Bölüm7
Gözlerimi güneşin selamları ile açtım. Salonda sızıp kalmıştım ve bu yaz ayında bile donmaktan bir hal olmuştum resmen. Bedenim birbirine girmiş, kendi vücut sıcaklığımın birleşimi ile ısınmaya çalışıyordu.
Dün ne yaptık, neler olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. En son bardaklara viski koyduğumu hatırlıyordum. Onun dışında tamamen boşluktu. Baya kafayı bulmuştuk sanırım.
Ayak parmaklarımın ucunda uyuyan Carol'a göz ucuyla baktım. O da benim gibi bedenine sıkıca sarılmış, bedeni buz tutmuş olmalıydı. Zor da olsa ayağa kalktım. Kalkar kalkmaz olan başımın dönmesi ile olduğum yere tekrardan yapıştım. Ağrıdığını yeni fark ettim ve etmesem daha mutlu oldurdum. Acıdan gözlerimi kıstım ve tekrardan ayağa kalkmayı denedim. Başarmıştım. Bunun sevinci ile kendimi daha çok hırslandırdım ve bir adım attım. Bir tane daha ve daha... Sonunda telefonuma ulaşabilmiştim. Şarjımın düşük olması sebebi ile ekranım kapkaranlıktı. Işığını biraz açtım, açar açmaz telefonum kapandı. Oflayarak Carol'un telefonunu aramadım ama yoktu. Son çare olarak buzdolabına bakmak için mutfağa doğru yürüdüm. Saati gösteriyordu. Dolabın üst kısmına doğru baktım. Ne yazık ki göremedim. Daha çok yakınlaşarak gözlerimi iyice kıstım. Bozuk değildi ama her sabah bu durumu yaşardım. Etrafı blur efekti ile izlerdim. Saat 1 pm olduğunu görünce, daha da kıstım gözlerimi. Doğruydu. Resmen öğlene kadar uyumuştuk ve ailesinin gelmesi an meselesiydi. Ani bir şok ile baş ağrımı unutup Carol'u uyandırmak için koştum.
"Kalk aptal. Öğlen oldu." Tabii ki beni duymamıştı. Elimi çenesine koyup sallamaya başladım.
"Kalksana be! Annenler gelecek birazdan ve evin şu an ahırdan farkı yok." Büyük ihtimalle onun da başı ağrıyordu çünkü gözlerini açar açmaz elime vurdu.
"Aptal mısın sen kardeşim." Nasıl ahenüz açılmamış sesi ile bağırabiliyordu? Bunu düşünecek zamanımız yoktu şu an. Hemen kalkması ve evi toplamamız gerekiyordu.
"Onlar ayın on ikisinde gelecekler." Belli ki akşamdan kalmaydı.
"Bugün zaten on ikisi!" Söylediğim kelimeler ile kısık olan gözlerini, kaşlarına değecek kadar açtı.
"SİKTİR!" Sonunda uyanabilmişti. Bende onu uyandırmanın verdiği rahatlık ile lavaboya gittim. İşlerimi hallettikten donra evi toplamaya koyulduk.
Neyse ki ailesi gelmeden bitirebilmiştik. Biraz zengin oldukları için bizimkinin aksine dubleks, müstakil bir evde yaşıyorlardı. Bu her ne kadar işimizi zorlaştırmış olsa da üst katların ağzına sıçmamıştık.
Sonunda koltuğa oturup telefonumu elime aldım. Kapalı olduğu yeni aklıma geldiği için sıkıntıyla üflledim ve şarja takıp telefonun açılmasını bekledim. Kardeşim on kere, Carlo ao üç kere aramıştı Haberleri vardı burada kalacağımdan ama bu saatte uyanacağımı ben bile tahmin etmezdim.
Aslında ederdim. Beni bıraksalar ölene kadar uyurdum.
Dina'nın numarasını tuşlayarak aradım. Ancak açmamıştı. İçimde kötü bir his oluşurken, antrenman saatinde olduğumuzu hatırlayarak sakince tuttuğum nefesi, geri verdim. Annemi arayarak bir sıkıntı olup olmadığını kontrol ettikten sonra içim biraz daha ferahlamıştı. Ama hala bir parça kalmıştı ve ben, altıncı hisssi kuvettli olan biri, her hissettiğim şey başıma geliyordu.
Kapı çalma sesini duyunca, ben kalkmadan Carol uçtu. Bir haftadır ailesi burada değildi ve belli ki özlemişti onları. Bende kalkıp oturuşumu düzelttim ve telefonu olduğum here bıraktım.
"Hoşgeldiniz efendim." Elimden geldiğince samimi çıkmasına dikkat ettiğim sesim ile onları selamladım. Aynı şekilde geri dönüş alınca gülümsedim.
"Yemek yediniz mi?" Sordukları öğle yemeğiydi ve biz daha kahvaltı yapmadık. Carol mal mal bana bakarken bir cevap aradığını anladım.
"Yok efendim, henüz yemedik. Carol sizin geleceğiniz haber verince, bekleme kararı aldık." Hoş bir yalandı. Ama midemden gelen guruldama sesleri hiç bana yardımcı olmuyordu.
"Belli ki acıkmışsınız. Biz de biliyorsun, İtalya'daydık. Oradan size pizza getirdik. Ne yazık ki biz yemiştik oy yüzden keyfinize bakın." Carol hızlıca annesini öperek elindeki poşeti aldı ve beni kolumdan çekerek odasına çıkardı. Elinden kurtulup şarjda olan telefonumu ve şarj aletini aldım. Yukarı çıkıp kutuyu açtık. Açmamız ile içerisindekileri bitirmemiz en fazla iki dakikamızı almıştı.
"Bayılıyorum şu iş gezilerine. O ülkenin hangi yemeği popiler ise, oraya gitmeden yiyebiliyoruz."Ağzı doluyken konuşunca, pek de yediği söylenemezdi. En küçük lokmasına kadar yüzüme tükürünce ona ters ters baktım. Masum bir şekilde gülümsemeye çalışınca gözlerimi devirerek etrafıma bakındım. Ancak bunu yapamadan Carol yüzümdeki bütün pizzaları alarak, hepsini ağzına attı.
Evet, iğrençti.
"What the f**k, bro?" Kurmaya çalıştığım İngilizce cümle ile bana iğrenerek baktı. Onunla İngilizce konuşmak hoşuma gidiyordu. Her ne kadar söylediğim bütün kelimeleri düzeltmeye çalışsa da sinirlenmiyordum. O benden daha fazla sinirleniyordu. Hatta onun İngiliz aksanından daha kalın bir aksana sahiptim.
Daha doğrusu nasıl telaffuz edilir, hiçbir fikrim yoktu.
"What the f**k değil vat dı fak olacak o." Harf harf okumam ise onu en çok çıldırtan şeydi. Bunu bilerek yapıyordum ama doğrusu ne onu da bilmiyordum.
"Sen de İspanyolcayı bir Arap gibi konuşuyorsun. Ben sana bir şey diyor muyum?" Sempatik olan dilimizi resmen borazan sesi ile bok ediyordu.
"Ben en azından doğru telaffuz ediyorum!" Yani, sayılır.
Telefonumu biraz şarj ettikten sonra eşyalarımı topladım, Carol ve ailesi ile vedalaşıp eve gitmek için çıktım. İçimde bir şeyler beni tırmalıyordu ki bu Lavinia'nın acıktığına bir işaretti. Ani bir karar ile eşyalarımı bir yere bırakarak alış-veriş merkezine doğru yürümeye başladım. Orası kalabalıktı ve dikkat çekmezdim. Çok uzak bir yerde olmadığı için kısa bir yürüyüşten sonra varmıştım bile. Hızla kadınlar tuvaletinin olduğu kata çıktım ve içeriye bir tuvalete girip bedenimi değiştirdim. Şansıma hiç kimse yoktu. Odanın kapısına geçip yaslandım ve beklemeye başladım. Birisi girince kapıyı kilitleyecek, beslenecek ve bedenimi değiştirip evime gidecektim. Belki birkaç tişört bakarım.
Beş dakikanın sonunda birisi içeriye teşvik edince yere oturup tanrıya dua etmemek için bedenime karşı koydum. İçeriye girince hemen korkmaması için sessizce kapıyı kilitledim ve arkasından girmiş gibi durduğu aynanın yanına geçtim, gözlerimi incelemeye başladım. Kızın bakışlarını üzerimde hissedince, yan gözle ona baktım. Kaçamak bir şekilde bakışlar atıyordu. Ona baktığımda kısa, erkek stili saçları; siyah, mini elbisesi; uzun, siyah botları ve onların aksine renkli makyajı ile eş cinsel olduğunu anladım. Tabi beni süzmesi de cabasıydı.
Ah... Hem erkeklerin hem de kızların ilgisini çekecek kadar güzeldim.
"Sence de her şey çok pahalı değil mi?" Sorduğum saçma sapan soru ile bana yönelmesini sağladım.
"Ayy evet. Bir eyeleiner almaya gelmiştim oysaki. Alamadan çıkacağım galiba." Kız resmen bu anı bekliyormuş gibi bütün ilgisini bana verdi ve konuşmak istediğini belli etti. Biraz daha samimi konuşmam gerektiğini hissettim.
"Eminim o olmadan da bebek gibisindir." Diyerek göz kırptım. Alicia olarak bunu yapsaydım, gülünç olurdu. aAm benim yaptığım her hareket, seksi gösteriyordu.
"Teşekkür ederim, bir senin kadar olamasam da güzel olduğumu düşünüyorum." Bir adım daha atarak bunu söylemişti. Tanrım! Bu kadar kolay olmamalıydı. Biraz naz yapsan olmaz mı güzelim.
İltifatı ile içim ona biraz daha ısınmıştı. Bende bir adım atarak, aramızdaki mesafeyi biraz daha azalttım. Ellerimi, alnına gelen saçlarına götürerek geriye doğru, nazikçe attım.
"Evet, çok güzelsin." Bebek gibi bir cildi vardı ancak bu kadar ağır makyaj yaparak, o cildi mahvedecekti. Haberi yoktu.
Söylediklerim karşısında şaşkınlığını gizleyememiş ve biraz daha yaklaşmıştı. Elleri yanaklarıma, dudaklarıma, çeneme ve boynuma dokunurken; çok fazla cüretkar olduğunu hissettim. Bende ona uyum sağladım. Ellerimi beline koyup biraz daha kendime çekerek sırtında, parmak uçlarım ile küçük küçük daireler çizmeye başladım. O bana, benden hoşlandığını belli eden samimi gülümsemesi ile bakarken, ben daha çok dudağımın tek kenarını havaya kaldırarak biraz daha sert ama istekli bakış atmaya çalışıyordum.
"Adın ne prenses?" Kısık bir sesle sorduğum soruya aynı benim gibi cevap verdi.
"Ursula." Daha çok yaklaşarak kulağına ismi ile fısıldadım.
"Sakın benden korkma." Söylediklerim ile aslında beynine emir veriyordum ama bu onun tutkusunu arttırmaya yetmişti. Dudaklarını, dudaklarıma yaklaştırdı. Bu kadar yakın mesafe, ikimizi de yakıp, kül edebilirdi. Daha fazla dayanamayacaktım.
"Ursula." Konuşmam ile dudaklarımız birbirine temas etmişti ve sanki bir yasak aşkın habercisiymiş gibi küçük dokunuşlar ile alev almıştı. Daha fazla dayanamayarak onu öpmeye başladım. O da bana karşılık veriyordu. Büyülü anları bozmak zorundaydım çünkü ciddi anlamda açtım. Dudaklarım hala dudaklarımda iken dişlerim ile ısırdım. Canını acıtması gerekirken, daha sert öpmeye başlamıştı. Ağzıma gelen kan takı ile bedenim alev almaya başladı. Gözlerim altın rengine bürünürken damarlarım, hem genişliyor, hem de koyulaşıyordu. Kanım, benim rengime, yani siyaha dönüşüyordu. Daha da güçlendiğimi, iliklerime kadar hissediyordum. Yeteri kadar kan içince kendimi geri çektim. Ellerimi, parmak uçlarım şakaklarına gelecek şekilde yanaklarına koydum ve gözlerimi kapattım. O hala aramızdaki heyecanı düşünürken, kendimi anılarından sildim ve ellerimi çektim. Gözleri kapalıydı ve o şekilde kalmasını istedim. Bedenimi değiştirerek kilitlediğim kapıyı açtım. Sessizce, özgürsün, diyerek ona bakmadan alış-veriş merkezine doğru yürümeye başladım. Her ne kadar Alicia'nın bedenine geçmiş olsam da, bazı ufak telef telepatik şeyleri yapabiliyordum. Ama bunu olabildiğince kullanmıyordum çünkü bedenimi hızlı bir şekilde yoruyordu. Yürürken doymuş olduğumun verdiği hissiyat ile aptal aptal gülüyor ve insanların dikkatini çekiyordum.
"Hey!" Arkamdan gelen bir ses ile olduğum yerde takılı kaldım. Biri beni görmüş olamazdı ya da tuvalette kamera yoktu, öyle değil mi? Bedenimi yüz seksen derece döndürerek, arkamdan koşa koşa gelen çocuğun yanıma gelmesini bekledim. Aramızda bir adom kala durdu ve ellerini dizlerine koyarak hızlı hızlı nefes alıp, vermeye başladı.
Dostum, sadece on metre koştun. Bu kadar çabuk yorulamazsın.
Cebinden astım ilacını çıkarınca her şey düzelmişti kafamda. Demek ki çabuk yorulmasının bir sebebi vardı.
"Bunu düşürmüşsün sanırım." Saçları beyaz diyebileceğim kadar sarı, iri vücutlu ve bal rengi gözleri olan bu çocuk bana elindeki eyeleineri gösteriyordu.
"Hayır, bu benim değil." Boşu boşuna koştuğunu fark edince göz bebeklerini arkaya atıp, kafasını sağa ve sola çevirerek kütletti.
"O zaman senin olsun." Diyerek elimi tuttu ve eyeleineri avucumun içine koydu. Hala gözlerim bu makyaj malzemesine bakıp neler olduğunu anlamaya çalışırken arkasına dönüp gitti.
Bu da neyin nesiydi?
BölümSonu