Pâyidar | 15

3738 Kelimeler
Genç adam, bulunduğu ortamın karmaşıklığına henüz bir anlam verememişken, çevresinde gördüğü yıkık dökük duvarlara ev sahipliği yapan bir koridorda buldu kendini. En son, iradesini kaybedecek kadar içtiğini hatırlıyordu fakat zihninin en ücra köşelerinde gizlenen o hatıraları hiçbir zaman unutamayacağını da biliyordu. Bunu hatırlayınca dudaklarından dökülen ufak bir tebessümü, bulunduğu kasvet dolu ortama armağan etti. Etrafına bir göz gezdirdiğinde iskeletinin demirleri paslanmış olan bir yatak ve yatağın üzerine de öylesine atılmış bir battaniye gördü. Yatağın başındaki ve iskeletindeki demirler o kadar paslanmıştı ki, ufalanmış parçalar yatağın altına dökülmüştü, demirden çubukların belirli yerlerinde delikler açılmış ve boşluklarından sızan ufak bir ışık zeminle buluşmuştu. Bulunduğu yer bir koridor değildi aslında, bunu fark etti. Kasvetli ortamın el verdiğince gördüğü gözleri, etrafta uçuşan sis bulutların ardından duvara konumlandırılmış olan küçük bir pencereyi seçebildi ilk başta. Ardından pencereden süzülen bembeyaz ışık gözlerini kamaştırdı ve genç adamın ellerini gözlerine siper etmesine neden oldu. Bir insan başının sığamayacağı o camın bir de parmaklıkları vardı. Genç adam istemsizce bir dehşete düşmüştü. Çünkü neler olduğunu anlayabilmesi için, bir rüyada olduğu gerçeğini idrak etmesi gerekiyordu. Aynı yataktan birkaç tanesini daha fark etmişti. "Kimse var mı?" diye seslendikten sonra herhangi bir yanıt beklemeye başladı. Fakat tek duyduğu, kendi sesinin odada yankılanmasından başka bir şey değildi. "Neredeyim ben," dedi kendi kendine. "Burası da neresi?" Yavaş ama bir o kadar da temkinli hareket ederek kendi ekseni etrafında döndüğünde aynı şeyleri görmek onu öfkelendirmişti. Dökülen duvarların yarısı kırmızıyla, yarısıysa beyazla boyanmıştı ve bu durum düşüneceği en son şey bile olmadığı için sadece nerede olduğuna odaklandı. Bir odadaydı, evet. Oldukça büyük bir odadaydı. Odada birçok yatak vardı, boş ve kimsesizdi o yataklar. Genç adam, anlamını bilmediği bir şekilde tedirgin olmuştu. Ama bu tedirginlik kendine bir şey olmasından kaynaklı değil de daha çok içine çöken huzursuzluktan kaynaklıydı. Sonuçta en son uyuduğu arabadan daha farklı bir yerdeydi. Üstelik bu durumu düşündükten sonra daha da çok tedirgin oldu. Çünkü yanında okadın vardı, onunla birlikte uyumuş -daha doğrusu sızmış- olmalıydılar. "Almina." Derken daha çok kendi kendine konuşuyor gibiydi. Fakat biraz sonra genç kızın ismini bağırdı gür bir sesle. Yine yanıt alamamıştı ve yine yanıt alamamak genç adamı bozguna uğratmıştı. Kısa bir süre kafasını kaşıdı. Etrafını tekrardan alıcı gözlerle süzdü. Bulunduğu ortam, korku filmlerine ev sahipliği yapan bir akıl hastanesi koğuşundan farksız gibiydi. Ama anlayamıyordu genç adam, buraya nasıl gelmişti ki? Acaba alkolün etkisindeyken arabadan çıkarak kendini burada mı bulmuştu? Bilemiyordu. Çözmeye çalışıyor ama işin içinden çıkamıyordu. Fazla değil, kısa geçen bir zaman diliminin ardından bulunduğu odanın kapısının gerisinden gelen gizemli takırtılar kulağına çalındı. Bir gerilim filminin içine girmiş olabileceğini düşünmeden edemiyordu şu durumda. Merakının alazlanmasına sebep olan o gizemli takırtılar elbette ki yavaş seyreden bir adımlamadan başkası değildi. Hatta bir değil, iki adımlamadan... İşittiğine göre birisi daha kaba, diğeri biraz daha kibar iki çift ayak sesi kapının ardından yaklaşıyordu. Genç adamın zihnindeki buğu henüz çekilmemişken olacakları merakla bekledi. Durduğu yerden bir iki adım gerileyerek camdan süzülen aydınlığa doğru yaklaştı ve ışığın altına sığındı. Gözleri, bulunduğu ortamda uçuşan toz zerreciklerini seçebiliyordu. Adım sesleri kapının önüne biraz daha yaklaştı, artık sesler daha net bir şekilde duyulabiliyordu. Genç adam düşündü; acaba burada ondan başka bulunan birileri mi vardı? Ah, elbette ki vardı. Yoksa bu adım seslerinin başka ne açıklaması olabilirdi ki? Bunu yapanın bir yaratık olma ihtimali düşüneceği en son şey bile olamazdı çünkü hayal gücünü bu yönde kullanma yaşını geçeli yıllar olmuştu. Zihninin denizinde alabora olan düşüncelerini bir kenara ittirdi ve kesilen ayak seslerine karşın etrafa biraz daha kulak kabarttı. Birkaç saniye sonra ilerideki kapının kulpu oynadığında, genç adam beklemeye başladı. Kapının kulpu bir iki oynayışın ardından biraz daha aşağıya doğru bastırıldı. Daha sonra ise eskiyen menteşelerin gazabına uğrayan kapı, ürpetici bir şekilde gıcırdayarak yavaşça açıldı. Genç adamın kapının önünde duran iki kişiden daha çok dikkatini celbeden şey ise, kapının ardındaki zifiri karanlıktan başkası değildi. O karanlık, genç adamın bile tüylerini diken diken edecek kadar korkunçtu çünkü. Bir karış açık kalan ağzını kapatan genç adam, kapının önünde dikilen kişilere çevirdi gözlerini. Gözlerinin ileride gördüğü başka bir adam daha vardı fakat o, kendisi kadar genç değildi. Ama yaşlı da değildi. Sadece suratında anlamlandıramadığı bir ifade vardı. Karşısında gördüğü adam sanki geldiği karanlığın maskesini de geçirmişti yüzüne. Bulunduğu yerden bile seçebildiği o kahverengi gözler, genç adamın gece karası gözlerinin rengi haricinde daha farklı bir karaya bürünmüştü adeta. Sanki... Sanki, merhametten yoksun bir kalbi ağırlayan bedene layık gibiydi gözler. Acımasız, ruhsuz, körelmiş ve vicdan yoksunu... Tam anlamıyla buydu gördükleri. O gözlerin ardından yatan hisler sadece bundan ibaretti. Hissediyordu genç adam. Sebebini bilmediği bir şekilde hissediyordu karşısındaki adamın kirli düşüncelerini. O adamın hemen önünde ise bir kız çocuğu vardı; karanlığın ardından gelen, kimsesiz ve bir başına... Altın sarısı, uzun saçları ve çipil çipil bakan açık mavi gözleri rahatlıkla görülebiliyordu. Elinde tuttuğu şey ise tıpkı kendisi kadar ufak bir oyuncak bebekti, küçük kız gülümsüyordu. Yanında duran adamın aksine o masumdu. Fakat her şeyden önce, o bir çocuktu. Masumdu, fazlasıyla güzeldi; ama güzelliğini gölgeleyen tek şey, arkasında, ona acımasızca bakan o kahverengi gözlerdi. O an genç adam, sebepsizce bir dehşete düşmüş ve düşünce dehlizlerine kurban gitmişti. "Gel güzelim." Dedi karşısındaki adam küçük kızın sırtından hafifçe ittirerek. Onları izlemek gerçekten ürkütücüydü. Avına saldırmaya hazırlanan vahşi bir hayvan misali kıza bakışlar atan o adam, onları izleyen genç adamın farkında bile değildi ve üstelik sinir bozucu bir şekilde sırıtıyordu. "Uyku vaktim mi geldi ağabey," diye sordu kız tatlı mı tatlı bir ses tonuyla. Genç adamın içi derin bir şefkatle dolmuştu. "Ama benim hiç uykum yok ki." Ufacık, sarışın bir kızın dudak büzerek karşısındaki adama çocuksu bir nazla bakması, o adamın daha çok sırıtmasına sebep olmuştu. Boncuk boncuk bakan mavi gözlerini tıpkı bir tatlılık abidesi gibi kırpıştırıyor, tombul yanaklarında peydah olan minicik gamzeler genç adamın kendini zor tutmasını sebep oluyordu. İçine dolan o şefkatle küçücük bir kız çocuğunu sevgiye boğarak onu ciğerine sokmak istiyor, kendi kanatları altında büyütmeye kanaat getirdiği o çocuğu her gün severek koynunda uyutmaktan hiçbir şekilde gocunmayacağını hissediyordu. Genç adam şu durumda, o kıza bir baba olmak fikrini düşünmeden edememişti. Ne de güzel olurdu... Fakat genç adamın aksine iblislikle bakan o kahverengi gözler kızı kendisinde çevirerek, "Eh, uykun yoksa biz de oyun oynarız." dedi. Buna karşılık küçük kız sevinçle ellerini çırptı, "Oyun mu?" derken kocaman mavi gözleri sevinçle iri iri olmuştu. "Oyun tabi... Hem de çok güzel bir oyun." "Hadi hemen oynayalım o zaman! Oyunun adı ne ki ama..?" Sevinç çığlıkları atan çocuğun aksine cehenennem ateşiyle yanan düşünceleri bir bir bedenine yayılan o adam gözlerini kızdan ayırmazken alt dudağını dişliyordu. Kafasında kurduğu şey her ne ise onları izleyen genç adam sebebini bilemediği bir şekilde rahatsızlık duymuştu. Çünkü çocuğun kendisi o kadar masumdu ki, onu o şeytana bürünmüş gözleriyle dahi kirleten bir adam vardı yanında. Küçücük çocuk bunu ne bilsindi ki zaten... Gördüğü kişinin iğrenç surat ifadeleri bile genç adamda onu öldürme hissi doğuruyor ve her bir dakika bu hissin daha da fazla artmasına sebebiyet veriyordu. O adam kıza doğru eğildiğinde yüzüne yerleştirdiği sahte gülümsemeyi anlamamak için aptal olmak gerekirdi, "Oyunun adı evcilik." "Evcilik mi?" Diyen kız çocuğunun gözleri daha da irileşmişti. "Evet evcilik." Küçük kız el çırparak, "Ben zaten o oyunu biliyorum ki," dedi. "O zaman ben sana şakacıktan yemek yapayım, sen de onları ye olur mu ağabeyciğim?" dedi tek nefeste. Genç adam izlediklerinin anlamını kavramaya çalışıyor fakat kafasında bir türlü toparlayamıyordu. "Olur," dedi adam tek kaşını kaldırarak. "Ama bu evcilik oyunu biraz başka." "Nasıl ki ağabey? Ben bilmiyorum, öğretir misin bana?" Adam şeytani bir ifadeye büründüğünde, "Öğreteceğim." dedi. "Öğreteceğim ki bütün gün beraber oynayalım, öyle değil mi güzelim?" Ardından küçük kızın saçlarını okşamaya başladı fakat bu garipti. Rahatsız edici ve kötüydü. Bu ayrıntıyı fark eden genç adamın bir an nefesi kesildi sanki. Olacakları merakla izlemeye devam ederken en sonunda adam, asıl niyetini patlattı. "Bu oyun sadece ikimizin arasında," dedi küçük kızın dudaklarını parmaklarıyla okşarken. "Anlaştık mı?" Çipil çipil bakan mavi gözler şaşkınlığını belli edercesine, "Neden ki ağabey?" dedi. "Çünkü diğer çocuklar oynasın istemiyorum... Sadece seninle oynamak istiyorum bu oyunu..." Bunu duyan genç adamın başından aşağıya sanki kaynar sular dökülmüştü. Kalbinin alev alev yanarak kül olduğunu hissetti sanki. Bedeninin tümüne sirayet eden o yangın beynine sıçradı ve oradan da vicdanına değerek orayı yaktı. Kulakları duyduklarının iğrençliğiyle birlikte sağır olmayı dilemiş, gözleri ise kör olmayı istemişti. Bunca zamandır burada onları izlediği hataydı aslında... Alev alev yanan gözlerini adama doğrulttuğunda onu öldüreceğinden hiç şüphesi yoktu. Hatta bir saniye bile tereddüt etmeyecekti. Hızla bulunduğu yerden ayrılmak üzereydi ki bedenini tutan görünmeyen eller hissetti. O hareket ettikçe, o eller genç adamı sımsıkı tutmuştu. Genç adam, "Bırakın beni!" diye kükrediğinde o eller onu daha da çok sıktı ve çaresiz bıraktı. "Bırakın lan beni!" Sesi duyulmuyordu ve o da duyulmayan seslerin, sessiz çığlıkların ne demek olduğunu işte o zaman anlamıştı. "Neden ki?" Diye soren kıza ulaşmaya çalışan genç adam çaresizce ter dökmeye devam ederek o görünmeyen ellerden kurtulmaya çalışıyordu. Genç adamın içi yandı, kül oldu. Gözlerinden firar etmek isteyen damlalar; söyleyemediği, sesini çıkaramadığı kelimeleri simgeliyordu ve o kelimeler genç adamın dilini kaynattı. Ciğerine bir hançer saplanıyormuş gibi bir acı çekiyordu. "Boş ver sen onu," diyen o şeytana avazının çıktığı kadar bağırmaya çalışan genç adamın ses telleri kökünden sökülecekti sanki; fakat ses telleri kelimelerin dışarıya dökülmesinde yetersiz kalıyordu. "Sana şimdi oyunu anlatacağım, tamam mı güzelim?" Küçük kız masumlukla, "Tamam ağabey." dedi. Genç adam bunları göreceğine ölmeyi bile yeğlerdi. "Şimdi... Ben baba olacağım sen de anne. Ve bizim bir çocuğumuz olacak." Küçük kız elindeki oyuncak bebeği göstererek, "Bu da bizim çocuğumuz olsun!" diye cıvıldadı. Buna karşılık gözleri daha daha fazla kararan adam kıza yaklaştı ve, "Çocuğumuzun olması için ona ihtiyacımız yok." dedi. Daha sonra ise dudaklarını küçük kızın o masum dudaklarına daha çok yaklaştı. Minicik kızı öpmüştü! Onları izleyen genç adamın gözlerindeki damlalar tek tek zeminle buluştuğunda ölmek için yalvardı Allah'a... Daha fazlasını görmek istemiyordu. Küçük kız şaşkınlıkla ondan ayrılan adama bakarken ürkekçe elindeki bebeğe baktı. Daha sonra ise gözlerini tekrar o iğrenç yaratığa çevirirken dudaklarını birbirine bastırmadan edememişti. "Neden ki?" Diye sorduğunda istemsizce kekelemişti. O adam ayağa kalkarak doğruldu ve kızı kucaklayarak orada bulunan yataklardan birine oturttu, "Çok soru soruyorsun!" dedikten sonra da kızın elindeki bebeği çekip alarak onu dolaba fırlattı. Küçük kız dolaba gürültüyle çarpan bebeğin sesinden korkmuş ve yerinden sıçramıştı. Minicik kalbi korkuyla teklerken o iğrenç yaratık kızın elbisesinden sarkan bacaklarını okşadı ve... Genç adam duyulmayan sesi ile avaz avaz bağırırken, onu tutan eller bir an olsun vazgeçmemişlerdi. Kalbinin masumluğu adeta yüzüne vuran o küçük kız çocuğu korkuyla bağırıp çırpınırken çipil çipil bakan o mavi gözlerden yaşlar boşanmaya başlamıştı bile. "Umut," sözcüğü yankılandı genç adamın kulaklarında. "Umut, çok yakınımda." dedi o ince ses tekrardan. Genç adam gözlerini bir an bile alamadığı o görüntüye gözlerini başka bir tarafa çevirerek son verirken o ufacık pencereden içeriye süzülen aydınlığa baktı yaşlı gözleriyle. Bembeyaz ışık büyüyerek içeriyi esiri altına almaya başladığında, içeriden duyulan çığlık sesleri kesilmişti. Genç adam korka korka başını o yöne çevirdi. Ve çevirdiği anda gördüğü o iğrenç manzaradan geriye kalan hiçbir şeyi bulamadı. Az önce kötülüğe mahkum edilen o yatak şimdi bomboştu. "Umut," sözcüğü tekrar yankılandı kulaklarında. "Tek bir umudum var, o da dua etmek ağabey." Duyduğu şeyler masumlukla boyanan çocuksu kelimelerden başkası değildi. "Allah, bana da yardım edecek." Genç adam, gözlerini büyümekte olan beyaz ışık kaynağının olduğu yere tekrar çevirdiğinde ışık onun gözlerini aldı ve elini gözlerine siper etmek zorunda kaldı. Az önce şahit olduklarından akan o dehşet damlaları bir bir kalbine düşmüş, düştüğü yeri anında delmişti. "Umudum, içtiğim süt gibi beni koruyacak. Böyle kocaman... Kocaman ışıklar kadar bembeyaz bir umut..." Daha da fazla büyüyen ışık huzmesi genç adamın gözlerini kör edecekken ışığın kaynağı olan o pencere bir anda kapandı ve etraf zifiri karanlığa boğuldu. *** Bertan'dan... İrkilerek gözlerimi açtığımda başımın gerilerinden gelen bir ağrıyla uyanmıştım. Gözlerimi bir anda açtığım için bulunduğum yere vuran güneş ışığı yüzünden az daha kör olabilirdim. Derin bir of çekerek başımı sıvazladığımda, alnıma kadar inen bir baş ağrısını ağırlıyordum ve buna rağmen anıların yavaş yavaş zihnimi istila etmesine izin verdim. Gördüğüm o dehşet verici rüya -ya da kabus her neyse- bana inanılmaz bir rahatsızlık vermişti. Rüyamda resmen çocuk istismarına şahit olmuştum. Hatırladıkça ve olayı elim kolum bağlı bir şekilde izlediğimi anımsadıkça tüylerim diken diken oluyordu. Az evvel kesinlikle hayatımda görüp görebileceğim en berbat ve en acı verici bir rüyaya şahitlik etmiştim. Ve üstüne üstlük bu rüya benim zihnime nereden bulaşmıştı?.. Bir kere ben, bunu görebilecek en son kişi bile değildim. Çünkü çevremde çocuklara düşkünlüğümle bilinen bir adamdım ben. Böyle iğrenç bir durumu görebilecek kadar ne günah işlemiştim acaba?.. Düşünceler yine yeniden etrafımı sarmaladığında bu kabusu unutmak adına çabalamanın en doğrusu olduğuna karar verdim. Yattığım yerin sıcaklığı adeta tenimi kavururken hemen boynumda bir kıpırtı hissettim. Üzerimde ise tüy kadar hafif bir ağırlık fark ettim. Ve o muazzam kokuyu duyumsadım. Ah, o koku... Başımı yattığım yerde hafifçe eğdiğimde sarı bir kafanın yüzünü boynuma gizlediğini anlamam uzun sürmedi. İçime dolan huzurun beraberinde getirdiği o muhteşem hissi tarif etmeye kelimelerimin yeteceğini zannetmiyordum. Benim Sarı Bela, boynuma sıkı sıkı sarılmış bir şekilde uyuyordu. Otuz iki diş sırıtmama engel olamayarak başımı geriye doğru attığımda kafam koltuğun yumuşak zeminine nazikçe çarptı. İçimde hüküm süren ve her geçen gün giderek büyüyen o aşk kalbimin hızlanmasına sebep oluyor, beni mahvediyordu. Fakat bundan şikayetçi olduğum da söylenemezdi. İlk defa yaşadığım duyguların beni dolu dolu yönetmesi arada bir hoşuma gitse de bazen beni derin düşüncelere yolluyordu. Dünyanın felsefi yanını keşfetmiştim adeta. Üzerimde bir kıpırtı daha hissettiğimde Almina, yüzünü iyice boynuma gömdü ve kollarını bana daha sıkı sardı. Şu vaziyetteyken ecelimin gelmesini dört gözle beklediğimin farkında mıydı acaba? Hayatımda ilk defa bir kadının sarılması beni heyecanlandırıyordu. Sahi, ben ne ara böyle bir adam olup çıkmıştım? Gerçekten aklım almıyordu. Şu ilk görüşte aşk zıkkımına oldu olası inanmayan ben, resmen ilk görüşte birine tutulmuştum. Tabi bu tutulma olayını Almina hariç herkes anlamıştı ama neyse... Ha bir de Canan teyzenin bilerek kırdığı potu hesaba katarsak, ailesi dahil herkes benim Almina'ya olan o özel ilgimin farkındaydı. Aslında bana kalsa hemen, şu anda uyandırıp ona olan aşkımı suratına suratına söyleyebilirdim. Bu konuda en ufak bir çekincem veya korkum yoktu. Fakat aklımı kurcalayan ve yüzüme çarpan o acı gerçekler bana ağır geldiğinden söylemeye cesaret edemiyordum. Aşkımı ona itiraf ettiğim takdirde birincisi; benden uzak durma ihtimali vardı, ikincisi; beni bir sapık olarak görme ihtimali vardı, üçüncüsü ve en son ihtimal; onun da bana aşık olması gerekirdi. Fakat Almina'nın değil bana aşık olması, burnunun dibinde olduğum halde beni görmememesi, gibi bir gerçek gözler önündeyken ona bunu itiraf etmem mantığımla uyuşmuyordu. Şimdilik sadece bekleyecektim. Onu kendime aşık etmek için hala zamanım var ne de olsa... Bin yılda bir gelebilecek olan bu anın tadını çıkarmam adına şeytan beni dürtükledi. Biraz fırsatçılık yapsam hiç de fena olmazdı aslında. Bunu düşünerek haince sırıttığımda kollarımı, Almina'nın narin bedenine sardım. O an sanki dünyalar benim olmuştu. Kollarımın içinde onu biraz daha sıksam kesinlikle kemiklerini kırabilirdim ve bunun olmasını istemediğim için yeteri kadar (!) sıktım bedenini. Başımı eğerek dudaklarıma değen alnına ufak bir öpücük kondurduğumda bir an yerinden sıçradı fakat daha sonra uyumaya devam etti. Ona daha da sıkı sarıldığımda, bedeninden sıyrılan pikeyi üzerine kadar çektim. Boynuma değen küçük burnu adeta buz kesmişti. Üşüdüğünü düşünerek ona biraz daha sarıldığımdaysa, sanki dahası mümkünmüş gibi tekrardan sokuldu bana. İçimde kopan fırtınaları dindiren anılar zihnime yavaş yavaş süzülmeye başladığında, gördüğüm rüyayı tekrar hatırlayarak gözlerimi kapattım. Derin bir nefes alarak gördüklerimi birleştirdim ve belirgin olarak anımsadığım şey ise küçük bir kız çocuğunun bir hayvan tarafından tacize uğradığıydı. O herife hayvan demem, hayvanlara ettiğim en büyük hakaretti aslında. Çünkü hiçbir hayvan küçük, masum bir çocuğa bunu yapacak kadar akılsız değildi. Biliyordum, o sadece bir rüyaydı lakin rüyaya bile bu denli şerefsizlerden girebiliyorsa hakaret benden yemeleri de neredeyse mecburiydi. Üstelik o çocuğun Almina'ya olan benzerliği kıyaslandığında içim bir tuhaf oldu. Acaba, diye düşünmeden edemiyordum. Aklım dahi böyle bir olayı Almina ile bir araya getirmekte zorlanıyordu. Özellikle de bu olay ailemin bile bilmediği diyerek kastettiği o fobisiyle de harmanlanınca... Ciddi anlamda kaşlarımı çattım. Çünkü Almina, sadece basit bir oyuncak bebekten korkmuyordu, bunun pekala farkındaydım. Demem o ki bizim basit diye nitelendirdiğimiz o şey ona hiç de basitmiş gibi gözükmüyordu. O... Geçmişte böyle bir kötülüğe maruz kalmış olamazdı öyle değil mi?.. Umarım, diyerek aklımdan geçirdiğimde içimi derin bir huzursuzluk kapladı. Rüyamda küçük bir kızı kurtaramamak uyandığımda bile bana koyan bir durumken, ya bu durumun bir benzeri sevdiğimin başına geldiyse? Ya ona geç kalınmışsa? Bunu düşünmek bile bana haddinden fazla acı verdi. Hem de çok çok fazla bir acı verdi. İstemsizce daha sıkı sardım onu. Kendime engel olamayıp bir öpücük daha kondurdum başına ve saçlarının kokusunu içime çekerek onu en derinlerime sakladım. Artık bu olayı öğrenmem farz olmuştu. Onun bu garip fobisinin nedenini kesinlikle öğrenmeliydim lakin Almina ailesine dahi anlatmmışken bu nasıl mümkün olabilirdi, onu kestiremiyordum işte. Fakat ben de Belalı'ysam, bu işin peşini ölsem de bırakmazdım. Gerekirse kendisinden zorla öğrenecektim, benden kaçarı yoktu. Almina, tıpkı kendisini bırakmamın mümkün olmayacağı gibi sırrını da benden saklayabilmesinin mümkün olmayacağını anlamalıydı. Anlayacaktı da. Kedi gibi mırıl mırıl sesler çıkaran küçüğüm tekrardan kıpırdanırken her ne kadar bu anın sonsuza dek bitmesini istemesem de onu uyandırmak zorundaydım. Ne de olsa akşamleyin ailesinin izniyle dışarı çıkmıştı ve kim bilir onu ne kadar merak etmişlerdi. Başının belaya girmesini istemediğim için onun yanında gidip durumu izah etmeyi planlıyordum. Peki bu ne kadar iyi bir fikir sence, diyen iç sesimi hemen susturdum. Başka bir çözüm gelmiyordu çünkü aklıma... Derin bir nefes vererek, "Almina," diye fısıldadım. "Almina... Almina..." Ona sarılmayı ise hala bırakmamıştım. Buna karşılık Almina, mırıl mırıl bir şeyler söylemeye başladı. Fakat dedikleri anlaşılmıyordu. Bu durum gülümsememe neden oldu. Akşamki hallerimiz aklıma gelince az daha kahkaha atacaktım da zor tuttum kendimi. O anların her bir zerresini hatırlıyordum; Almina'nın bana sarılışını, kokumu sevişini, benimle sırf arabam için evlenmek isteyişini, ona çocuk yapalım dediğimde oha diye bağırışını... Üstelik ona asılan it herifi... Ha, bir de ona ettiğim iltifatları sarhoşken anlamayışını... Gerçi aklı başındayken bile anlamayan bir kız, sarhoşken mi anlayacaktı? Benim ki de laftı yani! "Almina? Uyanmalısın güzelim." Diyerek tekrardan bir şansımı denedim. Sesim uyanmaması için hafif, uyanması için de bir o kadar yüksekti. Ama yine de bir türlü onu uyandıramadım. *** Almina'dan... Bir ses geliyordu ta uzaklardan. Buğuluydu sanki, kah duyuluyor, kah duyulmuyordu. Fakat duyulduğu takdirde o sesin bana yönelik olduğu barizdi. "Almina," diyordu birisi tam baş ucumda. "Almina... Almina..." Uykumu bölen kişiyle muhatap dahi olmak istemezken, açamadığım gözlerimi daha da çok yumarak mırıltıyla söylenmeye başladım. Çünkü biliyordum Canan yengemin her zamanki gibi beni uyandırmaya çalıştığını... Onu takmamaya alışmıştım ben. Etimi çimdirene değin uyanmayı düşünmüyordum, üstelik yerim fazla sıcak ve rahatken. "Almina? Uyanmalısın güzelim." Bunu duyduğumda omuz silkerek diğer tarafa döndüm. Yastığıma biraz daha sarılarak her zamanki gibi dudaklarımı o yumuşaklığa bastırdım. Uyku sersemliğinden midir nedir bilmem, yastığım biraz garip gibiydi. Nasıl anlatsam... Sıcaktı ama yumuşak değildi. Üstelik keskin bir koku yayılıyordu burnuma. Koku fazla güzeldi, Canan yengemin o çok övdüğüm deterjan kokuları bu duyumsadığım kokunun yanında alt etmişti. Böyle nasıl denir... Çok garipti ama erkeksi bir kokuydu. Bir ara bu yeni deterjanının markasını Canan yengemden öğrenmeliydim. "Almina..." "Hı..." "Uyan artık... Seni uyandırmaktan vazgeçeceğim bak..." "Ya yenge vazgeç zaten. Bırak uyuyayım. Hiç değilse beş dakika daha..." Canan yengem şaşkınlıkla, "Yenge mi?" dedikten sonra gülmeye başladı. Neydi ona bu kadar komik gelen acaba? Amca mı deseydim yani? Canan amca... Alnıma değen sıcacık dudaklar bir an duraksamama neden oldu. Eğer Canan yengem beni öpüyorsa o halde neden alnıma sakalımsı bir şeylerin battığını hissediyordum? Acaba yengemin sakalları filan mı çıkmıştı? Tövbe de, diyen iç sesimi şiddetle onayladım. Yok yok... Ben hala uykunun etkisinden çıkamamıştım anlaşılan. "Eğer bir an önce uyanmazsan dayanamayıp seni fırlatabilirim. İşte bu yüzden Sarı Bela, uyanmalısın." Şimdi, bu durumda birkaç gariplik vardı. Birincisi; Canan yengemin niçin sakalları vardı, ikincisi; Canan yengemin sesi neden bu kadar kalındı, üçüncüsü; Canan yengem neden beni fırlatmak istesindi? Onun stili genelde terlikle kıçıma şaplak indirmekti. Ciddi anlamda bir gariplik vardı. Aklıma gelen düşüncelerle henüz gözlerimi açamamışken, " O değil de, Canan yenge senin sesin neden bu kadar kalın? Burhan amca sen misin yoksa?" dedim. O da, "Yoo..." diye yanıt verdi. "Bülent amca?" "I-ımm..." "Peki... Muzaffer ağabey?" Dedikten sonra bana yanıt olarak cıkcıkladı. "Serhat ağabey?" "Maalesef." "Kimsin o zaman sen be! Koray mı?" "Yine bilemedin." "Ah, bilmeliydim..." dediğimde gözlerimi hafifçe aralamıştım. "Berke! Uykumu bölüyorsun, siktir git başımdan!" "Bu tür kelimeler ağzına hiç yakışmıyor sarışın. Küfretmek için fazla küçüksün bence." Sarışın? Kafam ciddi anlamda karışmıştı. Ya sadece bir rüyadaydım ya da korkunç bir gerçekle burun buruna gelmek üzereydim. Hatta belki de o gerçekle koyun koyunasın, diyen iç sesime kocaman bir tekme attığımda o tekme midemi uçurdu. Her ne kadar o tekmenin kafamı uçurmasını istesem de bu mümkün olmadığı için sadece alt dudağımı dişledim. Hayır ya... Olamazdı. Aile fertlerimden hepsinin ismini saydığımdan emin olabilmek için enine boyuna düşündüm. Ve evet, saymadığım bir kişi vardı lakin bu kişinin o olduğuna dair ihtimal yüzde bir bile değildi. Ama yine de şansımı denemekten bir zarar gelmeyeceğini düşündüğüm için bir an söyleyiverdim. Elimin altına gelen çarşafı -aslında tişörtü- sıkarken, "Lütfen ben Meltem yengenim de ve içime dolu dolu buzlu su serp." Çok geçmeden cevap geldiğinde bütün ümitlerim domino taşı misali bir bir yere devrildi, "Yuh yani... Bir kadın olmadığımı hala anlayamadıysan alkolün etkisi geçmemiş demektir." "Hih!" Ben... Kimin koynunda... Allah'ım bu bir kabus olsun lütfen! Ardından kafamı kaldırdığım an Belalı'yla burun buruna gelmem bir oldu. Ağzımdan kaçan "Hassiktir!" cümlesinin ardından duyduğum utançtan dolayı neredeyse kül olacaktım. "Lütfen," dedim istemsizce kekeleyerek. "Lütfen bana bu bir kabus, sen aslında evinde, kendi yatağında uyuyorsun, de." Onun kafasını olumsuz anlamda sallayarak sırıttığını görmezden gelerek kafamı tekrar yattığım yere koydum ve gözlerimi yumarak saymaya başladım. "Bu bir rüya Almina... Şimdi uyanacaksın... Bir, iki, üç, dört ve beş!" Tekrar gözlerimi açıp kafamı kaldırdığımda yine Belalı'nın o domuzlukla sırıtan ifadesini gördüm. Suratım dehşetimsi bir şekle büründüğünde açık kalan ağzımdan firar eden çığlığım Belalı'yı dahi ürpertti. Aklım sıra debelenerek ondan kurtulacaktım fakat işler, hesap ettiğim gibi gitmedi. Bir an dengemi kaybettiğimde kendimi sırt üstü yerde bulmuştum ve üstüne üstlük düşerken ağzımdan acayip bir ses çıkmıştı. Nasıl denir... Kedi ciyaklaması gibi bir ses vermiştim. Panikle etrafımı taradığımda düştüğüm yerin arabanın ön koltuğu ile arka koltuğunun arasındaki boşluk olduğunu fark ettim. Zayıf olduğumdan dolayı sırt üstü düştüğüm için sırtımdaki sayılabilen kemiklerim resmen ezilmişti. İşin en sinir bozucu tarafı ise Belalı'nın yattığı koltukta tepine tepine gülüyor olmasıydı. Ona öfkeyle baktığımda, "Komik mi ya," diye cırladım ağrıyan belimi ovarken. "Senin yüzünden düştüm ben! Yardım edeceğine bir de gülüyorsun." Domuz. "Benim yüzümden mi," dedi Belalı. Kafasını dirseğine dayayarak koltuğun ucundan aşağıya, yani bana bakıyordu. "Kendi kendine düştün sen... Bana iftira atma." "İnsan hiç değilse bir yardım eder." diye sitem ettim. Buna karşın Belalı uyuz bir tınıyla, "Ya ben insan değilsem?" dedi. İçimden domuzsun, bunu görebiliyoruz demek geçse de dilimi tutmak mecburiyetinde hissetmiştim kendimi. "Ben neden evimde değil de buradayım?" Belalı kaşlarını alayla havaya kaldırdı, "Onu bana değil, kendine soracaksın Sarı Bela."
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE