Bölüm 1 / 1. Kısım
Gün henüz tam aydınlanmamış olmasına rağmen neredeyse her evden bir hareketlilik yükseliyordu. Çünkü bugün, köyün en zengin adamlarından olan Aziz Ağanın düğünü vardı.
Aziz Ağa dul ve çocuksuz bir adamdı. Kimi ne göre kısır olan Aziz Ağaydı. Kimine göreyse rahmetli olan Sultan Hanım kısırdı. Aziz Ağa kuma almak yerine kaderlerine razı gelmişti. İlk karısının ölümünden sonra evlenmek için genç bir kadın almaya karar vermişti. Kırkına gelmek üzereydi ama yaşını pek göstermezdi. Köydekiler yine de onun genç kız almasından hoşnut değildi.
Kadınlar, ekmekleri büyük tepsilere doldurmuştu. Kavrulan etin kokusu dar sokaklarda gezinip bütün köye yayılıyordu. Erkekler de geleneği bozmayacak şekilde şenlik ateşini büyük ve canlı tutmaya çalışıyordu.
Yine de ortama çöken tuhaf bir ağırlık vardı. Kimsenin yüzünde tam anlamıyla bir neşe, bir coşku göze çarpmıyordu. Çünkü Mehir’in yaşlı ve kısır bir ağaya verilmesinin sevinilecek bir tarafı yoktu. Herkes kızın başını yakan ailesine karşı tepkili olsa da koca Aziz Ağaya karşı tek söz edemiyorlardı.
***
Köyün en eski ve yıkılmaya yüz tutmuş evlerinden birinin penceresi güneşi kucaklıyordu. İçeride, duvara yaslı duran solmuş divanın üzerine ilişmiş genç bir kız vardı: Mehir.
O pencere kenarında çocukluğundan beri sayısız hayal kurmuştu. Aşağıda gördüğü sokakları, taş duvarlı evleri, köy meydanında koşuşan çocukları ezbere bilirdi. Onun için dışarısı, bugüne dek özgürlüğün simgesi sayılabilirdi. Ne var ki bugün özgürlüğü, kendi isteği dışında elinden alınacaktı.
Mehir’in bakışları cama odaklanmıştı. Gözleri, sanki dışarıyı değil de camın üzerine sinen buğuyu seyrediyordu. Kirpiklerinin ucunda asılı duran bir damla gözyaşı derin bir kederle şekil buluyordu. Başı, cama yaslı dururken parmaklarıyla küçük desenler çizmeye başladı. Elini kaldırır kaldırmaz yeni bir şekil çizer gibi oldu, fakat titreyen parmakları ona engel oldu. Korku, öfke, üzüntü ve çaresizlik; kalbinde tutunacak tek bir neşe kırıntısı bırakmamıştı.
Sokağın aşağısından, düğün hazırlıklarını merakla izleyen bir grup çocuğun sesi duyuldu. Çocuklardan biri, diğerlerine heyecanla dönüp, “Gelinin atlı arabası gelecekmiş! Rengârenk süslenecekmiş!” diye bağırıyordu.
Mehir, bu sözleri duyduğunda gözlerini kapadı. İçinden, “Keşke bu bir oyun olsaydı,” diye geçirdi. “Keşke ben o arabaya binmek zorunda olmasaydım.”
Tam bu sırada, evin koridorundan gelen hızlı ayak sesleri duyuldu. Kapının diğer tarafında, annesinin telaşlı nefesi vardı.
“Mehir! Ne yapıyorsun daha? Hazırlanmadın mı?”
Annesinin sesi, her zamanki gibi sert ve buyurgandı; fakat bu sesin altında titreşen belirsiz bir endişe de hissediliyordu. Yılların yorgunluğunu taşıyan yüzünde, belki de evladını böylesi bir kaderle baş başa bırakmanın derin üzüntüsü ya da vicdan azabı saklıydı.
Kadın, kapıyı iterek içeri girdiğinde elinde ağır, parlak işlemelerle süslü bir gelinlik taşıyordu. Üzerindeki altın iplikler, sabahın zayıf ışığıyla bile parlayacak kadar gösterişliydi.
Annesi, gelinliği odanın ortasındaki tahta yatağın üzerine özenle bıraktı. Ardından hafifçe soluklandı ve Mehir’e döndü.
“Bak kızım…” diye başladı, bu sefer sesi daha yumuşaktı. “Biliyorum çok zor. Ama başka çaremiz yok. Aziz Ağa seni karısı yapmayı kabul etti. Bu bizim için bir nimet. Böyle bir şans ayağımıza kadar gelecek, aklımın ucundan bile geçmezdi.”
Mehir, annenin sözlerine kulak veriyor gibi görünse de gözlerini yerdeki ince tahta çizgilerinden ayırmıyordu. Zihninde binbir düşünce uçuşuyordu. Bir yandan istemiyorum evlenmeyi, diye bağırmak istiyor, öte yandan ailesine duyduğu bağlılık onu susturuyordu. İçinde yükselen öfkeyi ve çaresizliği bastırmak için dişlerini sıktı. Ama yapamayacaktı.
“Anne,” dedi sonunda, gözleri yaşla dolmuştu ama ağlamıyordu. “Ben istemiyorum. Ben… ben başka hayaller kurmuştum. Kendi sevdiğim insanla evlenmek, onunla bir yuvam olsun isterdim. Tanımadığım bir adamla, sadece zengin diye evlenmek istemiyorum. Parası beni mutlu etmeyecek.”
Annesi, korkuyla dolu bakışlarını kapıya doğru çevirdi. Dışarıda, düğün için oraya buraya koşuşturan insanların arasında laf taşıyan biri olur diye endişeleniyordu. Başlığı çoktan peşin aldıklarını, babasının bu sayede keçi sürüsünü büyüttüğünü, ailenin borçlarının çoğunu kapattıklarını biliyordu. Bütün bunlar bir günde olmuş gibi görünse de aslında aylarca süren pazarlıkların, aracıların girip çıktığı görüşmelerin sonucuydu.
“Sus kız, duyan olacak!” diye kızdı annesi. “Başlık parasını bile peşin aldık. Baban bir sürü keçi aldı, borçlar bitti. Artık kimseye muhtaç değiliz. Aziz Ağa sayesinde halimiz düzeldi. Bak, sakın bir delilik edip yanlış bir şey söyleyeyim deme!”
Mehir’in boğazına bir yumru düğümlendi. Annesi bile onun mutluluğundan çok, kendi rahatlığını düşünüyordu. O an anladı ki, kendisi bir evlattan çok, bir mal gibiydi. Derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı ve kelimeleri tartarak konuştu.