Pâyidar | 3

3855 Kelimeler
Bunaltıcı İstanbul havasının son demlerini yaşıyorduk. Ağustos'un son zamanları olduğu halde hava yine de serinlememişti ve biz de bunaldığımız için çareyi, eve kapanmakta bulmuştuk. Tabi ne kadar doğru bir karar almıştık, orası tartışılırdı. Otur otur neredeyse depresyona girecektim. Kendime belirlediğim saat aralıklarıyla aksatmadan günde iki kez ders çalışıyordum. Onun dışında günümün kalan büyük bir çoğunluğunda ya telefon oynuyor, ya kitap okuyor ya da televizyona bakıyordum. Zaten bir süre sonra telefondan midem bulandı, o çok sevdiğim kitaplar bile bana yabancı gelmeye başladı. Televizyon desem, aptal aptal aşk dizileri ve Türk toplumunu yozlaştırmaya dayalı önümüze sunulan sabah veya öğle kuşağı (adına her ne deniliyorsa) programlarıyla doluydu. Meltem yengem o programlar için ölüyordu, o ayrı konu... Her gün aynı saatte televizyonun başına geçer, önüne çayını ve çekirdeğini alır, ikizi Canan yengemle iki elti çekirdek çitleyerek onlara yorum yaparlardı. Hatta öyle heyecanlı yorum yapıyorlardı ki, Canan yengemi bıraksak televizyonun içine girer ve oradaki insanları yolardı. Canan yengem, Meltem yengemin aksine gerçekten deli kadındı. Yaşına rağmen genç görünümüyle dikkat çekerdi hatta kibar bile sayılabilirdi lakin onun Laz damarına basıldığı takdirde babasını bile tanımazdı. Geçenlerde altın gününde çıkan tartışmadan dört yaralı çıkmıştı. İkisini Canan yengem, ikisini de Meltem yengem almıştı duyduğuma göre... Hayır yani, Meltem yengem normalde sakin kadındır -dedikodu konusunda hariç- nasıl Canan yengeme uydu, akıl kârı değil... En gülüncü de şu ki; bana gelen bilgiye göre Canan yengem, oğluna hakaret eden kadına karşın ağzını ortadan ikiye cart diye yırtarım senin haspam, dedikten hemen sonra, kadının ağzını gerçekten yırtması... Kadının dudaklarını o sinirle nasıl yırttın sen yani... Söylenene göre maktülün dudak kenarlarında yırtılma olduğu biliniyordu. Tabi bu söylem mahallelinin bir abartısından ibaretti ama yine de komikti, itiraf etmeliyim... Odamın halısında pandalar gibi yuvarlanırken bağıra çağıra şarkı söylemeye başladım. Canım o kadar sıkılıyordu ki, az önce kendime özene bezene bir makyaj yapmış ve onu en ince ayrıntısına kadar silmiştim. İşsizlik had safhadaydı ve ben yapacak hiçbir iş bulamıyordum. Keşke bugün bizim kızlarla alışverişe çıksaydım... Bunların işi uzun sürer ben de patlarım, diyerekten tekliflerini kibarca (!) reddetmiştim ama şu an bu yaptığımdan çok pişmandım. Hiç değilse sinemaya filan giderdik. Zaten kuzenlerim de sokak aşığı oldukları için eve girmiyorlardı. Kim bilir hangi cehennemdeydiler. Kesinlikle Akgün, Kerem ve Barış üçlüsüyle olmalıydılar. Çünkü az önce Kerem'i aradığımda kanka ben evde yokum, demişti. Barış'ı aradığımda ise o da aynı şeyi söylemişti. Akgün'ü de az önce dışarıda arkadaşlarının yanında böğürerek gülerken görmüştüm. Fakat ben, arkadaşlarımın aksine evde tıkılı kalmıştım içeride dedikodu yapan iki yengemle birlikte. Bu durumun benim can sağlığım açısından büyük bir tehlike yarattığından insanların haberi var mıydı acaba? Yengemler dedikodu yaparlarken adeta bütün mahalle kadınlarının kulaklarını çınlatıyorlardı, ayıptı yahu... Bir de bütün ilgili şahısların dedikodusunu yapmadan önce dedikosunu yapmak gibi olmasın da, diyerek başlamıyorlar mıydı... İşte en tehlikelisi de, kesinlikle buydu. Arkasından yedi ceddine sövmeye başlamadan önce güzel bir avunma yöntemiydi bu bence. Bağıra çağıra şarkı söylemeye devam ettiğim sırada, Canan yengem kapıyı pat diye açtı ve ayağındaki terliği kaptığı gibi aniden kıçıma fırlattı. Canım acımıştı yahu... "Sanki etini kopartıyorlarmış gibi ne bağırıyorsun kız?" "Yenge canım sıkılıyor." "Sıkı can iyidir çabuk çıkmaz derler," diye saçma bir şey söylediğinde gözlerimi devirdim. "Komik miydi şimdi bu yenge?" "Çok canın sıkılıyorsa kalk camları sil, yerleri süpür, yemek yap. Tembel tembel yatarsan canın da sıkılır kıçın da..." "Ya yenge ne temizliği..." diye sitem ettiğimde doğrulup bağdaş kurarak oturdum. "Temizlikle, yemek yapmakla kim eğlenmiş de ben can sıkıntımı gidereyim?" Yengem sinirle acayip acayip sesler çıkartarak dizlerini dövdü ve bana diğer ayağındaki terliği de fırlattı. "Ya yenge canımı yakıyorsun, kaç yaşına geldim hâlâ mı terlik ya?" "Kız evde kaldın... VALLAHİ DE BİLLAHİ DE EVDE KALDIN! Kız seni bu tembellikle kim alır! Ben sana sıra sıra çeyiz dizecektim oysa!" Benim evlenip gitmeme değil de, çeyiz dizemeyecek oluşuna yakardığı için yalandan somurttum ve, "Benim evlenip gitmemin bir önemi yok yani," dedim. "Çeyiz dizemeyecek olmana mı üzülüyorsun, yenge? Aşk olsun yani... Vallahi küstüm." Yengemin yüz ifadesi anında gevşedi. Onu en can alıcı yerinden vurmuştum. Çünkü bana çok düşkündü. Aslında iki yengemin ikisi de bana fazlasıyla düşkünlerdi ve küçüklüğümden beri beni en iyi şekilde büyütmüşlerdi. Sırf bu yüzden ikisinin de hakkını ölene dek ödeyemezdim. Allah benden bir anne almıştı ama onun yerine iki tane anne vermişti. İkisi de beni öz çocuklarından ayırmıyordu. Onlara nasıl muameleyse bana da o muameleydi. O yüzden kuzenlerimle aramda hiçbir zaman kıskançlık gibi bir durum söz konusu olmamıştı çünkü evde bana özel hiçbir duygu yoktu. Bütün ailevi duyguları kuzenlerimle paylaşıyorduk. Ben Canan yengemden küçükken oklava bile yemiştim yahu... Tabi, daha sonra Canan yengemin benimle birlikte oturup ağlamasını saymazsak. Onun dışında bir tek küçük olanı, yani Bülent amcam beni azıcık ayırıyordu. Ama olumlu anlamda ayırıyordu. Bahanesi de ailedeki tek kız olmamdı. Yalnızca evde değil, koskoca ailede tek kızdım. Bundan dolayı Bülent amcam beni en çok tolere eden aile bireylerimden biriydi. Amca gibi amca! Yengem yanıma oturdu ve beni kendinde çekerek sarıldı. Daha doğrusu resmen boğdu, "Hiç olur mu öyle şey kızcağızım," dedi sırtımı sıvazlarken. "Sen gitsen en çok ben ağlarım." Nefes almak dışında başka bir şey düşünemediğim için o anın verdiği duygusallığa bile kapılamadım. Ayrıca yengemde hemen açmıştı çeşmeleri. Nihayet ondan ayrıldığımda, "Yahu ağlaman için mi söyledim onu ben," dedim. Göz yaşlarını silerken ona gülümsedim. O da bana karşılık olarak buruk bir gülümseme bahşetti. "Ne oluyor burada kızlar?" Meltem yengem kapıdan kafasını uzatmış bize bakarken, "Hiçbir şey," diye yanıtladım. "Bilmez misin işte... Canan yengemin her zamanki sulugözlülüğü." Bunu dediğim an Canan yengem sulu gözleriyle kaşlarını derinlemesine çattı. Kaçacak delik filan aramalıydım yoksa beni çiğ çiğ yiyecekti. "Ne biçim konuşuyorsun kız sen!" Yanında duran terliğe yeltendiğinde hızla ayağa kalktım ve çığırarak kapıya yöneldim. Neyse ki zamanlamam harikaydı ve terlik bana isabet etmedi. Ama Meltem yengemin suratına isabet etti. Meltem yengem bir süre stabil ifadesiyle beklediğinde Canan yengem vah vah, ederken ben arkada anırarak gülüyordum. Lakin hesap edemediğim bir şey vardı, ben oysaki Meltem yengemi Canan yengeme yönelir diye bekliyordum. Ama Meltem yengem bana döndü. Selam vermişti, karşılık olarak terliği yemişti iyi mi... Meltem yengem aniden, "Bittin kız sen!" diye bağırarak ayağındaki terliği ayağıyla birlikte havaya attı ve eliyle tek seferde kaptı. İnanılmaz bir havalı anne hareketi olabilirdi bu. Ama şu an bunu düşünemeyecektim. Bir kovalamacadır ki, başladı aramızda. Neredeyse bütün odalara teker teker kaçmış, koltukların başına tırmanmıştık. Koşuşturmaca sırasında, "Ben ne yaptım ya!" diye sitem ediyordum. "Senin yüzünden burnum yamuldu, haspam!" "Ben mi attım terliği? Git Canan yengeme söv..." "Koskoca kadını terlikle mi kovalayayım, sarı yelloz! Senin yüzünden attı onu bana!" "Yenge ya..." diye bağırarak koşmaya devam ettim. Tam beni sıkıştıracağı sırada Burhan amcam eve girdi. Neredeyse şükür namazı kılacaktım. Hemen amcamın arkasına saklandım. Şaşkına dönen amcam bir an Meltem yengeme bakınca, yengem elindeki terliği indirdi ve mahcup bir tavırla, "Kusura bakma Burhan ağabey," dedi. "Arkandaki o has... O sarı çiyan kudurmuştu da." Bana öldürücü bakışlar atmayı da ihmal etmemişti. Amcam ya sabır, çekerek bana döndü, "Almina, ne oluyor kızım?" "Amca bu kadınlar yemin ediyorum canavar... Beni döveceklerdi." Oradan Canan yengem atlayarak eltisini korudu, "Hak etmeseydin sen de yelloz. Boşuna mı dövecektik sanki?" "Ama ne yaptım ki ben?.." diyerek dudaklarımı büzdüğümde Canan yengem öldürücü silahını göstererek, "Biraz daha devam edersen ağzının ortasına terliği yiyeceksin." dedi. Anında sustum. Amcam bize bakarak gözlerini devirdi ve, "Allah'ım... Millet deliye hasret, biz akıllıya hasretiz." dedi. Ardından bizi orada öylece bırakarak odaya girdi. *** Akşamleyin Meltem yengem kendi evinin küfletine yemek hazırlamak üzere bir alt kattaki evine çekildi. Canan yengemle baş başa kaldığımız bir vakit biz de yemek hazırlamaya koyulduk. Canan yengem fazlasıyla titiz ve hamarat bir kadındı. Elinin lezzetiyle kimsenin boy ölçüşebileceğini zannetmiyordum. Meltem yengem de güzel yemek yapardı lakin Canan yengemin elinin lezzeti gerçekten bir başka olurdu. Canan yengem, onun yemeklerini öğrenebilmem için küçüklüğümden beri daima beni mutfağa oturtur, kimi zaman kendisini izlemeye zorlardı beni. Bazı haller dışında onu her zaman mutfakta merakla izlerdim. Tabi, büyüyünce yemeklerine yardım etmeye de başladım. Neredeyse yirmi iki yaşına girecek olmama rağmen Canan yengem sayesinde su böreğinden sarmasına, pastadan, kurabiyesine kadar birçok yemek öğrenmiştim. Kesinlikle pişman değildim ve bunu, kendimde bir farklılık olarak nitelendiriyordum. Mesela bizim kızlar -Sema dışında- yemek yapmaktan zerre anlamazlardı. Hele Yaren, hazır çorba pişirmeyi bile beceremezdi. Eminim ki Yaren, Canan yengem gibi bir kaynanaya kalsa kesinlikle elinden çekeceği vardı. Üç veya dört saat gibi bir sürede yemekleri hazırladığımızda ben de minik minik kekler yaptım. Onları bir tepsiye koyarak üzerini folyoyla örttüm ve kenara koydum. Tatlı işlerini yapmaya bayılıyordum ve bu konuda üzerime tanımıyordum. Tabi Canan yengem dışında, o ayrı konu. O süre zarfında eve kuzenlerim Muzaffer ağabey ve Serhat ağabey geldiler. Muzaffer ağabey yemekten önce keklerimi aşırmaya çalışınca eline bir şaplak indirdim. "Muzaffer ağabey n'apıyorsun ya! Onları yemekten sonra hep beraber yiyeceğiz." "Ben şimdi yesem olmaz mı?" "Olmaz!" "Sana ne kız, yerden bitme... Ağabeye karşı mı geliyorsun sen?" Tabii ki de ciddi kalamıyor, gülüyordu. "Evet karşı geliyorum," diyerek diklendiğimde kaşlarını çatınca adeta miyavlamaya başladım, "Yemesen olmaz mı?.. Yemekten sonra hep birlikte yiyeceğiz, şimdi sen bununla mideni doldurma." Bunun üzerine Muzaffer ağabey, "Boş ver o benim sorunum," dedi ve dil çıkardı öküz. Beni gıcık etmeye bayılıyordu. Ardından tekrar keklere doğru uzandığında tekrar eline vurdum ben de. "Yemeyeceksin ya! Bırak şunu! Hepsini bitirmene izin vereceğimi zannediyorsan, avucunu yalarsın Muzaffer ağabey!" "Bak bak," dedi alayla kaşlarını havaya kaldırırken. "Peki bunu nasıl engelleyeceksin, bacaksız?" Ben ona sinirle baktığım sırada o, -güya gücünü göstererek- kol kasını sıktı ve dilini çıkartarak sırıttı. Buna bir an gülecek gibi oldum lakin kendimi toparlamam uzun sürmedi. Komik bir görüntüydü. "Amcama söylerim seni..." bana gülmeye başladığında, "...amca!" diye bağırdım. "Oğlun uyuzluk yapıyor, döver misin onu?" "Yav he he döver," dediğinde folyoyu yırttı ve üç küçük kek kaparak üçünü de ağzına attı. Sinirle soluduğumda, "Hayvan!" diye söyleyiverdim. Daha sonra hemen pişman oldum çünkü Muzaffer ağabey kaşlarını öyle bir çattı ki, kaşları resmen üst dudağına inecekti. "Az önce sen-" "Çok özür dilerim ağabey... Vallahi ağzımdan kaçtı yoksa sana ben hayvan der miyim? Kesinlikle hayır, tövbe... Hem isminin yanına hayvan, kelimesini koymam bile çünkü olmuyor bak, Muzaffer hayvan..." Tek nefesle söylediğim cümlelere sanki mümkünmüş gibi daha çok kaşlarını çatarak beni kucakladı. "Seni camdan aşağıya sallandıracağım, limoncuk." Beni omzuna almıştı ve başım onun sırtından aşağıya sallanıyordu. Saçlarım neredeyse yerleri süpürürken bacaklarımla göğsünü tekmeledim. "Muzaffer ağabey vallahi özür dilerim ya!.." "Bittin sen bacaksız!" Kurulu sofranın yanından geçtiğimizde amcam yine ya sabır çekiyordu. Yengemin paylamaları eşliğinde ben, gideceğimiz yeri hesaplarken Muzaffer ağabey pencereyi açtı. Beni gerçekten camdan aşağıya sallayacaktı! Bir an bunun olduğuna inanamadım! Çığlık atarak beline yapıştığımda Muzaffer ağabey belimden tutarak beni havaya kaldırdı. Fakat amcam olaya hemen müdahale etti ve Muzaffer ağabeyi engelleyerek beni yere indirmesini sağladı. Saçlarımı düzenleyip sinirle Muzaffer ağabeye baktığımda kahkahalarla gülüyordu pislik. "Oğlum sorunlu musun," dedi amcam Muzaffer ağabeyi paylarken. "Ya kardeşin aşağıya düşseydi?" "Kardeşim bunu hak etti çünkü bana hayvan, dedi." diyerek kaşlarını tekrar çattı ispiyoncu pislik. Aslında ciddi olmadığını biliyordum ama yine de çok utandım. Sonuçta benden büyüktü ve ona hayvan demem çok ayıptı. Amcam bana sorarcasına, "Almina?" deyince hemen kendimi savunmaya koyuldum, "Ya amca ama o da benim keklerimi bitirecekti, yeme dedim yedi... Ben de sinirle şey yaptım işte..." amcam bana kaşlarını çatmış halde bakarken daha çok utandım. "Tamam çok özür dilerim." Amcamın sert yüzü yumuşarken Muzaffer ağabey tatmin olmamışa benziyordu, "Duyamadım canım, ne demiştin?" Yakışıklı şerefsiz! "Özür dilerim," diye tekrar ettim mahcupça ama biraz da sinirlenerek. Muzaffer ağabey bir süre düşünüyormuş gibi yaptıktan sonra tekrar konuştu, "Bir öpücük alırsam barışırız." Gülümseyerek yanağımı uzattım. Daha sonra o da kocaman öptü. "Tamamdır, bacaksız... Zırlama artık." dedi ve sandalyesine yerleşti. "Bir daha duyarsam kemiklerini kırarım ama." Son cümlesine karşılık olarak dilimi çıkarmamak için zor tuttum kendimi. Hızla kafamı sallayarak onu onayladığımda yengem gülümseyerek çorba kâselerine çorbaları doldurdu. Ardından sofraya, elindeki su damlalarını etrafa silkeleyip daha sonra da elini pantolonuna kurulayan Serhat ağabey içeriye girdi. Bana göz kırptıktan sonra o da sofraya oturdu ve çorbasını yudumlamaya başladı. Hepimiz bir süre sessizce yemeğimizi yedik. Ama sonrasında Canan yengem, Muzaffer ağabeyi sorguya çekti. "Bugün erken geldin oğlum?" "Evet ya, işi Murat'a bırakıp biraz kendime izin verdim," dedi ağzına bir parça ekmek atarken. "Sürekli kapalı alan kapalı alan... Bunaltıyor. Ben de işte çıktım dört beş gibi." Muzaffer ağabey bir kafe işletiyordu ve geleni gideni çok olurdu. Özellikle civarda tanındığı için herkes onun kahvesini mutlaka içerdi. "Dört beş gibi çıktın ve şimdi geliyorsun, hım... Neredeydin?" Sevgilisi olduğundan şüphe ediyordu kesinlikle. Yoksa böyle sorguya çekmezdi. Çünkü Muzaffer ağabey son günlerde iş çok diyerek kafeden hep geç gelir olmuştu. "Anne çocuk muyum ben," diye sitem etti Sevgili kuzenim. "Arkadaşlarlaydım, nerede olacağım." "Kimmiş bu arkadaşlar?" Serhat ağabey kıkırdayarak beni dürttü. Ona da eğlence çıkmıştı. Muzaffer ağabey bir süre düşündü ve, "Alev, Bensu, Pelinsu ve Itır'laydım." dedi. "Ne tır ne tır?" "Itır, anneciğim. Itır." "Bir tanesi neyine yetmiyor zibidi," dedi yengem çatalı oğlunun koluna batırırken. Muzaffer ağabey gözlerini devirdi ve annesine şu cevabı verdi, "Fazlası olsun, eksiği olmasın validem." Ardından annesinin yanağından bir makas aldı. "Utanmıyorsun değil mi anneyle dalga geçmeye..." "Anne sen de öyle saçma sorular soruyorsun ki ama..." "Kiminleydin doğru söyle diyorum," diyerek yengem oğluna diklendiğinde Muzaffer ağabey sıkıntıyla ofladı. "Anne kim olabilir Allah aşkına? Melih, Toprak, Sergen, Gökhan, Mert, Azad, Bertan..." Yengem burun kıvırdı ve, "Aman neyse," diyerek pes etti. "Sokak köpekleri sizi... Bertan da mahalleye gelir gelmez atmış kendini sokağa. Dur biraz, değil mi? Soluklan hele." "Sana ne anne? Koskoca herif, istediğini yapar. Allah Allah ya!" "Bize ne zaten... Bize ne zaten de..." diye başladı yengem. "O Özge'yle evlenecek mi, haberin var mı? Gerçi Sevgi abla ölsem oğlumu onlara yedirmem diyordu ama... Bertan'ın gönlü var mı o kızda?" Muzaffer ağabey kaşlarını kaldırarak elindeki kaşığı bıraktı ve sandalyesini geriye doğru itti, "Anlaşıldı... Hadi ben doydum, size afiyet olsun..." daha sonra sadece benim duyacağım şekilde, "... Allah da sabır versin." diye fısıldadı. Canan yengem oğlum nereye, demeye kalmadan koşar adımlarla uzaklaşan Muzaffer ağabeye gülmeden edememiştim. Bunun üzerine Canan yengem somurtarak amcama döndü. "Görüyorsun değil mi, kaçtı oğlun." "Sen çocuğu boğazlarsan tabi kaçar, Canan. Ne güzel sessiz sessiz yemeğimizi yiyorduk, sana ne elalemin çocuğundan... Bertan'ın mürüvveti sana mı kaldı?" "Aman... Merak etmek de kabahat. Hep sen şımartıyorsun bu uşakları, Burhan... Sonra demedi deme." Kısa bir süre sonra tekrar susan yengem bu sefer de Serhat ağabeye dadandı. En sonunda onu da sofradan kaçırınca pes ederek bir daha konuşmadı. Çünkü çatacağı son kişi olan amcam da oğluyla birlikte sofradan kalkmıştı. *** Akşamleyin benim yaptığım keki de alarak parka çıkmaya karar verdik. Hem biraz yürüyüş olurdu, hem de can sıkıntısından patlayan ben için güzel bir fırsattı. Ayrıca akşamları az da olsa hava serinliyordu ve haliyle insanlar kendilerini parklara atıyorlardı. Biz de mini bir piknik yaparız diye Meltem yengem ufak bir termosa çay koydu ve evdeki çekirdekleri depoladı. Mahalle kadınlarıyla toplaşıp dedikodu yapacaklardı çünkü. Allah'ım ya... Ben de keklerimi bir kaba koyarak yengemlerin malzemelerinin yanına koydum. Ardından odama girip kıyafetlerimi çıkardım ve altıma mavi kotumu geçirdim. Üzerine de mavi çizgili, beyaz renkli salaş gömleğimi giyinerek bağladığım saçlarımı açtım. Tokamı da bileğime taktıktan sonra çıkardığım kıyafetleri katlayarak dolaba kaldırdım ve telefonumu alıp odadan çıktım. Bülent amcam ve Burhan amcam malzemelerimizi alarak önden gittiler. Ben de o sıra bizim kızlara haber vermiştim. Öyle gezme meraklısıydılar ki ben daha ayakkabılarımın bağcığını bağlarken kapı alacaklı gibi çalındı. Yengem kapıyı açtığında kızları kıkırdarken görünce gözlerimi devirsem de ben de yanlarına gittim. "Ne çalıyorsunuz kapıyı kız alacaklı gibi," dedi Canan yengem. O sıra Sema atıldı, "Hani parka gideceğiz ya, Canan teyze." Canan yengem sabır çekerek çıkmamızı işaret etti ve bu sayede hepimiz evden çıkmış olduk. Hava kararmış olmasına rağmen dışarısı kalabalıktı. Çoluk çocuk, genç yaşlı, erkek kız herkes dışarıdaydı. Meryem koluma girmiş tek eliyle telefonuna bakarken Sema ve Yaren de havadan sudan konuşarak ilerliyorlardı. Yengemler de komşu kadınlarla birlikte sohbet ettikleri için geride kalmışlardı. Park, Gökalp Mahallesi'nin hemen ilerisindeydi. Parkın ismi Biberoğlu Parkı'ydı ama buranın yerlileri oraya kısaca biber diyordu. Orası çoğu liselinin buluşma noktası olduğu için oraya yavuklular parkı diyen bile vardı. Parkın karşısı tamamen denize baktığı için akşamları her taraf ışıl ışıl oluyordu. Orada akşamları oturmak kadar keyifli bir şey yoktu. Özellikle bir deniz aşığı olarak ben, her Allah'ın günü oraya gitmekten gocunmuyordum. Meryem'le havadan sudan sohbet ede ede çok geçmeden parka yaklaşmıştık. Parka daha varmadan ilk olarak gözüme çarpan kişiler Azad ağabey, Gökhan ağabey ve Mert ağabey oldu. Bir de şu Bertan dedikleri adam da oradaydı. Gökhan ağabey yine zevzek zevzek hareketler yaparken, Mert ağabey onu tersliyordu. Azad ağabey ise oturmuş yanındakilerle bir şeyler konuşuyor, Bertan denen adamsa duvara yaslanmış sigara içiyordu. Adam gerçekten etkileyiciydi. Kara kaşlar, kara gözler filan; bayağı iyi detaylardı bunlar. Fakat bu detayları mahallede tek farkeden kız ben olmamalıydım. Açıkçası umurumda da değildi, ne yalan söyleyeyim. Önlerinden geçerken bizim kızlar selam verince, ben de ne yapacağımı bilemeyerek gülümsedim. Hepsine kısaca bir baş selamı verdikten sonra Gökhan ağabey göz kırparak benim yanağımdan bir makas aldı ve "Vay... Halay başımız da gelmiş... Uğrar mıydın sen buralara ya?" dedi alayla. Gülümseyerek, "Neredeyse her gün buradayım ya," dedim. Buralar dediği de oturduğum sokağın sonuna tekabül ediyordu. Buna karşın Gökhan ağabey kaşlarını yalandan çattı ve, "Benimle halay mı ediyorsun, Almina? Ben neden seni hiç görmüyorum... Yalancı!" diyerek saçma bir espiri yaptı. Kızlar bu espiriyle gülme krizine girip kendilerini neredeyse dağıtırlarken ben sadece kıkırdamakla yetindim. Çok da komik değildi en nihayetinde... "Gün içinde çalışıyor olabilir misin, Gökhan ağabey?" Biraz düşündükten sonra, "Mantıklı lan." diye cevap verdi. Ve böylelikle bu sebepsiz konuşma burada son bulmuş oldu. Az sonra yengemler de bize yetişince Gökhan ağabey onlara da selam verdi. Azad ağabey ise ileride sevgilisini gördüğü için onun yanına gitti fakat Mert ağabeyin canı bir şeye sıkkın gibiydi. Mert ağabey genel olarak agresif bir adam olduğu için canını, havada uçan kuş için bile sıkmış olabileceğinden bunun sebebini pek düşünmedim. Herkes birileriyle konuşurken, sap gibi ortada dikildiğimi fark ettim. Fakat konuşmalarına da dahil olmadım. Onun yerine etrafa bakınmaya başladım. O sıradaysa Bertan denen adamla gözlerimiz çakıştı. Beni mi izliyordu bu adam? Yok canım... Sanki kötü bir şey yapıyormuşum gibi bakışlarımı kaçırdığımda, birisi bana öyle bir çarptı ki az daha yeri boyluyordum. Dengemi kaybettim ama o sırada yanımda olan Sema'dan tutunduğum için düşmedim. Bir an şaşırmıştım, çünkü buna hazırlıksız yakalandığım için ister istemez afalladım. Bir de bana çarpan kız, "Önüne bak!" diye çıkışınca istemsizce kaşlarımı çatmıştım. Gözümün içine baka baka bana çarpmıştı, bir de bana mı önüne bak diyordu? Sema beni arkasına çekerek, "Asıl sen önüne bak, yosma!" diye bağırdı. "Kıza bilerek çarptın, görmedik sanki." "Neden o konuşmuyor? Ağzı yok mu?" Bana çarpan kız kahkahalarla gülerken Sema'yı o anki sinirle ittirdim ve önüne ben geçtim. Sema bu hareketimden ötürü şaşkına dönmüştü. "Var tatlım. Kör müsün?" Diyerek ağzımı gösterdim. Kahkahası aynı anda soldu. "Sen bana az önce kör mü dedin?" Diye sordu. "Evet... Henüz biraz önce de hayvan gibi çarptığını varsayarak bu ihtimal çok da absürt olmasa gerek." "Sen kime kör diyorsun be, sarı orospu!" Orospu derken? Ben bu kızı dağa taşa taşa vurarak suyunu çıkartırdım be! Niyeti de zaten kavga çıkarmaktı, belliydi. Son cümlesinden sonra saçıma yeltendiğinde ona fırsat vermeyerek suratına öyle bir tokat geçirdim ki, kızın feleği şaştı. Ama daha sonra maalesef ki, saçım uzun olduğu için saç tutamlarımı yakaladı ve çekmeye başladı. Fakat o kadar sinirlenmiştim ki o an bana bir güç geldi ve aynı şekilde kızın saçlarını nasıl çektiysem saç tutamları elimde kaldı. Etrafta bir bağırış çığırıştır ki koparken kızın karnına tekmeyi geçirerek saçından tekrar tuttum. Fakat bu sefer saçından tuttuğum gibi arkadaki duvara kafasını gömdüm. Olanca gücüm sanki tırnaklarıma toplanmış gibi kızın tenini çizdiğimde kanı parmaklarıma bulaştı. Birbiri arkası suratına indirdiğim tokatlar neticesinde kız nefes alamayacak hale gelmiş, bense daha da çok hırslanmıştım. "OROSPU SANA DERLER GERİ ZEKALI!" Diye bağırdığımda suratına yumruğu geçiriyordum ki, birisinin ellerini belimde hissettim. Ardından belime bir çift kol sarıldı ve beni havaya kaldırarak biriken kalabalığın içinden çekip kurtardı. Ölesiye gözüm dönmüştü. Beni tutan her kimse ona aldırmadan debeleniyor, kafasını yumrukluyordum, "Bırak! BIRAKSANA! Bırak da şu yolluyu geberteyim! OROSPU ŞEYTAN! Bana orospu diyemezsin! OROSPU SENSİN!" Ar damarıma basmıştı dilber! Yani şu an beni bıraksalar kesinlikle sağ kurtulamazdı ellerimden. Kafasını yumrukladığım kişinin gülme sesleri kulaklarıma değdiğinde nihayet birisinin kucağında olduğumun farkına vardım. Beni tutan kişi her kimse, kafasının üzerindeki saçlar simsiyahtı. "SEN KİMSİN BE! BIRAKSANA LAN BENİ!" Sahi... Beni kim tutuyordu? Sırtım duvarla buluştuğunda kıza küfürler savurmaya devam ediyordum. O kadar sinirliydim ki, duvarları tekmeleyip yumruklayarak mahalleyi insanların üzerine yıkasım geliyordu. Fakat daha sonra bir ses, dikkatimi dağıttı. Bir erkek sesiydi bu. "Şşş..." dedi ağzımı kapatarak. "Söylediğin şeyler çok ayıp... Bunları söylemek için biraz küçüksün sanırım." İrkilerek önüme baktığımda şok geçirmem bir oldu. Bertan denen adam beni duvarla kendi arasında sıkıştırmıştı. Bu da neydi böyle? Tenhalarda bizi biri görse neler olurdu kim bilir! Bir panik dalgası beni esiri altına aldığında kalbim ağzımda atmaya başladı. Bedenime sirayet eden ısının yanaklarıma toplandığını hissettim. Hem sinirliydim, hem de şu durumda korkmuştum. "Bırak beni," dedim yatışan sesimle. Sesim yatışsa dahi korkum hala tazeydi. Tanımadığım bir adam beni, hiç de kalabalık sayılmayacak bir yerde sıkıştırmıştı. Buna korkmamam anormal olurdu. "He, bırakayım da git kızı parçala." "Sinirlendirmeseydi o zaman beni," diyerek sitem ettim. O da kollarını iki yanıma koyarak beni kilitledi. "Senin sinirli yanın da mı varmış," dedi gülerek. Gözleri kapkara, dipsiz bir kuyuyu andırıyordu. "Bunu görmek çok eğlenceliydi, sarışın." Bana sarışın demesi tuhafıma gitmişti ama renk vermemeye çalıştım, "Bana küfretti... Neresi eğlenceliydi? Ne oros..." bir an göz göze gelince utanarak bakışlarımı kaçırdım. "...ne şeyliğimi görmüş ki bana şey diyor." "Neyliğini görmüş?" "Şeyliğimi... Şeyliğimi işte." "Tamam da neyliğini?" diyerek üstelediğinde ona tip tip baktım fakat ne kadar başarılı olduğum tartışılırdı. Bu hareketime güldü. "Az önce bağırarak dile getirdiklerini şimdi neden söylemiyorsun, sarışın?" "O zaman sinirliydim çünkü." Diye çıkıştım. Bana kaşlarını çatınca yine utandım. "Vallahi beni şaşkına çevirdin," dedi tek eliyle uzun saçlarımı okşarken. "Hiç de dişli bir kıza benzemiyordun ama... Sarı kedinin içinden vahşi bir aslan çıktı, desene." O benim saçlarımı incelerken ben de onun yüzünü incelemeye koyuldum. Karanlık olduğu için yüzünü pek de seçebildiğim söylenemezdi ama yine de görebiliyordum; kemikli çehresine kirli sakal yakışıyordu. Lakin şu an kara kaşı kara gözünden ziyade, burada olmamızın amacını çözmem gerekiyordu. Bu yüzden onu incelemem uzun sürmedi. Ama aniden gözlerimiz buluştu. Burada çok uzun kalmıştım, daha fazla kalmamalıydım. Birisi bu pozisyondayken görürse bizi çok yanlış anlardı. Peki ya benim can güvenliğimden öte, çıkacak dedikoduları önemsemem?.. "Benim gitmem lazım..." "Niçin?" Dedi düz bir sesle. "Amcamlar merak eder beni. Ayrıca... Biri bu şekilde beni görse çok yanlış şey eder..." "Ney eder," dedi uyuz uyuz. "Anlar, yanlış anlar!" Beni kendi ile duvar arasında daha çok sıkıştırınca, "Öyle bir şey olmaz," dedi. "Kimse yanlış anlayamaz." Gözlerini dudaklarıma diktiğinde biraz daha yaklaşınca onu tüm gücümle ittirdim. Buna hazırlıksız yakalandığı için gerilemek zorunda kaldı. Tıpkı koşmuşum gibi nefes nefeseydim. Yüzüne baktım. Kaşları çatıktı. Bu manzarayı uzun süre izlemek istemediğimden, "Gitmek zorundayım." diyerek yanından hızlı adımlarla uzaklaştığımda bu sefer arkamdan bağırdı. "Seni ilk gördüğümde de böyle gittin. Ama mutlaka seni yakalayacağım, sarışın. Beni unutma! Zaten istesen de unutamayacaksın çünkü adımını attığın her yerde benim adım geçecek!" Az daha arkasından boş yapma diye bağıracaktım ama nedense kendimi tuttum. Bunun yerine adımlarımı daha da hızlandırmıştım ki, tekrar birine çarptığımda ödüm patladı. Çarptığım kişi, Canan yengemden başkası değildi. Endişeyle yüzüme bakıyordu. "Almina, canım iyi misin?" "İyiyim yenge, korkma." "Neredeydin," diye sordu kuşkuyla. Bir an kötü bir şey yapmışım gibi panikledim. "Şey ben..." yengem, gözünü arka tarafa diktiğinde kesinlikle hala kapkara gözlerini sırtımda hissettiğim Bertan'a bakıyor olmalıydı. Daha sonra yeniden bana döndü. "Onun yanında mıydın?" Diye sordu Bertan denen adamı kastederek. "Şey sadece... Sakinleşmeme yardımcı oldu... Boş ver yenge, hadi gidelim." Kolundan tutup çekiştirdiğimde yengem, bana bakarak gülümsedi. Ama bu gülümseme kesinlikle içinde bir hinlik barındırıyordu. "Öyle olsun bakalım," diyerek göz kırptı ve koluma girerek olay yerinin yolunu tuttuk.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE