0.0 PROLOG
“Biliyorum, bir gün dönecek dönence... Bekliyorum...”
*
Bir atlıkarıncanın ağır ağır dönen atları her dönüşte benimle göz göze geliyor ve üzerimdeki yas örtüsüne el sallıyordu. Donuk gözlerinde zamansızlığın sevinci var, yaşamıyor olmanın huzuruyla parlıyorlar; beyaz yeleleri solmuş boyalarıyla geçmişe götürüyordu dalgın gözlerimi. Zaman... Geçmiş... Yitip giden zaman... Dönüp duran zaman...
Göğsümde bir ağırlık var. Atlıkarınca her döndüğünde anılarım peşi sıra zihnimde beliriyordu. Aşağı çekilen ruhum ayaklarımın altına kıvrılıyor, sarı saçlarım rüzgara karışıyor akmaya güç bulamayan yaşlarım ise gözpınarıma oturuyor. Bir taş, koca bir taş üstüme düşmüş gibi sendeliyor savruluyorum.
Adımlarım beni atlıkarıncaya yaklaştırdığında eylemlerimden bağımsız küçük Leyla olduğumu hissetmek kaçınılmaz. Küçük Leyla... Babasının omuzlarında neşeyle atlara bakan ve kahkahalar atan Leyla. Atın üzerinde özgür olabilen Tomris. Leyla Tomris... Yürüdüm, yaklaştım, ben yaklaştıkça atlıkarınca yavaşladı ve platforma çıkan basamakları tırmandığımda tam önümde durdu. Aynı at... Küçük bir kızken binmek için sıra beklediğim ve sırf yeleleri sarı diye kendime benzettiğim o küçük at... Şimdi önümde duruyor bana bakıyor ama ben ona değil çocukluğuma, hemen arkasında duran siyah yeleli beyaz gövdeli neredeyse çürümekte olan ata bakıyordum. Boynu bükülmüş, kanlar ayaklarına süzülüyor sanki. Nasıl kurtulacak? Atlar bir kere yaralanırsa bir daha kalkamazlar. Şimdi nasıl koşacak? Nasıl dönecek?
Çakır şimdi hangi ata binecek?
Binemeyecek.
Boğazıma oturan taş, yutkunmama müsaade etmiyor. Düşecek gibi olduğumda refleksle beyaz ata tutunuyor, gözlerimi sımsıkı yumarak sessizliğe tutunuyorum. Mevsimlerden zemheri, aylardan Şubat, günlerden pazartesi. Ve saat kim bilir kaç olmalı...
Tutundum, sımsıkı tutundum. Tutunmazsam düşecektim, ayrılmayacakmış gibi tutundum. Gözlerimi açmaya cesaretim yok, o atı ölü halde görmeye cesaretim yok. Sayısız ölü gördüm, ellerimin altında can verenler oldu, kurtaramadıklarım, ben yetişemeden duran kalpler, dolmuş saatler... Dönence dönüyor, insan doğuyor ve ölüyor. Normalim olan bu gerçek şimdi bir yalan olsun istiyorum. Hayatım boyunca bundan daha çok istediğim bir şey olmadı, olmayacak da.
Ömer ölmesin. Çakır gitmesin. Onu kurtaramadım, ona veda edemedim, onu iyileştiremedim. Söz vermiştim, tutamadım!
Ömer geri gelsin.
Son bir kez.
Bir şans daha, bize... İkimize.
Onu kurtarmalıyım. Ben bir doktorum, yıllar önce ona verdiğim söz gibi onu kurtarabilir, yaralarını iyileştirebilirim. Böyle olmalı, lütfen... Bir şans daha, Ömer geri gelsin. Onu yıllardır görmüyorum, bir kere daha göreyim.
Gözyaşlarım atın plastik yelesine düşüyordu. Hıçkırıklarım ise sımsıkı kapalı dudaklarımdan firar ediyordu. İçimde tuttuğum ne varsa, bir yanardağ gibi patlamama neden olurken ben atın boynuna sarılı vaziyette öylece duruyor, kendi kaçışımı gerçekleştiriyordum.
“Çakır...” Çakır, benim Çakır’ım. Çakır gözlüm...
Atlıkarınca dönmeye başlıyor, gözlerimi daha sıkı yumuyorum.
“Bir mucize olsun, geçmişe döneyim. Ne olur, kurtarayım onu ne olur! Çakır ölmesin, ne olur!”
Hızlanan rüzgar tenimi acıtarak esiyor, saçlarım atın yelesine dolanıyor. Atlıkarınca hızını arttırıyor, uğultu çocukluğumun tanıdık melodisine karışıyor. Ani bir duruşla sessizlik boşluğu esir alırken ne olduğunu anlamak için gözlerimi aralıyorum ama ben doğrulmaya çalıştığım anda atlıkarınca eniden dönmeye başlıyor lakin bu sefer bir farkı var. Saat yönünün tersine önüyor, çığlığım rüzgarın çınlamasına karışırken ata sımsıkı sarılıyorum, eğer tutunmazsam düşmeyi bırak uçmam daha yüksek bir ihtimalde.
Neler olduğunu anlamıyorum, neden bu kadar hızlı dönüyor, bilmiyorum. Tek bildiğim geriye doğru savrulduğum ve döndükçe burnuma çalan taze zambak kokuları...
Az önceki ani duruşun aksine şimdi hızı yavaşça düşüyor. Tamamen durana kadar gözlerimi açmaya yeltenmedim ama kulağıma çalınan gürültü sımsıkı sarıldığım attan ayrılmama neden oldu. Başımı yavaşça atın yelesinden ayırdım, tanıdık sesler. Çocuk seslerine karışan melodiler. Lunapark oyuncaklarının çıkarttığı çınlamalar, kaybedenlerin itirazları, kazananların sevinci, çocuk ağlamaları, gondola binmiş insanların çığlıkları, tezahüratlar... Karmaşanın tanıdıklığı beni mazinin içine çekebilirdi lakin ben zaten oradaydım.
Issız lunapark yoktu.
Geçmiş karşımdaydı ve bütün canlılığıyla bana el sallıyordu.
“Leylim Ley...”
Kalbim, duruyor. Atlıkarınca duruyor. Sesini duyuyorum, bir kez daha yaşıyorum. Leyla değilim şimdi, geçmişin Leyli, Çakır’ın Leylim’i...
Başımı çeviriyorum, gözlerim çakır gözlere denk düşüyor.
Bir mucize oluyor.