayan, şarkılar dinleyen ve hayaller kuran o kız nereye kaybolmuştu? Ben artık sadece Alperen’den ibarettim.
Her ne olursa olsun bu baskı beni mahvediyor ve nefes almamı imkânsız hale getiriyordu. Ona olan sevgim bile beni kandıramıyordu, her gece korkuyla uyumaya dayanamıyordum. Evet, kesinlikle artık gitmem gerekiyordu. Fakat neden oturduğum bu koltuğa yapışıp kalmışım gibi hissediyordum?
Belki de adım atmaya korkuyordum. Her şeyi kendimle birlikte sürükleyip götürmekten, hiçbir şeyi unutamamaktan… Zaten olabilecek en kötü durumdayken daha neden korkuyordum?
Düşünerek çok zaman kaybetmiştim. Sanki bir uçurumun dibindeydim ve atlamaya çalışıyordum tereddütle. Acı çekmekten, ya da pişman olmaktan deli gibi korkuyordum. Ama sakin olmalıydım, düzgünce düşünmeliydim, artık dönüşü yoktu. Her şeyi bir sıraya koymalıydım.
Birincisi; eğer kendi isteğimle geldiğim bu evden gidebilirsem, öncelikle buradaki ruhani tutsaklığım son bulacaktı. İstediğim her yere, masum bir hayatı başlatarak gönlüm rahat bir halde yaşayacaktım. Özgür olacaktım, sırlar olmayacaktı, cinayetler, ölümler ve kan olmayacaktı.
Fakat bu hikâyede ruhumdan ve bedenimden çok kayıp verecektim. Alperen'in şiir gibi nefesini kaybedecektim. Her ne kadar onsuz daha özgür olacak olsam da, onunlayken yaşadıklarımı özleyecektim. Sesini, söylediği her kelimenin beni etkileme şeklini özleyecektim. Rüzgârın siyah saçları arasında gezinme şeklini, öfkelendiğinde konuşup durmasını, içince yaptığı tüm şakaları içimde saklayacaktım.
Kahretsin onu tamamıyla özleyecektim!
Her ne kadar nefret etsem de, onun cani tarafını ve beni giderek güçlü hale getiren düşüncelerin sahibini özleyecektim. Ruhum, büyük bir sessizliğe uğrayacaktı. ‘’Yapabilirsin, sana güveniyorum.’’ diyen güçlü adamı arayacaktım her yerde.
İkincisi ise, gitmeye çalışıp bunu başaramamaktı. O zaman Alperen'e ettiğim yeminimden dökülen kanlar, tokat gibi yüzüme çarpacaktı. Eğer Alperen beni yakalayacak olursa cezalandıracaktı. Onu tanıyordum, o benim kuzenimdi. Diğer herkesten daha iyi biliyordum onu, bakışlarındaki harfleri okuyabiliyordum. Bana nasıl bir tepki göstereceğini de tahmin edebiliyordum. Canımı yakmazdı ama benimle bir daha asla o kadar yakın olmazdı, bu da benim için yalnızlık demekti çünkü ondan başka kimse beni anlayamazdı.
Bu hikâyenin en tuhaf bölümü, onun benim kuzenim olmasıydı. Birbirimizden öyle farklı ve uzaktık ki; bu uzaklık bizi birbirimize hızla çekiyordu. Sonuçta iki düşman kardeşin çocuklarıydık. Onun annesi benim babam yüzünden ölmüştü. Bu yüzden kavga ve gürültü içinde geçen durgun ve yalnızlık dolu bir çocukluk geçirmiştim, onun da benden bir farkı olduğunu sanmıyordum ama en azından daha dayanıklı çıkmıştı –üstelik küçük yaşta annesini kaybetmesine rağmen. Ve ben buradaydım, onun yanında, beni iliklerime kadar esir alan korku ile babamdan kaçmıştım.
Gidebileceğim hiçbir yer yokken gelmiştim ona, şimdi ise ondan mı kaçıyordum? Hayır, ondan değil; bir katile dönüşmekten kaçıyordum.
19 yaşında, hayalleri olan, koca dünyaya karşı tamamen yalnız bir kadındım. Ne annem ne de babamla aramda iyi ilişkiler kurabilmiştim, daha doğrusu onlar beni görmezden gelmeyi seçmişti. Tutunabileceğim bir kardeşim de yoktu, arkadaşım da. Alperen’in bana olan şefkati, bütün bu zaman diliminde gizliden gizliye hep oradaydı. Ne zaman yitip giden zamana karşı kontrolü kaybetsem beni koca bir adam gibi ayağa kaldırıyordu. Onunlayken kendimi hiç güçsüz hissetmiyordum.
Fakat son zamanlarda bu günah denizinde boğulmamak için çırpınıyordum ve bundan öylesine yorulmuştum ki! Olur da gideceğimi, onu terk edeceğimi anlayacak olursa büyük bir suç işlemiş olacaktım. Onun gözünde dosyama kanla koca bir müebbet baskısı basılacaktı. Artık sohbet etmeyecekti benimle, uzun ve soğuk geceleri tek başıma geçirecektim. Sırlarını paylaşmayacak, hayallerinden bahsetmeyecekti, itip duracaktı.
Üçüncü seçenek ise Hiç gitmemekti. İşte bu, asıl içimde gizliden gizliye koşuşturup duran duygularım içindi. Kalmak istiyordum, onunla bu evde yaşamaya devam etmek, gülüşünü mutfaktan duymak, onunla dalga geçmek, beni asla bırakmayacağını bilmek, güvende hissetmek… Ama ruhum yorgundu. Kelimelerimi esaretten kurtarıp, tutsaklığı terk etmeye ihtiyacım vardı. Alperen bir katildi, parmaklarında kan kazılıydı, onu silemezdi. Bunu annesi için yapıyordu. Fakat annesi için yapıyor olması onun katil oluşunu örtmüyordu...
Odanın içi loş ışıkla aydınlatılmıştı, karşımda duran siyah ekran TV ve gölgeli duvar sessizce bekliyordu. Oturduğum tekli koltuğun yanında, ayaklarımın hemen dibinde çantam duruyordu. Onu tutup şimdi çıkmam gerekiyordu. Fakat içimde konuşan bütün benliğim, odayı sağır bir sessizliğe gömüyordu, kendi düşüncelerimden başka hiçbir şey duyamıyordum. Dış kapının açılma sesi gelince kalbim olduğu yerden kalkıp endişeyle atmaya başladı. Alperen’in Bu kadar erken geleceğini düşünmemiştim, bugün geç dönmesi gerekiyordu.
Ah ne kadar aptaldım! Düşünürken zamanı es geçmiş ve fazlasıyla zaman kaybetmiştim, işi şansa bırakmadan erken çıkmam gerekirdi. Toplamış olduğum eşyalarım çantamın içinde duruyordu. Ayak sesleri yaklaşırken bir bahane bulmak için karanlık odada hızlıca göz gezdirmeye başladım. Oturduğum yerden tedirgince kalktım fakat bedenim kaskatı kesilmiş gibiydi. Parmak uçlarım suçluluk duygusuyla hafifçe titremeye başlamıştı.
Alperen, bulunduğum odaya ağır adımlarla girdi. Bakışları biraz meraklı biraz da şüpheciydi. Işığın yokluğundan karanlığa gömülmüştü. "Bir yere mi gidiyorsun Kâinat?" diye sordu.
Sesi kurşun gibiydi. Ruhumu delip geçen bir sakinliği vardı ve ben karşısında tamamen savunmasızdım. Ne diyebilirdim ki, kendimi nasıl açıklayabilirdim? Siyah gözleri bir kaç saniyeliğine çantama takıldı, kendimi çıplak hissediyordum. Sanki anlatmama gerek kalmadan zaten her şeyi anlamıştı. Bakışları çantadan ayrılıp tekrar beni buldu. Gözlerinde beni mahveden bir şeyler olduğuna yemin edebilirdim.
Ruhumu besleyen karanlık gözleri beni tekrar tekrar hiç çekinmeden hapsediyordu. Kaşlarını çattı. "Kâinat?" diye tekrarladığında, içimdeki duygu karmaşasından kendimi kurtaramadım. Bu duygu beni ele geçiriyordu ve bir şekilde ben bile yaptıklarımı sorguluyordum. Ne yapıyordum ben böyle?
Sonunda gözlerimin ardında sıkışmış olan bir damla gözyaşı bağımsızlığını ilan ettiğinde Alperen çoktan neler olduğunu kavramıştı ve onun gözlerinin ardındaki düşünceler, gözlerimi kırbaçlıyordu. ‘’Ben çok yoruldum...’’ dedim yalnızca. Hissettikleri anlatabilecek onlarca elime vardı ama hiçbiri yeterli değildi. ‘’Bütün olanlar…’’
"Gidecek miydin?" dedi ağır bir ses tonuyla.
Her ne kadar ben acımasızım der gibi dikilen heybetli bir görüntüsü olsa da, kelimelerine sığınmış çaresizliği hissetmiştim. Gerçekten gidecek miydim? Ona verdiğim onca sözden, onunla yaşadığım onca şeyden sonra burada yalnız kalmasına izin mi verecektim?
"Gidemedim." dedim sıkışan kalbimin verdiği bir cevapla.
Hayır, bu ben değildim. Onunla, burada, bu soğuk yaşanmışlıklarla kalmayı tercih eden ben olamazdım. Yalnız kalacağını, beni affetmeyeceğini bilsem bile gitmem gerekirdi, belki şu an burada dimdik dikilmem gerekirdi, gitmek istiyorum diyebilmeliydim.
"Sana verdiğim güveni paramparça ediyorsun." dedi hayal kırkılığına uğramış gibi.
Yüreğimin üzerine koca bir kayalık indi, boğazımda koca bir yumru oluştu. Bana doğru sakince attığı bir adımda hafif bir irkilme yaşamış olduğumdan gözlerimi ondan ayıramadım. Ciddi yüz ifadesindeki o tanıdık gölgeler, aylardır ezberlediğim hatlarına dökülmüştü.
Gözlerini üzerimden ayırmadan, elleri ceplerinde bana doğru geldiğinde kendimi baskı altında hissediyordum. Bu beni öldürüyordu. Canımı yakmayacağını, bana şekilde yaklaşmayacağını biliyordum, yine de varlığının bir ağırlığı vardı.
Bana yaklaştığında boy farkımız ortaya çıkıyordu ve ben onun sadece omuzlarına kadar gelebiliyordum. Kafamı kaldırıp sabırsızca gözlerinin içine tekrar bakarken o da düşüncelerinin ardından ruhuma vurmaya ve kararımdan pişmanlık hissettirmemi sağlamama devam ediyordu. Onun gözlerine bakmadan hayat nasıl yaşanırdı ki?
Elini yavaşça kaldırdı ve yanan yanağıma dokundu, soğuk elleri tenimi daha da yakıyordu. Büyük bir ürperti beni ele geçirince parmakları tenimin üzerinde ısınmak ister gibi yavaş yavaş dolaştı. Kendimi onun avuçlarına bırakmamak için içimdeki arzuya direndim.
Bana yaklaştı, "Birbirimize söz verdik" dedi fısıldayarak, sesindeki duygu gizli bir hüzün saklıyordu. Öylesine yakındık ki dudaklarından dökülen kelimeler temiz nefesiyle birleşip yüzümü okşuyordu. Yine beni kandırmaya çalışıyordu. O nasıl benim etkimin altında hissediyorsa ben de onun etkisindeydim, biliyordu.
‘’Bana hiçbir seçenek tanımıyorsun…’’ dedim kararlı gibi. İçimdeki çelişkiyi ona göstermemek en iyisiydi. Hem o öğretmemiş miydi bana kararlarımın arkasında dimdik durmayı?
‘’Gitmek bir seçenek olsaydı tanırdım.’’ dedi o da kararlı bir halde. Sanki gitmemden korkuyordu. Onu tanımasam benden ayrılmak istemediği için beni burada tuttuğunu düşünebilirdim.
‘’Birbirimize verdiğimiz sözün dolum süresi olmalı, bana nefes alacak alan vermelisin.’’ dedim. Başını iki yana sallayıp yanağımı istekle daha da kavrarken bana iyice yaklaştı. Ben de devam ettim, ‘’Ben bambaşka birine dönüşüyorum, görmüyor musun?’’
‘’Sen kim olduğunu bilmiyorsun. Ne istediğini bile bilmiyorsun. Seni yapayalnız bırakamam, gidersen…’’
‘’Belki de yalnız kalmaktan korkan sensin. Benim için değil, kendin için istemiyorsun.’’ Sesim kendimden emin bir şekilde çıkmıştı, biraz da sertti. Alperen eğer kendi duygularını anlatmazsa kendisine bile itiraf edemezdi.
Eli yanağımdan çekildi, soğuk parmakları benim sıcak tenimden uzaklaştı. "Kimse bir yere gitmiyor." dedi soğuk ve duygusuz bir sesle. Sessizlik içinde boğdum kelimelerimi. Daha fazla ne diyebilirdim ki?
O sırada sadece o vardı. Daha sonra sessizlik ve karanlık, gözlerinin etrafa yaydığı boşluk. Sadece o ve onun karanlığı.
Bu sakinliği beni çileden çıkarıyordu. Duygularını bu kadar saklaması, tepkisini içine gömmesi... Bu kadar durgunluğa hiçbir zaman ulaşamamıştım. ‘’Peki, kimse bir yere gitmiyor.’’ Dedim onun kelimelerini tekrar ederek. ‘’Ve sen de söylemen gereken her şeyi yine saklıyorsun.’’
‘’Söylemek istediklerimi saklamıyorum,’’ dedi sakin ve soğuk bir şekilde. ‘’kelimelerle olmasa da yaptıklarımla yeterince gösteriyorum.’’
Başımı iki yana yavaşça sallayıp bunun yeterli olmadığını söylemek istedim. O söylemeden ben onun ne istediğini, ne hissettiğini nereden bilebilirdim ki? Devam etti, ‘’Bakmayı ve görmeyi bilmiyorsun Kâinat.’’ Benden uzaklaşıp karanlık koridora çıktı ve kayboldu. Kızmadı, tepki göstermedi, beni kelimeleriyle cezalandırmadı, suçlamadı, hırpalamadı. Aslında hiçbir şey söylemedi, istesem şimdi yine gidebilirdim. O odada gömleğinin düğmelerini açarken ben onu terk edebilirdim.
Ama yapmadım. Onun söylemediği ama kast ettiği her şeyi düşündüm.
Onun sessizliği ölüm gibiydi, onun sessizliği kayıp gibiydi.
Duygularını içine gömmesi, kendisine saklaması şaşırtıcı değildi. Alperen Erez’di o, duygularını yok saymayı severdi. Geride düşünmek için hiçbir şey bırakmamıştı. Onu tanıyordum, son bir fırtına yaklaşıyordu, ikimizi de mahvedecek bir fırtına. Biz sadece henüz bunun farkında değildik.