Ocakta fokur fokur kaynayan çay suyunun altını iyice kısarak küçük demlikteki çayı, bardağın çeyreği kadar doldurdum. Ardından suyu da üzerine ilave ettikten sonra, bardağı bardak altlığına yerleştirerek onu da tezgahın üzerine bıraktım. Artık bardağı içeri götürmenin vakti gelmişti.Fakat öncelikle gülmekten yaşaran gözlerimi kurulamalı, daha sonra ise epeyce sakinleşmeliydim. Aksi takdirde gülmekten elimdeki çay, Belalı'nın üzerine en feci şekilde dökülebilirdi. Boğulduktan sonra bir de onu yanarken görmeyi kaldıramazdım.
Aslında çok da komik değildi. Adam boğuluyordu en nihayetinde. Hatta sırf bunun için bile nefessiz kalıp ölebilirdi. Ama neyse ki, içeriden gelen öksürük sesleri çok geçmeden kesilmişti. Cidden, o adam bir anda nasıl öyle boğulabilmişti? Aklım almıyordu.
Mutfakta çok oyalandığımı fark ettiğimde, kendime bir çeki düzen verme vaktimin geldiğini anladım. Ardından kendimi elimle yelleyerek saçımı başımı düzelttim ve gözümdeki yaşları iyice kuruladım. Bardağı da elime alarak derin bir nefes verdiğimde, ağzımdan çıkacak olan son kahkahayı da tutarak odaya doğru yöneldim.
Mutfaktan çıktıktan yaklaşık beş veya altı adım sonra hemen sola saptığımda, ilk olarak Belalı'nın masada sessizce oturduğunu gördüm. Suratında dehşet verici bir ifade vardı ve bu, beni daha fazla kahkahaya sürüklemekten başka hiçbir işe yaramıyordu ne yazık ki. Fakat yine de kahkahalarımla olan mücadelemi ben kazandığım için şanslı sayılırdım.
Tabi, Belalı'nın atmaca gibi gözleri beni bulmasaydı...
Dudaklarımı ısırarak başımı başka tarafa çevirdiğimde, elimdeki çayı hızla onun önüne bıraktım ve, "Buyur, Bertan ağabey." dedim. Bertan ve ağabey kelimesinin arasında bir nokta varmış gibi ikisini de vurgulamıştım. Bunu neden yapmıştım bilmiyordum ama maksadım kesinlikle kendi çapımda eğlenmekti.
Belalı'nın o esmer suratı boğulduğundan mıdır nedir bilmem, kireç gibi olmuştu mübarek. Söylediğim son cümleme karşın garip bir şekilde bozararak geriye doğru yaslandı. Bu durum daha da komiğime gitti.
"Ben de doymuştum zaten. Boşuna zahmet etmişsin."
Canan yengem hemen oradan atılarak, "Aaa... Hiç olur mu öyle şey, oğlum... Ne yedin ki? Biraz daha ye, gençsiniz siz." diyerek telkin verdi fakat buna aldırmayan Belalı, çok geçmeden ayaklandı. Ne olmuştu bu adama yahu? Az önce ne güzel gülüyordu sofrada... Şimdi ise suratında garip bir öfke vardı. Belki de boğulduğu için rezil olduğunu filan düşünüyordu. Mesela ben bir sofrada Belalı gibi hunharca boğulup ölme tehlikesi atlatsam, bir daha kimsenin yüzüne bakamazdım.
"Yok Canan teyze. Bu kadarı kafi. Size afiyet olsun." Belalı bana son bir kaçamak bakış attıktan sonra kapıya doğru yöneldi. Amcamlar ona kalması için binbir türlü dil döktü. Fakat o, yine de kimseyi dinlemedi. Tabi adamın yedikleri boğazında kalmıştı daha yer miydi? Belalı tam kapıdan çıkacakken Canan yengem arkasından yetişti ve onu çevirdi. Bunu neden yaptığını pek anlamasam da merakla olacakları izledim.
"Annene söyle, yarın pikniğe gidiyoruz. Üstelik sen de geliyorsun, itiraz istemiyorum,"
"Ama ben-"
"Sana söz hakkı tanıyor muyum oğlum ben? Hem bütün arkadaşların geliyor. Sen gelmezsen olmaz."
"Canan tey-"
"Kes sesini, Bertan. Geliyorsun dedim, o kadar!" Diyerek restini çeken yengeme hayretler içinde bakakaldım. Boyunu geçen heriflere bile rest çekiyordu ya, bu kadın gerçekten alfaydı. Hayatımda bu kadar cadoloz birini görmemiştim. İnsanı resmen emrivakiyle kandırıyordu. Belalı'yı iki dakikada tav etmişti. Adam, yengemin son sözlerine karşın ağzını dahi açamamıştı adeta. Boşuna demiyordum ben, bu Canan yengemden korkulur diye. Mahalle gençlerine bile sözünü geçiriyordu. Sadece mahalle gençleri değil, tüm mahalleliye sözü geçiyordu. Gerçi... Canan yengemin sözünün geçmediği hiçbir yer yoktu, o ayrı konu tabi. Çılgın yenge, Gökalp'i coşturuyor!
Belalı, Canan yengemi onaylayıp derhal evden çıktı. Ardından yengem, ilk önce elini beline koyarak beni şöyle bir süzdü. Ben ona bön bön bakmaya devam ederken bir anda kahkaha atmaya başlayınca olduğum yerde sıçradım. Anlaşılan gelmişlerdi yine...
Dış kapıya yaslanıp aşağıya doğru çökerek gülmeye devam ettiği sırada, "Herif nasıl da bozardı," diyerek daha çok gülmeye başladı. O an gözlerimin önüne geldiğinde, yengemin kahkahalarına eşlik etmekten kendimi alamamıştım. Harbiden yahu, o neydi öyle?..
***
"İşte sonra şey oldu... Ben..."
"Sen?"
"Şey işte... Ya... İşte götürdü beni-"
"Nereye?"
"Şeye..."
"Nereye!"
"Şey..."
Eğer karşınızda size merakla bakan bir yengeden daha kötüsü varsa, o da karşınızda size merakla bakan iki yengenizin olmasıydı. Misafirler ve amcamlar gider gitmez Canan yengem dünkü olayı Meltem teyzeme yumurtlamış, ikisi de cimcikleye cimcikleye etimi morartmışlardı. Hayır yani, ikisi de gerçekten tam bir çatlaktı.
Meltem yengem ani bir hareketle kolumdan tutup "Kızım söylesene çatlatma adamı!" diyerek ittirince, koltuktan aşağı uçtum. Artık isyan bayraklarını çekme vaktim gelmişti, yeter yahu! Biri yataktan düşürür, biri koltuktan düşürür... Ben de insandım ya! Neredeyse yarım saattir ikisi de gözleriyle gözlerimi oymuştu.
"Yeter ya," diye sitem ettim. "Ne oluyor? Ne bu sorgu? Yanlış bir şey yapmışım sanki..." Ardından tereddüt dahi etmeden bir anda, "Alt tarafı çiğ köfte yemeye gittik, bu ne ya! Sanki adamla... Tövbe tövbe..." deyiverdim. Ama demez olaydım...
Canan yengem sinir küpüne döndüğü sırada, ayağındaki terliği kaparak bana döndü, "Ne dedin kız sen?" dedi önce öldürücü derecede bir sakinlikle. Fakat ardından başladı çığırmaya.
"BİR DE UTANMADAN ÇİĞ KÖFTE YEMEYE GİTTİK DİYOR, GEBERTECEĞİM KIZ SENİ!" Daha sonra terliğiyle popoma vurmaya başladı.
"Ya yenge yapma acıyor... Ah... Yenge... YENGE!" Diye hönkürerek bu kez kaçmaya başladım.
"Kız biz sana çiğ köfte yasak demedik mi, yelloz!"
Yengem sayesinde evi yüz kez tavaf etmiştik. Oraya dön, buraya dön, yine de o terliklerden kurtulamamıştım. Vicdansız terlikler değdiği yerleri kurşun misali delip geçiyordu adeta. Can yakıyordu bir kere. Ama suç bendeydi, ne diye kendimi ele veriyordum ki?
Canan yengemi en sonunda sakinleştiren Meltem yengem oldu. Meltem yengem, onu koltuğa oturttuğu sırada Canan yengem, beni gördükçe ileriye doğru atılarak hala bana saldırmaya çalışıyordu, deli kadın. Şu an öyle bir muamele görüyordum ki Canan yengemden, sanki kocasını ayartmıştım. Alt tarafı bir çiğ köfte yemiştim yahu. Üstelik tamamını yiyememiştim bile!
Dün akşam baştan sona olan her şeyi iki yengeme de ucu bucağına anlattım. Canan yengem hala çiğköfte yememde kaldığı için arada bir etimi cimcikleyerek beni çığırtmıştı hatta hala daha söyleniyordu.
"Bir daha çiğ köfteyi ağzına sürersen seni öldürürüm."
Canan yengemin bu cümlesine karşın dehşetle gözlerimi açtığımda, "Ya yenge!" diyerek isyan ettim. "Neden ama?"
Oradan Meltem yengem atıldı, "Neden olduğunu sen daha iyi biliyorsun... Onu, elin adamıyla bir yerlere gitmeden önce düşünecektiniz, Almina Hanım."
Aslında haklıydı. Ben Bertan denen adamı henüz tanımıyordum bile. Yalnızca birkaç günlüktü benim için. Ne demeye onunla gitmiştim, gerçekten bilmiyordum. Asıl mesele, o bana neden illa onunla gitmem konusunda diretmişti? Yani, bana göre oldukça garip bir durumdu. Hatta onun beni çağırdığını yengemlere anlattığımda ikisi de anlamaksızın birbirlerinin yüzlerine bakmışlardı. Bana sorsalar, benim de bu konu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bana yalnızca tanışmak için bunu yaptığını söylemişti ama itiraf etmeliyim ki yine de garipti.
Meltem yengem bana gözlerini kısarak baktı ve, "Almina?" dedi. "Bize her şeyi anlattığından eminsin değil mi?"
Gözlerimi devirerek, "Tabii ki de evet, daha ne olacaktı." diye yanıtladım. Fakat Meltem yengemin aksine Canan yengem hiç tatmin olmuşa benzemiyordu. Hem başka ne olabilirdi ki Belalı ve benimle ilgili?..
"Bilemiyorum artık... Dün gece sokakta aranızdan su sızmıyordu da... Hani dedim, ne oluyor... Saçları okşamalar, kolu tutmalar filan..."
Ben Canan yengeme şokla bakarken, bunları ilk defa duyan Meltem yengem, "NE!" diye cırladı. "Kız ciddi misin sen, Canan abla?"
"Tabi ya. Bizim bu yelloz varya... Hiç az değil."
"Yuh yani Canan yenge," dedim utançla alev alev yanarken. "Ne diyorsun sen Allah aşkına? Hiç olur mu öyle şey, ağabeyim yaşındaki adamla..."
Buna karşılık Canan yengem, "Sus, konuşma." dedi. "Gözümle görmesem inanacağım sana, sarı çiyan."
Bizi o halde gören yengem bile yanlış anladıysa, mahalle sakinlerini düşünemiyordum bile. Bu durum cidden hiç iyi olmazdı. Ayrıca çok utanmıştım. Resmen odada volta atarak tırnaklarımı kemiriyordum.
"Ya Canan yenge, bak, saçmalıyorsun! Vallahi bir şey yok, yemin ederim ki aklımdan bile geçmedi. Hem ben ne anlarım ki öyle şeylerden... Özür dilerim, bir da-"
İki yengem de bana kahkahalarla gülmeye başladıklarında ilk başta eyvah dedim. Kesinlikle bana inanmamışlardı ve bu çaresiz halime gülüyorlardı. Gerçekten ne yapacağımı bilmez bir halde elimle yüzümü kapattım. Ne kadar salaktım ben ya... O herifin bu kadar ileri gitmesine göz yumarak en büyük salaklığı yapmıştım. O kimdi ki ben ona güveniyordum ya!
Meltem yengem kahkalarının arasından Canan yengeme bakarak, "Kız vallahi saf bu," dedi ve elinin tersini diğer eline vurdu. "Vallahi de billahi de saf." Yüzüm utançla yanarken hiçbir şey söylememeyi tercih ederek bir köşeye çekildim.
Ardından Canan yengem devam etti, "Ay Almina... Sen adamı verem edersin. Biliyoruz zaten senin bu tür şeylere aklının ermeyeceğini... Çünkü salaksın. Bunu Bertan bile fark etmiş, e bu salaklığını da birazcık kullanmadan edememiş çocuk n'apsın."
"O ne demek ya," diye cırladım. "Kim beni kullanmış? Parçalarım o adamı vallahi! O kim ki beni kullanacak?"
Meltem yengem son cümlelerime karşın, şu sözleri sarf ederek olayı burada noktalamış oldu:
"Sen ilk önce adamın gözlerine doğru düzgün bir bakabil de, ondan sonra ne yapıyorsan yap, şekerim. Olay tam da burada bitiyor zaten. Gözler ve derinlikleri. Belki de oralarda bir yerlerde kendini göreceksin."
Dediklerinden pek bir şey anlamasam da, içinden çekip alabildiğim bazı noktalarda haklılık payı vardı. Haklı olduğu tek bir şey varsa, mesela o da gece karası gözlerden kaçtığım gerçeğiydi. Çünkü biliyordum ki ben, gözlerin yükünü üzerimde taşıyamazdım, özellikle de o gözler bende garip hisler uyandırıyorsa...
***
Bertan'dan...
Hayatımda hiç bu kadar rezil bir duruma düştüğümü hatırlamıyordum. Sofrada neredeyse ölümle burun buruna gelmiştim ve bu durum epey bir canımı sıkmıştı. Canını sıkan tek şey bu mu, diyerek beni çıldırtan iç sesime sert bir yumruk indirmek istiyordum. Bu aralar garip bir şekilde kendime yabancılaşmıştım. Acaba ergenlik yeniden mi nüksetmişti anlamıyordum ki. Hayır yani, ben, ergenken bile bu tür duygulara yer vermemiş bir insandım. Şimdiyse elim ayağım adeta birbirine dolanıyordu. Tıpkı sert bir kayaya çarpmış ve sersemlemiş gibiydim.
Hani bir insan alkol aldığı zaman yaptığı şeyleri kontrol edemezdi ya, ben de tam anlamıyla bunu yaşıyordum. Karşıma geçmiş bütün masumiyetini gözler önüne seren o kızı görünce kafam bulanıyordu. Alkolün verdiği sarhoşluğa alışık olabilirdim ama bir kadının verdiği sarhoşluğa... Ah, bilmiyordum. Bu tür şeylere oldukça yabancıydım ben.
Sabahtan beri kafamı ütüleyen Gökhan'ın kafasına bir tane geçirdiğimde daha fazlasını istercesine kaşınmaya başladı. Bu adam bugün yürek yemişti herhalde. Çünkü bunun başka bir açıklamasını bulamıyordum. Kahvaltıdaki olaydan beri sevdiğim kız bana ağabey deyince diyerek oturduğu yerde ritim tutup şarkı söylüyordu. Komik de değildi ki hep beraber oturup gülelim!
En sonunda dayanamayıp, "Ulan şerefsiz," dedim ve kıçına doğru bir tekme savurdum. "Kes lan sesini! Bu konu hakkında tek bir ima dahi duymak istemiyorum."
Herif bir de pişkin pişkin, "Popomun ne suçu var?" deyince öfkeden dişlerimi gıcırdatmaya başlamıştım bile. Bu herif asla adam olamayacaktı.
"Gökhan," dedim ona sahte bir gülümseme yolladığımda. "Popona başka şeyler yapmamı istemiyorsun değil mi kardeşim?"
Gökhan bunu anladığı halde anlamıyormuş gibi yaparak, "Ne gibi?" dedi ve göz kırptı. Ben de, yapacaklarımdan sadece basit bir örnek olan o şeyi göstermek adına ileride, sokağı aydınlatan lamba direklerinden birini gözlerimle işaret ettim.
"Mesela şu direğe o güzel poponu oturtmak gibi. Ne dersin, güzel fikir öyle değil mi?" Bu cümleme rağmen benden asla etkilenmedi.
"Gökhan'ın ne suçu var, anlamıyorum ki... Adam sadece şarkı söylüyor, hayır yani suç mu şarkı söylemek? Söyle kardeşim, söyle... Ben senin arkandayım."
"Seni de o direğin hemen arkasındaki başka bir direğin üzerine oturtayım ha? İster misin Azad?"
Mert kolunu boynuma atarak, "Ah be kardeşim. Sen de ha... Aramıza hoş geldin." dedi. Ardından kolunu hızla kendimden uzaklaştırdım.
"Ne hoş gelmesi," dedim sertçe. "Yok öyle şey. Kafanızdan uydurmayın!" Üçü birden bana, sanki kafamın üzerinde iki anten çıkmış gibi baktılar.
Acaba bir şeyleri çok mu belli ediyordum? Çünkü ilk defa yaşadığım duyguları henüz tarif edebilmem imkansızdı. Aynı şekilde o duyguları bir şekilde gizleyebilmeyi veyahut dışarı yansıtabilmeyi de bilmiyordum. Bütün bu olanların formülü ise hepsinden daha karışıktı zaten. Her şeyi şıp diye anlayabilen ben, bu sefer kendimi anlayamıyordum. Fazla karışıktım.
Azad'ın sesi ise aniden düşüncelerimi dağıttı, "Kıza nasıl baktığını görmesek inanacağız sana. Neden inkar ediyorsun?"
"İnkar etmiyorum," dedim inatla. "Sadece... Ne bileyim lan ben!"
Kelimelerin bazen bir bıçak gibi karşıdakine saplanabildiği gerçeğini bile bile kimi zaman o kelimeleri karşımdakine saplamaktan hiç çekinmeyen ben, şu durumda konuşmaya dahi cesaret edemiyordum. Sahi, neydi beni bu kadar zorlayan?
Hayatımı hep belirli bir düzene göre yaşamış bir adamdım. Benim için iş ayrı, arkadaş ayrı, eğlence ayrı ve aile ayrıydı. Nerede ve nasıl davranılması gerektiğinin -aile terbiyesi gereği- farkında olan biriydim ve bu duruma hep dikkat ederdim. Açıkçası genel olarak planlı hareket ediyordum. Hatta sırf bu yüzden işimi hakkıyla yaptığımı öne süren patronlarım vardı. Fakat her ne olduysa, şu son birkaç gün içinde gerçekleşti.
Konsantrasyon eksikliği, dalıp gitmeler, birtakım garip şeyler...Çok saçmaydı. Hangi aptal, kına gecesinde halay çeken bir kızı gördüğü günden beri aklından çıkartamazdı ki? Birisi bana önceden böyle bir olayını anlatsa küfrederek restimi çeker ve üstünü üstlük sağlam bir de dalga geçerdim. Gerçekten gülünecek bir olaydı. Ama kendi başıma gelince gülmek yerine, kimi zaman bunu düşününce kendimi tıpkı bir aptal gibi sırıtırken buluyordum. Ne tür bir lanetin içindeydim bilmiyordum ama o lanetten çıkmak için çaba da sarfetmiyordum. Dediğim gibi, epey bir karışıktım.
Çocuklardan ayrılıp kendimi hemen birkaç adım ötede olan sahile attığımda, bir banka oturup düşünmeye başladım. Kendimi tıpkı bir ergen gibi hissediyordum. Bir hayatı sorgulamadığım kalmıştı, onu da şimdi yapıyordum işte.
Hayat gerçekten garipti. Şu hayatta abartılan duygulara hiçbir zaman anlam yükleyemezdim. Genel olarak insanların yücelttiği şeylerden nefret eden bir insandım. Onların gözlerinde büyüttüğü objeler veya kişiler -her neyse artık- itici gelirdi. En basitinden, lisede her zaman okulun popülerleri olmuştur. Bizim lisede okulun popülerleri -bizim dışımızda- birkaç kız ve erkekten oluşuyordu. Okuldaki tüm erkekler o kızları, tüm kızlar da bizi över de överdi. Ben bunu aptallık olarak nitelendirmişimdir her zaman. İşte bu yüzden kafam karışıyordu. Ben, birilerinin kaşına veya gözüne vurulacak bir adam değildim. En fazla güzelmiş, der geçerdim.
Cidden nasıl oldu, anlamadım; bir arkadaşımın eşinin kına gecesine tesadüfen girdim ve bir sarı kafa gördüm. Halay çekiyordu, hem de adeta tepinerek! Dümdüz saçları yüzüne düşmüştü, saç tutamları ise bir o yana bir bu yana savruluyorlardı. Saçları upuzundu, parlak ve sapsarıydı; kipriklerine kadar sarıydı o kız, gözleriyse gökyüzü kadar maviydi; dolgun, renkli dudakları vardı; ihtişamlı değildi hatta belki de sıradandı fakat dozundaydı giyindikleri, yani ilgi çekmek için diğer kızlar gibi giyinmemişti. Boyu öyle çok uzun değildi, vücut hatları da göz doldurmuyordu. Ama yine de çok güzeldi.
Üst katta kendisini gören erkekleri fark eder etmez rahatsız olmuştu, bu çok hoşuma gitti. Nedeni kıskançlık değildi, dikkat çekmeyi pek fazla tercih etmemesi beni bir hayli şaşırttı. Çünkü onun gibi güzel kızlar, genelde dikkat çekmeyi severlerdi ya da ben yalnızca öylelerine denk gelmiştim.
Gözlerimi ondan alamadığım bir sırada gözlerimiz buluştu. Fakat o, yine bundan rahatsız oldu ve bu yine çok hoşuma gitti. İddiasına bile girebilirdim ki, orada o şekilde başka bir kıza baksam, sorgusuz sualsiz gelirdi yanıma. Tıpkı kendisi gibi, ismi de güzeldi; Almina.
Cebimden çıkardığım sigara paketinden bir dal sigara aldım ve onu dudaklarımın arasına yerleştirdim. Serin bir rüzgar yüzümü yalarken elimi sigaranın ucuna siper ederek çakmağı ateşledim, ardından yanan sigaramdan bir dumanı uzunca içime çektim. Nefesimi dışarıya verdiğimde, rüzgara karışan sigara dumanı anında yok oldu. Ve sigara deyince, yine bir anı zihnimin boşluklarından içeriye doğru süzüldü.
Almina'nın kavga ettiği o gün geldi aklıma... Dudaklarımdan başlayarak yüzüme sirayet eden o gülümsemeye engel olmamıştım. Bırak! BIRAKSANA! Bırak da şu yolluyu geberteyim! OROSPU ŞEYTAN! Bana orospu diyemezsin! OROSPU SENSİN!
Öfkeyle söylediği kelimelerden daha sonra utanması ve onları söyleyememesi... İlk defa böyle biriyle karşılaşıyordum. O küçüktü. En azından bana göre çok küçüktü. Belki de bunu yapmamam gerekiyordu ama elimde değildi. Elimde olamıyordu.
İlk sigaramdan hiçbir şey anlamadığım için bir tanesini daha kendime çok görmedim. İkinci dalımı yaktığımda ise aklıma, onun kafedeki halleri geldi. Çocuksu ve sevimli olması, beni ona çeken yegane şey olabilirdi. Farklıydı bir kere.
Zihnime süzülen bir diğer anı ise, beni kapak ederek maçta tam doksana bir gol çakmasıydı. Şaşkınlıktan, sevinçten ve biraz da fırsatçılıktan olsa gerek; onu öpmüştüm. Gerçekten muazzam bir andı benim için. Üstelik onun bu duruma şaşırmasına bile olanak tanımayan takım arkadaşlarım sağ olsun, bu işten ucuz yırtmıştım.
Aslında her ne olursa olsun onu bu şekilde -yani o istemezken veya savunmasızken- öpmemeliydim. Yani, bu çok yanlıştı. Sırf kendi hislerim uğruna başkalarının hislerini hiçe sayamazdım. Özellikle söz konusu kadınlar olunca -istisnalar dışında- biraz hassas davranıyordum. Ama o gün bu durumu hiçe sayarak herkesin içinde onu öpmüştüm. Hatta o anın heyecanından arada kaynadığım için şanslı bile sayılabilirdim.
Mesela Almina, o kızla kavga ettiği gün bile onunla yalnız kaldığımızda çıkacak olan dedikoduları düşünen bir kızdı. Onun yerinde mahalleden başka kız olsaydı, olacakları tahmin bile edemiyordum. Ama bu umurumda bile değildi.
Üçüncü dal sigaramı yaktığımda ise aklıma, çiğ köfte yiyişi ve benimle laf yarıştırması geldi. Utangaç olmasına rağmen bu kadar güzel kendini ifade edebilmesi de kendi marifetiydi.
Gecenin karanlığı gökyüzünü bir perde gibi örttüğünde, akşam vakti kara bir boşluğu andıran denize dalıp gitmiştim. Düşüncelerimin de tıpkı deniz gibi zihnimde dalgalanırken ayağa kalktım ve sigara paketi ile çakmağımı cebime sıkıştırarak banktan ayrıldım.
İleride top oynayan mahalle çocuklarının topu ayağımın dibinde durmuştu, kalelerine sağlam bir gol geçirdiğimde, Bertan ağabey oley diyerek gol kazandırdığım taraf bağrışmaya başladı. Diğer takımın ise haksızlık diyerek isyan etmesi kulağıma çalındı. Çocukların oyununu eşitlemek adına diğer tarafa da gol attığımda yine isyanlar başlarken, kalede duran esmer bir erkek çocuğunun saçlarını karıştırarak yanlarından ayrıldım ve onları oyunlarıyla baş başa bıraktım.
Şimdi çocuk olmak vardı: ne güzel bizimkilerle mahalledeki evlerin camlarını taşlıyor, zillere basıp kaçıyor olurduk. Otuza merdiven dayadığım günlerden beri çocuk olmayı özler hale gelmiştim. Ne de olsa yaşlanıyordum artık. Bu bir kabus olmalı!
Ellerim ceplerimde, sokağın ortasında yürürken ayağımın önüne gelen bir taşa tekme atarak düşüncelerimden sıyrılmak istedim. Keşke düşüncelerime de tekmeyi vurduğum gibi önlerini alabilseydim... O zaman her şey daha kolay olabilirdi belki.
Evime varmak adına köşeyi dönmeden hemen önce bir müzik sesi işittim. Müziğin sesi çok şiddetli değildi lakin duyulabiliyordu. Sözlerini pek seçemesem de onun bir şarkı olduğunu anlamam uzun sürmemişti. Biraz daha yaklaştığımda şarkı çoktan bitmişti ama o şarkıyı açan kişi her kimse, tekrar baştan açtı.
Biraz daha ilerleyip köşeyi döndüğümde görüş alanıma giren ilk şey, tıpkı düşüncelerime de aniden girdiği gibi sarı saçlardan başkası değildi. Bir binanın girişine oturmuş, arkadaşlarıyla bir yandan muhabbet ediyor, bir yandan da çekirdek çitliyordu. Aynı zamanda da o muazzam gamzelerini gözler önüne sermişti. Onun gülüşlerinin ardından şarkı çalmaya devam ederken, ben de durduğum duvar dibine yaslanarak biraz onu seyrettim.
Bir ateş ki alev alev yanar içimde
Saçının kokusu kaldı ellerimde
Yatağımda deli gibi döner dururum
Dolaşır sanki hayalin hala tenimde
Dolaşır o hayal sadece tenimde değil, zihnimde, benliğimde...
Ne sen unuttun ne ben unuttum
Aldatma kendini gel
Yanıyor içim eriyor içim
Eskisinden de beter
Eskiden içim mi yanardı, erir miydim ki ben; seninle tanışına kadar, Almina?
Gel gel sarışınım gel, gel sana alışığım gel
Gel gel gün ışığım gel, gel çok karışığım gel
Çok karışığım lakin sen bana gelsen bu duruma alışır mıyım acaba? Bana gelsen alışır mıydım ki sana? Belki de alışırım.
Gel gel sarışınım gel, gel sana alışığım gel
Gel gel gün ışığım gel, gel çok karışığım gel
Kalbimin ve gözlerimin merkezi olmuştu artık o mavi gözler. Bakıldığında gece ve gündüz gibiydik; o maviydi bense siyah. Görünüşte birdik fakat apayrıydık. Aynı gökyüzü ama farklı renklerdik biz. Fakat gece, gündüzsüz, gündüz de gecesiz olmazdı öyle değil mi?
Şimdi en sarsıcı haliyle fark ediyordum ki ben, sanırım... Ona aşık olmuştum.
Ve adını koyamadığım bu duyguyu az önce yüzüme bir tokat gibi indiren, Sezen olmuştu.