Kavga olayının üzerinden tamı tamına iki gün geçmesine rağmen insanların çenesi bir türlü kapanmamıştı. Mahalleli kafasından öyle entrikalar uydurarak konuşuyordu ki, kimi zaman hayret etmeden edemiyordum.
Kimine göre yaptığımız kavga bir erkek yüzündendi, kimine göre birbirimizi kıskandığımız için saç baş girişmiştik. Hatta neymiş efendim, ben Özge'yi çekemiyormuşum... Hah, kıçımın kenarı!
Adının Özge olduğunu öğrendiğim kız beni her gördüğünde öfkeden ateş püskürtürken ben de onun yüzündeki sanat çalışmamı gururla izliyordum; sol şakağı morarmıştı, kaşı patlamıştı ve boynunda kocaman bir çizik yarası vardı. Fakat bu, sadece işin görünen kısmıydı.
Ben ayrıca o gün ona tekme atmıştım, eminim ki göbeğinde de bir yaralanma durumu söz konusu olmalıydı. Hatta onun kafasını birkaç kere duvara da vurmuştum. Kesinlikle beyninde de bir hasar olmalıydı çünkü etrafa benim hakkımda asılsız söylentiler yayıyordu. Bu durum biraz daha devam ederse onun için hiç de iyi şeyler olmayacaktı.
Aslında kavgacı gürültücü kızlarla alakam olmazdı. Yani mahalle ablaları gibi her önüne gelenle kavga eden kızlardan değildim. Sadece benim de bir ar damarım vardı. Oraya basıldığı vakit prenses kişiliğimden çıkıp mod değiştirerek vahşi bir canavara dönüşebiliyordum. Yani bir canavara dönüşüp dönüşmemek benim elimde değildi.
Beni prenses ya da canavar yapan karşımdakinin hal ve tutumlarıydı. Onun dışında insanlarla pek muhatap olan bir tip de değildim zaten. Bana nasıl yaklaşırlarsa ben de onlara aynı şekilde yaklaşıyordum. Yani birileri benim bir haksızlık karşısında susacağımı zannediyorsa avucunu tuzlayıp yalardı. Bu konuda tıpkı yengelerime çekmiştim. İyi ki de çekmişim...
Sıcak hava tüm bunaltıcılığıyla devam ederken bugün evde sıkılmaya hiç niyetim olmadığı için dışarı çıkacaktım. Bunun için bizim kızlarla anlaştık, şöyle akşama doğru kız kıza biraz gezecektik. Sırf bunun için saatleri sayıyordum. Düşünün, durumum o kadar vahim.
Bugün hem biraz olsun zaman geçirebilmek, hem de okumak için tercihimi Çalıkuşu kitabından yana kullandım. Edebiyat öğretmenimin tavsiyesi üzerine satın aldığım kitabı, okumak için ilk defa elime alıyordum ve ilk sayfasından itibaren kitap, beni içine hapsetti. Adeta bir Feride olmuştum. Zaman zaman güldüğüm noktalar olmuştu, zaman zaman ise üzüldüğüm. Güzel bir kitaptı. Ayrıca zamanımı harcayabilmek için epey bir sayfa okumuş ve amacıma da ulaşmıştım.
Kitabın üç yüz küsürüncü sayfasına gömülmüş, miyoplar gibi harfleri yakından seçmeye çalışırken Berke pat diye odama daldı. O sıra nasıl korktuysam kitap elimden fırlayarak zemine çakıldı. Ardından sayfalar havalanarak birbirinin üzerine kapandı. En son kaldığım sayfa kapanmıştı!
Berke pişkin pişkin, "Ne o ödlek," diye takıldı. "Çok mu korktun?"
Şu durumda Berke'ye çok pis gıcık olmuştum. İçimde kabaran öfke vücuduma depolanan adrenalinle birleşti ve uzuvlarım öfkeme yönelik hareket etti.
Ve bir anda, "Seni geberteceğim, Berke!" diye çığlık atarak Berke'nin üzerine atıldım. Göbeğine çıkıp oturmuş, yüzünü cimcikliyor ve saç tutamlarını yoluyordum.
Berke feryat ederek kollarını yüzüne siper etmişti ve kendini savunamıyordu. Fakat daha sonra boş bulunmamdan yararlandı ve beni yere yatırarak saçlarımı çekmeye başladı, domuz!
Saçlarımın uzun olması kavgalarda bana hiç de yardımcı olmuyordu. Buna takiben Berke de saçlarımı yolduğunda, birkaç tel saçım ellerinde kalınca çığlık attım.
"Nasılmış saç çekmek," dedi dişlerinin arasından. "Acıyor muymuş!"
"Çek ellerini üzerimden, orangutan!"
"Sensin orangutan... Bakıyorum da kavga etmeye iyi alıştın ama baştan söyleyeyim..." dedi Berke saçlarımdan tutarak kafamı kendine yaklaştırırken. "...ben o sümüklü Özge'ye benzemem."
Ona pis pis sırıtarak baktım ve, "O kadar emin olma," dedim. Daha sonra küçüklüğümden beri kavgalarımızda her zaman yaptığım şeyi yaptım. Sıkıca hazırladığım tekmemi, Berke'nin namüsait bölgesine savurdum.
Berke acıyla böğürürken hassas bölgesini iki eliyle tutarak yerde yuvarlanmaya başladı. İçimdeki zafer dolu Almina ile hain Almina şarap kadehlerini tokuşturuyordu ve ben de kahkaha atmadan duramıyordum.
"Ah, bebeğim... Ah, bi'tanem... Nasıl kıydılar sana vicdansızlar..." diyerek o bölgesini üfleyen Berke'ye bakarak daha da fazla gülmeye başladım.
"Komik mi lan yaprağaaam," dedi Berke r harfini bastırarak. "Senin yüzünden kısır kalacağım. Benim küçüğümle ne alıp veremediğin var?.."
"Benimle uğraşırsan o küçüğünün canı daha çok yanar, bebişim."
Berke saf saf, "İyi de ben ne yaptım ki," dedi.
"Daha ne yapacaksın, hayvan! Bir kızın odasına pat diye girilir mi? Ayrıca senin yüzünden kitap okurken kaldığım sayfayı kaybettim."
"Yalnız kuzenciğim," dedi Berke. "Ben sadece sana bir şey söyleyecektim ama sen benim canımı acıttın. Kalbim kırıldı sana... Bir daha yüzüne bakmayacağım!" Yattığı yerde kollarını göğsünde birleştirerek bana sırtını döndü.
"Sende az bir şey gurur olsa, bu odayı terk ederdin. Hadi ordan, mal!"
Berke çok değil, kısa bir süre sonra bana döndü ve otuz iki diş sırıtarak oturur pozisyona geçti. Bu çocuk girdiği her ortamda gereksizdi. Az önce onu pataklamıştım ve hala yüzsüz yüzsüz bana sırıtıyordu. Ben dayak yediğim kişinin gerçekten yüzüne katlanamazdım herhalde. Daha sonra bağdaş kurduğu bacaklarının ardından ellerini bir sağ bir sola savurarak konuşmaya başladı.
"Özge'yle niye kavga ettiniz kanka?"
Gözlerimi devirdim, "Olayın üzerinden koskoca kırk sekiz saat geçti ve sen bana bunu yeni mi soruyorsun, Berke?"
"Evet, ne var... Ayrıca o eğlenceyi kaçırdığıma hala yanıyorum, tüh," diyerek elinin tersiyle diğer eline vurdu. "Ama kızı fena benzetmişsin ha. Duyduğuma göre ağzından birkaç dişini sökmüşsün, sen bu kadar vahşi miydin ya?"
"Ne yapmışım, ne yapmışım?"
"Dişlerini sökmüşsün."
"Ya bi' git!" diyerek gülmeye başladım.
"Vallahi bak... Özge'nin annesi Saniye teyze her gördüğüne bunu söylüyor. Kızının dişlerini kökünden kopartmışsın."
"Oha," diye bağırdım. "Yok daha neler... Parmaklarım kerpeten miymiş? Allah'ım... Yemin ediyorum bu millet ne diyeceğini şaşırdı, sen ıslah et."
Ciddi anlamda kulaklarıma inanamıyordum. Eğer o kızın annesinin böyle diyeceğini bilseydim bunu gerçekten deneyebilirdim, en azından söylediklerinin yarımı mantıklı olurdu. Hiç de dişlerini filan sökmemiştim. Keşke sökseydim...
"Ben de duyunca aynı tepkiyi verdim. O yüzden ona orada bir laf çakmışım... Yemin ediyorum yok böyle bir şey! Benim sayemde şanın bile olabilir, armut!"
Bunu duyunca hemen merak kesildim, "Ne dedin, Allah aşkına söylesene."
"Hazır mısın," dediğinde kafamı hızla aşağı yukarı salladım. "Dedim ki; senin kız, ağzında yemek yemeye dişleri kaldığı için yatsın kalksın dua etsin." Tekrar Berke'nin üzerine atladığımda bu sefer onu alnından öptüm. Kedi olalı bir fare tutmuştu, ergen! Tabi ona ergen diyen kız da otuz yaşında bir yetişkin.
"Aferin koçuma be! Hayatımda senin kadar babayiğit bir kuzen görmedim."
Bunun üzerine Berke'nin poposu kalktı ve egoist bir edayla, "Oh, oh... Övmeye devam et." dedi.
Gülümseyerek gözlerimi devirdiğimde, benim için laf sokan kuzenime birkaç övgüyü çok görmek olmazdı, "Senin kadar yakışıklı, karizmatik, tatlı, çekici, haşin, seksi, zeki, efendi bir kuzen daha görmedim." Çarpılmasaydım bari... Sonuçta dağ gibi Muzaffer ağabeyi yok saymıştım.
Berke, "Biliyorum," diyerek yine egolu davranınca ona dil çıkarttım. Daha sonra her zaman yaptığı gibi saçlarımı karıştırarak beni göğsüne çekti ve birbirimize sarılarak gülüştük.
***
Kızlarla birlikte geze konuşa civar kafelerden birisi olan Yıldızlı Gece'ye varmıştık. Kafenin kabartmalı, lacivert rengi tabelasının kenarlarına yıldız şekilli, ışıltı veren kablolar yerleştirilmişti ve buradan bakıldığında güzel görünüyordu. E tabi, kimin kuzeninin kafesiydi...
Egomla ufak bir münakaşaya girdiğimde ileride oturan Muzaffer ağabey telefonuyla uğraşıyordu ve haliyle bizi görmedi. Kendimi gözüne sokmak gibi bir niyetim olmadığından kızlarla birlikte köşede bir masa bulduk ve dördümüz de puflu sandalyelerimize kurulduk.
Büfedeki renkli şekerlemeler albenili bir şekilde kavanozlarıyla birlikte rafa dizilmişlerdi. Bu kafenin dizaynı beni her geldiğimde mest ediyordu zaten. Kafeden buram buram tarih kokuyordu ve buna istinaden duvarlar, sanki elle örülmüş tuğlalar gibi girintili çıkıntılı dizayn edilmişti.
İleride bulunan duvar boyu koskoca kitaplığı ve içinde bulunan kitapları saymıyordum bile... Fakat burada bulunan kitaplar tarih ve siyaset ağırlıklı olduğu için insanlar tarafından -birkaç istisna dışında- pek fazla ilgi görmüyordu. Ara ara da kitaplığa Dünya klasiklerinden seçmeler ve Türk Edebiyatı'nın nadide eserleri serpiştirilmişti. Ayrıca koskoca kitaplığın sadece bir rafı, tamamıyla şiir kitabı doluydu. Bu da Muzaffer ağabeyin bir farkıydı. Bir ara buraya gelip raflardan bazılarına da yeni çıkan kitapları yerleştirmeyi aklıma not ederken garson geldi ve siparişlerimizi elindeki ufak not kağıdına yazdı.
"Bir isteğiniz var mıydı, efendim?" Aklımdan sen git bana mekan sahibini çağır demek geçse de bunu söylemedim lakin bu düşünceme kıkırdamadan da edememiştim. Görmemişliğin de bu kadarı, dedirtmek istemiyordum kendime.
Ben, "Şekerli Türk kahvesi ve yanına çikolatalı pasta," diyerek siparişimi verdiğimde diğerleri de farklı farklı siparişlerini söyledi. Garson her şeyi not aldıktan sonra hesap kağıdını işaretleyerek masanın üzerindeki kül tablasının altına sıkıştırdı ve gitti.
Bir süre sessiz kaldıktan sonra Sema, bacak bacak üzerine attı ve gözlerini kısarak konuşmaya başladı, "Özge sürtüğü sağda solda senin hakkında konuşuyor, haberin var mı?"
Şu Özge denen canlının adı geçtikçe midem bulanıyordu. Artık dört bir yanımda Özge adını duyar olmuştum. Benim de bir sabır kapasitem vardı değil mi?
Gözlerimi devirerek, "Sorma gitsin," dedim. "Sadece Özge konuşsa yine iyi... Annesi de yancısı."
Meryem atıldı, "Bozacının şahidi şıracı işte, ne olacak?"
"Geçen gün dediğine göre Özge'nin dişlerini sökmüşüm kızlar, benim de yeni haberim oluyor."
Sema'nın gözleri sonuna kadar açıldığında, "Yok artık!" diyerek bana baktı. Buna karşın kafamı hızla aşağı yukarı salladım.
Son cümlemin yanı sıra su içen Yaren, ağzındaki suyu yere püskürterek anıra anıra gülmeye başladı. Sema'nın dobiş göbeği güldüğü için aşağı yukarı sallanırken ben de gülmeye başladım. Meryem ise bize otuz iki diş sırıtarak bakıyordu.
"Dişlerini sökmüşsün ha..." Yaren kafeyi kahkahalarıyla çınlatıyordu. Sema ise susması gerektiğinin altını çizerek bir yandan gülüyor, bir yandan da Yaren'in ağzını eliyle kapatıyordu.
"Ooo... Allah muhabbetinizi arttırsın, paçozlar."
Hepimiz gülmeyi bırakıp bize hakaret eden sesin sahibine baktığımızda o kişinin Muzaffer ağabey olduğunu anlamamız uzun sürmedi. Dil çıkartarak bize sırıtıyordu.
"Komik misin sen ya," dedim yapmacık öfkeyle.
"Gayet de komiğim." Diye cevapladı.
Buna karşılık Sema, "O kadar emin olma, Muzaffer ağabey. Farkındaysan hiçbirimiz gülmüyoruz." dediğinde gülüşlerini bastırmaya çalıştığı çok barizdi.
"Allah'tan gülmüyorsunuz," diye yanıtladı Muzaffer ağabey. "Baksana Yaren'e... Resmen gülmemek için morardı."
Yaren dudaklarını yalayarak, "Hayır yani," dedi. "Şurada ağzımızı bile açmıyoruz... Olay yine bana çatıyor. Hiç vazgeçmeyeceksin, değil mi Muzaffer ağabey?"
Muzaffer ağabey çok gıcık bir surat ifadesine büründüğünde konuşmaya başladı, "Yapacak bir şey yok Süslü. O konular ben var olduğum sürece hep sana çatacak, suçlu olsan da, masum olsan da."
Yaren somurtarak gözlerini masaya diktiğinde iki garson siparişlerimizi masaya dizdi. Önüme indirilen çikolatalı pastaya iştahla bakarken çatalı elime aldım ve pastamdan ufak bir parçayı ağzımda attım. Cidden çok lezzetliydi.
Muzaffer ağabey gitmek üzere bir iki adım attığında tekrar bize döndü ve, "Bahşiş bırakmayı unutmayın sakın." dedi.
Kaşlarımı çattım, "Şuna bak ya... Bir de amcamın oğlu olacak... Cimri şey, ne olacak!"
Muzaffer ağabey tekrar yanımıza döndüğünde omuz silkerek, "Çalışma hayatı bu... Bu hayatta babanızı bile tanımayacaksınız. Bak ben öyle yapıyorum mesela. Böyle böyle para kazanılıyor zaten, ne sanıyorsun..."
Aslında bir bakıma haklı bile sayılabilirdi. Artık insanlar iyi niyeti bile sömürür olmuştu bu devirde. Dudaklarımı büzerek kafamı yavaşça aşağı yukarı salladım ve tekrar pastama gömüldüm.
"Neyse, dediklerimi unutmayın. Bahşiş bekliyorum," diye devam etti tekrar dil çıkararak. Ciddi olmadığını hepimiz biliyorduk.
"Özellikle de sen Süslü..." Yaren'in önünde duran su şişesini açarak kızın kafasına bir iki damla döktü. Yaren çığlık attığında Muzaffer ağabey son sözlerini de söyleyip koşar adımlarla uzaklaştı. "...senden en az yüz kağıt bahşiş bekliyorum... Yoksa bulaşıkları sana yıkatırım, haberin olsun."
Yaren en son Muzaffer ağabeye çatal fırlatıyordu ve tabii ki de isabet ettiremedi. Somurtarak önüne döndüğünde garsondan bir tane daha çatal rica etti. Fakat bunu duyan Muzaffer ağabey yine rahat durmayarak arkadan bağırdı.
"O çatallar babasının malı mıymış da öyle fırlatıyormuş? Yok ona çatal matal... Çatalını yalarak temizlesin, öyle zıkkımlansın. Yapamıyorsa da zıkkımın kökünü yesin!" Yaren çığlık atmamak için dilini ısırdığında, ondan da karşı tarafa cevap çok gecikmedi.
"Müşteri memnuniyeti, sıfır. Ne biçim bir kafe ya bu!" Fakat son cümlesinden sonra bir cevap alamamak, onu daha da sinirlendirdi. Ama Yaren, sesini çıkarmak yerine öfkeyle önündeki pastayı talan etti.
Muzaffer ağabey zaten Yaren'le hep uğraşır ve onu her zaman mat ederdi. İşin sonunda da Yaren neredeyse sinir krizi geçirecek duruma gelirdi. Muzaffer ağabey bundan ne zevk alıyordu bilmiyordum ama Yaren'in bundan hiç hoşlanmadığı aşikardı. Bu işte bir gariplik olduğu kesindi ama... İçten içe sırıtmaya başladım.
Meryem ve Sema Yaren'e bakarak kendi aralarında konuşup gülüşürlerken, ben de önceden tuvalete gitmememin bir getirisi olarak ve bunun üzerine de bir güzel kahve içerek acayip sıkışmıştım. Eğer idrarımı bir an önce boşaltmazsam, kesinlikle oturduğum koltuğa işeyecektim. Hatta birisi kazara karnıma çarpsa anında altıma işerdim.
Ne ara bu kadar sıkışmıştım, anlamıyordum. İdrar kesem patladı patlayacaktı. Hani bir de insanın idrarı çok gelince yaşadığı o nahoş hisle kıvranması varya... Koltukta bir ileri bir geri sallanıyordum. Hayır yani, tuvalete gidecektim gitmesine ama ya yolda giderken altıma işersem? Bunun olması en son isteyeceğim şey bile olamazdı.
Bu durumu fark eden Sema bana kaşlarını çatarak baktı, "Hayırdır, Almina? Bir yerlerin mi kaşınıyor?" Ona, kocaman olmuş gözlerimle baktım. Böyle şeyler hem ayıp, hem de çok utanç vericiydi.
"Saçmalama ya," diye çemkirdim. "Sadece çok sıkıştım."
Yaren ifadesiz tuttuğu suratıyla, "O zaman tuvalete git." diyerek o muhteşem ötesi zekasını konuşturdu.
"Ya bu zeka sende ağırlık yapmıyor mu, Yaren? Sıkıştım herhalde! Kalktığım takdirde altıma yapıp yapmayacağımı kestiremiyorum."
Meryem, "Ama bir yandan da Yaren haklı," dedi. "Şu anki hareketlerin hiç de güzel anlaşılmayacak cinsten. Bence vakit kaybetme."
Endişeyle yüzlerine baktım, "Ya altıma işersem?"
Meryem abartılı bir şekilde gözlerini devirerek, "Ama gitmezsen de altına yapacaksın," dedi ve beni kolumdan tuttuğu gibi ayağa kaldırdı. Belime kadar inen sarı saçlarım sol gözüme düşünce bir an sandalyenin ayağını fark edemeyerek, ayak parmağımı oraya çarptım ve bu acı daha çok idrarımı getirdi. O an parmağımın acısını düşünemeyecek kadar sıkışmıştım. Herkesin içinde önümü tutmamak için büyük bir mücadele verirken panikle tuvaletin olduğu yere doğru tabana kuvvet koşmaya başladım.
Hayatımda hiç bu kadar sıkıştığımı hatırlamıyordum. Üstelik idrarımı yapmadıkça karnıma kramplar giriyor ve beni iki büklüm ediyordu. Bu sefer daha hızlı koşmaya başladım.
Koşarken garsonun biri aniden önüme çıkınca ona bodoslama girdiğim için adam, elindeki tepsiyle birlikte yere çakıldı. Bir an gülsem mi ağlasam mı bilemedim lakin bildiğim tek bir şey varsa, o da suçluluk duygusundan dolayı keseme daha çok baskı yapan idrardı.
"Çok... Çok özür dilerim, gelince etrafı ben toparlarım." Derken gencecik çocuğu orada bırakarak koşmaya devam ettim. Aksi gibi tuvalet de koskoca kafenin en ucundaydı. Koş koş bitmiyordu. Hatta koşarken birkaç kişiye çarparak yine özür üstüne özür dilemiştim.
Tam tuvaletle aramda birkaç adımlık mesafe kalmışken, tekrar birine bodoslama girdim. Fakat bu, o kişinin göğsünün sıkı olmasından mı bilmiyordum ama burnum resmen kırılmıştı. Tam yana doğru düşecekken kollarımdan tuttu ve beni kendine çevirdi. Hatta idrarım bile bu olayın etkisiyle kaçmıştı.
Kafamı korka korka kaldırdığımda beynime sanki şimşekler çaktı. Neden sürekli böyle bir olayla gündeme gelmek zorundaydım ki ben?.. Tabi bu tür bir çarpışmayı beklemeyen bir terk ben değildim. Belalı da en az benim kadar şaşırmıştı. Bu adamı ne zaman görsem, öncesinde veya sonrasında hep tuhaf olaylar oluyordu, mesela şu anki gibi.
"Hayırdır sarışın," dedi sırıtarak. "Ne bu acele?" Beni tanımadığını bilmesem, neredeyse bu olayın hoşuna gittiğini düşünecektim.
"Ben çok..." Kelimeler dilimden dökülmeye utanınca ağzımda birikti.
"Dur tahmin edeyim... Sen çok özür dilersin."
"Gitmem gerek."
"Nedense hiç şaşırmadım," diye mırıldandı. "Her karşılaştığımızda gitmen gerekiyor, ne hikmetse..."
İdrar kesem biraz daha beklersem kesinlikle patlayacaktı. Hatta adamın kapkara gözlerine baktıkça daha çok sıkışıyordum.
Panikle, "Gerçekten gitmem gerek." dedim.
"Sahi," dedi gözlerini kısarak. "Bu sefer neden gitmen gerekiyor? Geçerli bir sebep bulamazsan seni bırakmayacağım."
Acaba benim günahım neydi? Yahu, neden ben böyle şeylerle sınanıyordum? Önümdeki adam bana pişmiş kelle gibi sırıtırken beni alıkoyduğu için sıfatının tam ortasına yumruğumu geçiresim geliyordu. Ama biraz daha beni tutmaya devam ederse bunu kesinlikle yapacaktım.
Biraz daha bekledikten sonra baktım ki beni bırakmıyor, ben de omuzlarımı silktim ve tam gözlerinin içine bakarak dilimden firar eden ve beni rezil eden o cümleleri dudaklarımdan serbest bıraktım.
"Çünkü çok çişim var." İri iri olmuş gözleriyle birlikte çok geçmeden bir kahkaha koparttığında hala beni bırakmadığı için neredeyse isyan edecektim, "Gözünü seveyim bırak beni... Gerçekten zor durumdayım. Biraz daha beklersem şuraya şey yapacağım."
"Ney yapacaksın?"
"Şey yapacağım."
"Ney yapacaksın?"
"Şey işte..."
"Ney işte..?"
Ona derince çattığım kaşlarımın ardından bakarken, o ise bana otuz iki diş sırıtarak baktı. Yüzündeki neşe elle tutulur cinstendi ve ben buna birazcık sinir olmuştum ama şu an bunu düşünecek bir halde değildim.
Daha sonra birden kolumu tutan elleri gevşedi. Bundan istifade ederek ellerinden kurtuldum ve resmen tuvalete uçtum. Bu sefer bodoslama daldığım son şey, lavabo kapısı oldu.