Ben, oysaki bilindik marka bir çiğ köfteciye gideceğimizi planlıyordum ama gel gör ki öyle olmadı. Mahallenin hemen biraz ilerisinde bulunan ufak bir dükkana girmiştik. İsmi Reşat Usta'nın Yeri yazan bu dükkanı şöyle bir incelediğimde; içinde çeşit çeşit ev yemeklerinin bulunduğunu gördüm. Hasırdan sandalyeleri vardı ve masalar ahşaptan yapılmaydı.
Buranın eski bir yer olduğu aşikardı lakin dükkan, eskiliğinden ödün vermeksizin temiz ve düzenliydi. Pörsümüş duvarlar yerine, zımparalanmış ve kum beji rengine boyanmış duvarlar dikkat çekiyordu. Mermer tezgahın önünde kocaman, oval camlı bir dolap vardı. Dolabın içinde ev baklavasından şekerparesine, su böreğinden etli pidesine, mercimek köftesinden çiğ köftesine kadar her şey vardı.
Dikkatimi özellikle çeken şey, ev yapımı çiğ köftenin bulunduğunu yazan bir tabelaydı. Genellikle benim yediğim çiğ köfteler zincir bir markanın yaptığı çiğ köftelerdendi. Ev yapımı çiğ köfte hiç yememiştim.
Yengemler ve amcamlar bu yaptığımı duyarlarsa beni kesinlikle mahvederlerdi. Özellikle Canan yengem etimi çimdire çimdire sarı olan tenime aldırmaksızın kollarımı morartırdı.
Aslında önemli olan çiğ köfte de değildi. Şimdi mahalleden birisi, Belalı'yla beni bir mekanda otururken görürse halim ne olacak, hiç bilmiyordum. Belki de bizi çoktan bir gören olmuştu. Onca kalabalığın içinden birisinin bizi hiç görmediğini düşünmek aptallık olurdu.
Ben her an diken üstündeymiş gibi yerimde kıpırdanarak etrafı incelediğimde Belalı, arkasına yaslanmış ve kollarını göğsünde birleştirmişti. Üstüne üstlük beni izliyordu. Yani kısacası şu ortamda mantıklı düşünebilmemi engelleyen bir çift kara göz vardı.
Oysa ben daha eve geç girmemin hesabını verecektim. Neden geç girdiğime dair bir bahane bulmalıydım. Canan yengem biraz cingöz olduğu için benim yalanlarımı kolay kolay yemiyordu. Hatta kimsenin yalanlarını yemiyordu. Eminim ki benim bahanelerime de vereceği bir hazır cevabı bulunacaktı. Ona, ben Belalı'yla çiğ köfte yedim diyemeceğime göre derhal mantıklı bir sebep bularak işin içinden çıkmam gerekiyordu. Aksi takdirde yengem gem çiğ köfte yediğim için, hem de yabancı bir adamla bir arada bulunduğum için beni kıtır kıtır keserdi. Fakat mantıklı bir sebep düşünmem, maalesef ki Belalı tarafından engelleniyordu. Acaba niçin bana bakıyordu?
Kafamda dönen tilkilerin kuyruğunu takip edemediğim bir sırada oturduğumuz masaya doğru gelen, altmışlı yaşlarında bir adam dikkatimi çekti. Göbeği o kadar kocamandı ki, hayret etmeden edememiştim. Adamın göbeği önde, kendisi arkada yürüyordu resmen.
Kafasının üzeri kelleşmişti ve ağarmış saçlarıyla pala bıyıkları uyum sağlıyordu. Göbeğinin altına bağladığı mavi mutfak önlüğünün üzerinde dükkanın adı yazıyordu. Adam, o tonton yanaklarıyla Belalı'ya gülümseyerek baktı. Ardından kısa bir an gözleri bana kaydı.
"Oo... Yiğidim gelmiş de haberimiz yok. Hoş geldin Bertan'ım."
Koca göbekli adam onun yanına geldiğinde Belalı, ayağa kalkarak adamın elini öptü ve onunla samimice kucaklaştı. "Hoş buldum Reşat Ustam. Nasılsın? Uzun zamandır görünmüyordun ortalarda. Neler yapıyorsun görmeyeli?"
"Ne yapayım be oğul. Dükkan ev, ev dükkan koşuşturuyoruz. Memleketteydim, yeni geldim. Çoluk çocuk derken zaman geçiveriyor gayrı. Sen ne yapıyorsun asıl, babanlar nasıl?"
"Onlar da iyiler, bildiğin gibi..."
Bir an görünmez olduğumu hissettim. İkisi de samimi bir sohbete dalmışlardı ve Reşat Usta, Belalı'nın yüzündeki yaralara bakarak kaşlarını havaya kaldırdı.
"Bu ne hal oğul... Kavgaya mı karıştın?"
Bertan, bana kısa bir bakış attıktan sonra adamın sorusunu yanıtladı, "Sorma be usta. Mahalleye şerefsizler dadanmıştı da hadlerini bildirmem gerekti." Kıro!
Reşat Usta, hatırına bir şey düşmüş gibi bir ifadeyle, "Hele o yüzdendi demek... Polis arabaları vızır vızır geçti yanımızdan," dedi. Ardından derin bir nefes vererek konuşmasına devam etti. "Ah be oğul, hiç akıllanmayacaksın değil mi? Taktım mı takarım diyorsun, bir türlü değiştiremedik şu dik kafalılığını."
Belalı omuz silktiğinde onların konuşmasını dinlemeye devam ettim. Onlar havadan sudan kısa bir sohbet açmış konuşurken benimse stresten olsa gerek, biraz ağzım kurumuştu. Etraf kalabalıklaşmaya başladı ve gelen müşterilerle ilgilenen çalışanlar yoğun bir tempodaydı, ayrıca birinden su isteyebilmem neredeyse imkansızdı. Çünkü hepsi harıl harıl çalışıyordu. Yani suyu isteyebilmem için bağırmam gerekirdi. Şimdi kendim kalkıp alayım desem, o da abes olurdu.
Umutsuzca önüme döndüğümde masanın peçeteliğinin yanında, küçük plastik bardaktaki su dikkatimi çekti. Evet, artık tanıyı koymuştum; ben ciddi anlamda bir kördüm. Önce koskoca bir adamı lavabodan çıkarken görmemiştim, şimdiyse önümdeki suyu...
Her neyse, diye düşünüp omuz silkerek suya uzandım ve üzerine gergince konumlandırılan kağıdın açma yerinden tutarak suyun ağzını açtım. Bardağı ağzıma götürmüş küçük bir yudumu boğazımdan aşağıya gönderirken, Belalı ve Reşat Usta denilen adamın konuşmasında akıl almaz bir cümle duydum.
"Hayrola Bertan," dedi Reşat Usta beni göstererek. "Bu güzel kız kim? Yavuklun mu yoksa?" Ve o an yudumladığım su boğazımda kaldı!
Öğürerek öksürmeden hemen önce, ağzımdaki suyu Belalı'nın suratına püskürtmüştüm. Yüzü ağzımdaki sudan nasibini alan Belalı, bir süre gözlerini kapadı ve stabil ifadesiyle öylece bekledi. Ardından yüzündeki suyun kabasını eliyle almaya çalışırken, "Ya Rabbi şükür..." diyerek yüzünü buruşturdu. Bense nefes boruma kaçan su damlasının ceremesini çekiyordum hala ve öksürüklerimin arasından sırtıma pat pat vurulan ellerin canımı yaktığını hissediyordum.
"Helal kızım, helal... Seyithan koş su getir!" Amca ben zaten su sayesinde, öksürmekten ciğerlerimi masaya kusacağım, neyin suyundan bahsediyorsun sen? Diyemedim...
Bir süre daha şiddetle öksürmeye devam ettim. Suratımdan alevler fışkıracak şekilde nefessiz kalmıştım ve nihayet öksürük olayından kurtulduğumda derin bir nefes aldım. Şiddetli öksürüklerimden dolayı boğazım acıyordu ve gözüm o sıra, benim yüzümden mağdur olan Belalı'ya kaydı. Belalı, kurumuş kan lekeleriyle birlikte suratındaki suyu bir peçete yardımıyla temizliyordu ve bana öfkeyle bakmaya başladı. Bulunduğum her yerde rezilliğimi konuşturmak zorunda mıydım acaba? İşte bu yüzdendi ya toplumdan kendimi soyutlamam... Rezil olacağıma kimseyle konuşmazdım daha iyiydi. Ne zaman gergin olsam, bütün her şeyi yüzüme gözüme bulaştırırdım ve şimdi de öyle olmuştu. İç sesim sana ne canım, o seni çağırdı şimdi de sakarlıklarına katlansın diyerek beni fişeklese de o tarafı bastırmak durumunda kaldım.
"Yok usta ya ne yavuklusu," dedi Belalı, benden gözlerini ayırmayarak oturduğu yere iyice yayılırken. "Aman, evlerden ırak."
Hala nefesimi düzene sokmaya uğraşırken, son cümlesine karşın her şeyi unutup kaşlarımı derince çattım. Asıl o evlerden ıraktı be! Onun gibi bir şehir eşkıyasının yavuklusu olacağıma, kendimi dağa taşa vurmayı tercih ederdim. Ayrıca kıroların dikkatimi çektiğini söyleyemezdim.
"Niye öyle diyorsun oğul," dedi Reşat Usta bana bakıp gülümserken. Bu adam da hiç lafını esirgemiyordu. "Pek de güzel bir kız, sırma saçlı, deniz gözlü. Ben kaçırma derim."
Yaşına başına bakacak olmasam, bana yürüyor derdim lakin Belalı'nın evlerden ırak cümlesine karşın Reşat Usta'nın beni övmesi de egomu okşamamış değildi hani. En azından Belalı da haddini hududunu bilirdi.
Ustanın son cümlesinden sonra, Belalı gülerek alt dudağını dişlerinin arasına aldı ve, "Öyle mi dersin," dedi bana bakıp alayla gülümserken. "Kaçırmayayım mı sence?"
Amacı beni sinir etmek miydi bilmiyordum ama eğer amacı buysa, gayet de iyi başarıyordu. Reşat Usta'nın gülerken o kocaman göbeğinin sallanması bir an düşüncelerimi dağıttı. Adama yaklaşıp 'usta, karnındaki kaç aylık' diyesim vardı yahu...
Sinir köpürerek önümde tıpkı pişmiş kelle gibi sırıtan Belalı'ya baktığımda, suratına patlatmamak için zor tutuyordum kendimi. Bir çiğ köfte için çekilecek gibi bir çile değildi ama el mahkum bir kere buraya gelmiş bulunmaktaydım. Dilim kopsaydı da bu herife şart mart koşmasaydım, ayağım kırılsaydı da onunla buraya gelmeseydim. Gözlerim kanasaydı da bu salak herifi görmeseydim be! En azından tanışmış olmazdım ve bana gıcıklık yapacak biri de olmamış olurdu. Ayrıca ne cesaretti ki ben tanımadığım bir adamla bir arada bulunabiliyordum? Salaklık kesinlikle bana aitti. Resmen Allah'a emanet yaşıyordum yahu!
En sonunda Reşat Usta, şu yavuklu mevzusunu açtığı gibi kapatarak bize ne yemek istediğimizi sordu. Belalı, benim yerime iki kişilik siparişi de verdi.
"Bize iki büyük boy çiğ köfte..." daha sonra masada doğrularak kaşlarını havaya kaldırdı ve bana baktı, "...ikisi de bol acılı olsun. Hem de öyle acılı olsun ki, sarışının ağlamasını izlerken kahkahalar atayım!"
Seni komik şey... Aklı sıra benim yeterince acı yiyemeyeceğimi ima ediyordu, domuz! Ulan ben, bol acı soslu ve cin biberli çiğ köfteyi üst üste üç defa yemekten hastanelik olmuş insandım be! Hastanelik olma kısmını yok sayarsak, üçünü de afiyetle yiyebilmiştim. Bu herif bana artistlik mi yapıyordu ya? Sen kim köpek!
"Dikkat et de hırsından dolayı sen ağlama." Dedim ona meydan okuyarak bakarken. Bu kadar sustuğum yeterdi.
Belalı, "Buranın acısı diğerlerine benzemez sarışın," dediğinde aynı meydan okur havayla bana bakıyordu. "Dikkat et de seni çarpmasın."
"Göreceğiz," diye yanıtladım.
"Göreceğiz," diye tekrar etti.
Aramızdaki soğuk savaşı gören Reşat Usta da, "Siz de bir alemsiniz." diyerek güldü ve Bertan'a göz kırparak yanımızdan uzaklaştı. Hemen ardından ise yine büründük sükunetimize...
Bir müddet birbirimize baktık. Hatta uzun bir müddet baktık. Bildiğiniz apaçık kesiştik yani. Ben daha çok neden onunla burada olduğumu sorgularcasına ona bakıyordum, o ise benim soyumu sopumu sorgularcasına bana bakıyordu. Bunun gibi düzgün görünümlü bir adamın mahalle ağabeyi kategorisine giriyor olması, mahallede kaba saba ahkamlar kesmesi ironikti. Onu dışarıdan gören biri olsam böyle Belalı diye bir unvana sahip olacağı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Hem Belalı da neydi be? Böyle saçma lakap mı olurdu?
"Çok düşündün mü acaba bunu?"
"Neyi?"
"Ne neyi?"
"Ne demek ne neyi?"
Bu cümlesi üzerine ona bön bön baktım. "Neyden bahsediyorsun?"
Belalı yarım ağız gülerek, "Kafan iyi herhalde," dedi ve oturduğu yerde doğruldu. "Bana, çok düşündün mü acaba bunu diye sebepsiz bir soru soran sendin."
Hayretler içinde kalarak, "Nasıl ya? İyi de ben bunu içimden söyledim? Nasıl bilebilirsin ki?" dedim. Ben onu, lakabına ithafen kendi içimde kendi kendime ona sormuştum. Yani sessiz düşünmüştüm, onu soran iç sesimdi.
Yoksa... Yoksa değil miydi?
Kafasını hafifçe eğip gözlerinin altından bana bakan adama karşı ilk başta ufak bir şaşkınlık yaşadığım için dehşetle baktım. Ardından bunu az biraz mantık çerçevesi içine oturttuğumda, önümdeki adama mahcup olmam kaçınılmaz olmuştu. Utandığımı hissettim. Evet, harikaydı! Sesli düşünmüş olmalıydım ve bilirsiniz ki sesli düşünmek kadar harika bir olay yoktu. Size diyorum işte, gergin olduğum zaman kendimi kaybediyorum diye...
"Ya üzgünüm," dedim ve daha sonra kuruyan dudaklarımı dilimle ıslattım. "Sesli düşündüm galiba. Ondan bunu sormuş olabilirim."
"Çok merak ettim," diyerek gülümsedi. "Neyin sorusuydu bu?"
"Boş ver ya."
"Hayır boş vermeyeceğim. Cidden çok merak ettim. Söyle hadi."
Derin bir nefes vererek bıkkınlıkla ofladım. Anlaşılan bu adamdan kaçış yoktu. E madem merak ediyordu...
"Hani..." Kısa bir an söyleyip söylememekte tereddüt ettim ama daha sonra saldım gitti. "Hani sana Belalı diyorlar ya."
"Eee?"
"Bunu diyorum işte. Kendine bu lakabı verirken çok düşündün mü?"
"Niye," diye sordu umursamazca. "Nesi var?"
Şaşkınlıkla, "Nesi mi var?" diyerek güldüm. "Yani ne bileyim, bence çok garip. Böyle nasıl denir..." Doğru kelimeyi bulamadığım için bildiğim yoldan gitmeyi tercih ettim. "Afedersin ama çok kıromsu."
"Allah Allah," derken o da gülüyordu. "Oysaki mahalledeki herkesin lakabımı karizmatik bulduğuna bahse bile girebilirdim."
"Demek ki herkes karizmatik bulmuyormuş."
"Ne üzüldüm, ne üzüldüm..." Dedi benimle dalga geçerek. "Lakabımı karizmatik bulmuyorsun diye içim kan ağlıyor şu an."
"Böyle bir lakapla anılsaydım, benim de içim kan ağlardı emin ol."
Gözlerini devirerek hafifçe bana doğru yaklaştı. Kara gözleri apaçık bana meydan okuyordu, "On üç yaşındaki bir kızla çene yarıştıracak değilim. O yüzden konuyu kapatmalıyız bence."
Öfkeyle soludum. Tamam, küçük gösteriyor olabilirdim ama on üç neydi yahu! Yirmi bir yaşındaydım ben, yirmi bir! Adamın bu alaylı tavrı beni sinirlendirmişti
"Bir kere," dedim içimde kaynayan öfkeyle birlikte. "Ben on üç değil, yirmi bir yaşındayım!" Yüzümü olabildiğince ifadesiz tutmaya çalışıyordum ama bunda ne kadar başarılı olduğum tartışılırdı. "Asıl sen kendine bak!" Dağ ayısı!
Garip bir şekilde yüzü aydınlanan adam, "İyi tamam, öyle olsun." diyerek arkasına yaslandı. Ona garip garip baktım. Derdi neydi yahu bunun? Sadece uyuzdan başka hiçbir şey değildi. Onun bu dünyada uyuzluk yapmak için bula bula beni bulması da tamamen kör talihimden kaynaklanıyor olmalıydı.
Saatin yeni aklıma gelmesiyle yüzümdeki ifadenin dehşete bürünmesi bir oldu. Saate bakmak üzere telefonumu cebimden çıkardım ve düğmesine bastığımda ekran aydınlandı. Dokuz buçuk olmuştu. Ben ne ara bu kadar geçtiğini anlayamazken, bir anda ekranda saat yerine Canan yengemin ismi belirince ödüm patladı. Kadının ismini görünce bile panikliyordum.
Bir an ne yapacağımı bilemediğim için elimin kontrolünü sağlayamadım. Ve bunun neticesinde elimde titreyen telefon yere çakıldı. "Hay aksi." Diyerek masanın altına düşen telefonu almaya çalışırken uzun saçlarım önümü kapattı ve alnımı masanın sivri yerine çarptım. Acıdan dolayı dilimi ısırırken tekrar alta eğildim ve elime aldığımda telefon kapandı. Onu açmaya yetişememiştim.
Ben acıyan kafamı ovalayadurayım, karşımda oturan Belalı bir anda yanıma gelince irkildim. Beni yavaşça kendine çevirdi ve alnımın kenarına baktı.
"İyi misin," dedi kaşlarını kaldırarak yüzüme bakarken. "Saniyeler içinde başın morardı. Endişelenmeli miyiz?" Lanet olası hassas tenim...
Elini nazikçe acıyan yere doğru götürdüğünde, dokunduğu yerin karıncalandığını hissettim. Tanımadığım bir erkekle bu kadar yakın bir halde ve üstelik temas halinde bulunmak beni bir miktar ürküttü fakat bu adam garip bir şekilde güvenli görünüyordu. Tabi bu güvene sarılıp kendimi salacak da değildim. Ama bu temas beni utandırmıştı. Yanaklarımın ısısı yavaş yavaş artıyordu. Onun parmakları alnımdayken mantıklı düşünemşyordum. Sahi... Bunu neden yapıyordu?
O beni niçin yanına çağırmıştı bilmiyordum ama beni bugün bu saatte yanına çağırmasından daha garip olan şey, acıyan yerime dokunduğunda ağrımı bir nebze de olsa dindirmiş olmasıydı. Bu çok saçma gelebilirdi belki ama o bana dokunduğu anda vücuduma sirayet eden gerginlikle karışık heyecan bana her şeyi unutturmuştu, alnımdaki acı da neydi ki.
Aniden gözlerimiz çakıştı. Gözlerindeki duyguların siluetini göremememin tek suçlusu varsa, o da dipsiz bir kuyuyu andıran gözlerinin o siyahlığıydı. Aramızda geçen bu uzun bakışma benim kulaklarıma kadar yanmamı sağlarken ondan gözlerimi kaçırdım. Şu an bir eli, parmaklarıyla alnımdaki acıda gezinirken bir diğer eli ise çenemdeydi. Ben bakışlarımı kaçırınca o da çenemi tutan elinden istifade ederek beni kendi gözlerine bakmama zorladı. Gözlerim tekrar onun gözlerini bulduğunda, zaten fazla bir mesafe olmayan yüzlerimizi aldırmayarak, kendi yüzünü benim yüzüme yaklaştırdı ve yüzümü her bir zerreme kadar incelemeye başladı. Bunu neden yapıyordu sanki? Ne kadar utandığımın farkında mıydı acaba? Şu an yerin yarılması ve içine girmem konusunda başka hiçbir şey düşünemiyordum. Fakat o, bana nazaran yüzümü incelerken pek bir düşünceli görünüyordu.
İçinde bulunduğumuz durumun saçmalığı beni rahatsız ettiği için aniden ondan uzaklaştım. Ben ondan uzaklaştığım için yüzümü tutan elleri haliyle havada kaldı. O, bana bu şekilde yaklaşmaması gerektiğini bilmeliydi. Böyle şeylerden hoşlanmıyordum.
Sahi, bu tür saçma sapan durumlara nasıl giriyordum yahu ben?..
Aramızdaki bu tuhaf elektrik, önümüze indirilen tabaklarla son buldu. Kendime hızlıca çekidüzen verdiğimde Belalı'nın şaşkınlığı elle tutulur cinstendi. Ama kendini toparlaması uzun sürmedi, boğazını temizledi. Daha sonra yüzüne bakmaya mecburmuşum gibi tekrar ona döndüm.
Daha sonra aniden uyuz uyuz sırıtmaya başladı ve hiçbir şey olmamış gibi devam etti, "Yemeyecek misin, sarışın?"
Derin bir nefes vererek, "Yiyeceğim." dedim.
"Peki, ne duruyorsun o zaman?"
Bir müddet önümdeki tabakta duran çiğ köfteye baktım. Gerçekten ama gerçekten enfes görünüyordu. Hele de kenarından akan nar ekşisi yok muydu... Gözlerimde şimşekler çaktı sanki. Sadece az önce yaşadığım o tuhaf dakikaların etkisinde kalmıştım fakat o etki de, çiğ köfteyi görünce bir anda son buldu!
Yüzümde beliren kocaman bir sırıtışla Bertan denen adama baktığımda, bu halime karşın alayla kaşlarını yeniden havaya kaldırdı. Ben de buna karşılık kaşlarımı kaldırıp kaldırıp indirdim. Ardından yüzümü kaplayacak şekilde sırıttım. Söz konusu çiğ köfte olunca akan sular duruyordu benim için.
Çok geçmeden çiğ köfteye yumulduğumda, Belalı'nın varlığını dahi unutmuş durumdaydım. Üstelik çiğ köfte acayip lezzetliydi. Yani hayatımda, hiç bu kadar leziz bir çiğ köfte yememiştim. Zincir markalar, bu ev yapımı çiğ köftenin yanında kesinlikle halt etmişti! Ayrıca fazlasıyla acıydı ama bu acı onu daha da eşsiz kılmıştı. Acısı beni gram etkilemiyordu çünkü acıya fazlasıyla alışıktım.
"Hayatımda senin kadar ilginç bir kız daha görmedim."
Hayır, mecazen söylemiyordum; ben gerçekten de, Belalı'nın varlığını unutmuştum. Çünkü unutmasam, onun gece karası gözlerinin esareti altındayken çiğ köfteden bir parça ısıramazdım dahi. Isırsam da, lezzettinden gram zevk alamazdım. Fakat son cümlesine karşın onun varlığını idrak eden beynim, tam çiğ köfteden bir parça daha ısırık almam için komut veriyordu ki anında bu komutu şuna dönüştürdü; davar Almina, az yavaş ol! Ve buna takiben, elimdeki dürümü yavaşça tabağa bıraktım.
"Senin gibi minyon tipli kızlar; ne bileyim çikolata veya çilekli süt filan sever zannediyordum, ama..." diye devam ederken gülümsedi. "...sen tam tersisin!"
"Şimdi..." Dedim tabağımı yavaşça ileriye doğru uzatıp ağzımdaki son lokmayı da yutarken. "...çikolatayı da severim. Ama çiğ köfteye aşığım. Çilekli sütten bir yudum alsam kusarım ayrıca. Ve... " Yüzüne baktım. "Biraz görgüsüz gibi göründüm öyle değil mi?" Yüzüme, beni onaylarcasına bakmasının yanı sıra gülümsemesi de, son cümlemden sonra kahkahaya dönüştü. O an ağlar gibi bir gülüş de benim dudaklarımdan koptu. Ardından kafamı masaya koyarak yüzümü sakladım. "Üzgünüm, tutamadım kendimi ya..."Belalı'nın bana olan bakışları ve gülüşleri, çiğ köfteyi yediğime yiyeceğime pişman etmişti adeta. Ama haksız da sayılmazdı. Bu dakikadan sonra istesem de yiyemezdim zaten...
Kafamı kaldırıp yeniden ona baktığımda göz göze geldik. Tam ağzımı açıyorum ki, yeniden titreşen telefonumun ekranı, bu sefer de Burhan amcamın ismiyle aydınlanmıştı. Bedenimi esiri altına alan panik dalgası nedeniyle hızla yerimden fırladığımda, altımdaki sandalyeyi geriye doğru ittirdim ve ittirmemin şiddetiyle sandalye yere düştü.
"Benim gitmem gerek." Derken istemsizce kekeledim.
Belalı, bu hareketime karşın gözlerini devirdi, "Şaşırdık mı? Ah, hayır."
"Ben senin kadar geniş olamıyorum maalesef. Bilirsin ki bu devirde kadın olmak zor. O yüzden ortadan kaybolduğum için oldukça endişelenen bir ailem var."
Derin bir nefes aldı ve ellerini dizlerine vurarak ayağa kalktı, "Haklısın sanırım. Seni apar topar kaçırdığım için özür dilerim... Aslında niyetim buraya gelmek değildi ama küçük, sarışın bir kızın aklına uyunca mecbur kaldım."
Beni neden çağırdığı mevzusu aklımda hala büyük bir soru işareti konumundayken, bundan cesaret alarak ona bir soru yönelttim, "Sahi... Beni neden çağırdın sen ya?"
Dudak büzerek, "Canım istedi diyelim." dedi. Canı istemişmiş... Hah, suç bende! Ne diye geliyorsun ki elin adamıyla... Bir daha da gelirsem, iki olsun!
"Ben şimdi seninle bu saatte buraya, sırf canın istediği için mi geldim yani?"
"Çok konuşma, sen de istedin?"
"Kuru iftira atıyorsun şu an!"
"Çiğ köfte isteyen babam mıydı?" Ve cevap veremedim. Veremedim çünkü efsane haklıydı. Her ne kadar çıkarım dışında başka bir niyet gözetmeksizin burada olsam da, en nihayetinde ben de istemiştim.
Son cümlesinin ardından hesabı ödemeye gittiğinde, ben de hala elimde titreşen telefonuma baktım. Bu sefer de arayan Bülent amcamdı. Kesinlikle meraktan ölmüş olmalıydılar. Ama açmazsam daha da çok öleceklerdi. Ben de Bismillah diyerek, telefonun açma tuşunu kaydırarak kulağıma götürdüm.
"Alo... Amca?" Sıkıntıdan dudaklarımı kemiriyordum.
Amcam bana sertçe çıkıştı, "Neredesin kızım sen?"
"Şey ben... Şey..."
"Niye açılmıyor o telefon? Üstelik bir anda da ortadan kayboluyorsun... Ya başına kötü bir şey gelse? Neredesin, çabuk söyle!"
"Ben... Yaren! Heh, Yaren'lerdeyim amca. Baktım ki hepiniz bir yerlere dağıldınız, ben de o sıra Yaren'lere gittim." Umarım Yaren'i bir yerlerde görmemiştirsşn canım amcam...
"Saatin kaç olduğundan haberin var mı peki?"
Yok! Saate baktığımda on buçuktu. Yuh, dedim kendi kendime. Adam beni pataklasa hakkı vardı. Çünkü telefonlarına cevap vermemiştim.
"Şey... Amca muhabbete dalmışız vallahi."
"Telefonunu neden açmıyorsun kızım o zaman? Burada meraktan hepimiz öldük! Şimdi telefonunu açmasaydın aramaya çıkıyorduk seni!"
Suçluluk duygusunun verdiği o iğrençlik hissiyatıyla, "Özür dilerim amca," dedim mahcup bir şekilde. "Duymamışım telefonu."
Eğer Belalı'yla burada oturduğumu bilse ne kadar öfkelenirdi, tahmin bile edemiyordum. Üstelik yanlış da anlardı. Hatta yanlış anlamakta haklı bile olabilirdi. Çünkü gerçekten benim onunla burada bulunmam apaçık bir dedikodu sebebiydi.
"Seni almaya geliyorum," deyince, "HAYIR!" diye resmen anırdım. "Yani şey... Amca ben kendim gelirim. Hatta şimdi çıkıyorum."
"Hayır ge-"
Sözünü keserek, "Çıktım bile!" dedim ve amcam sabır çekerek en sonunda onayladı. Daha sonra dikkatli ve çabuk olmamı tembihleyerek, telefonu kapattı. Derin bir nefes vererek güzel bir oh çektim. Rahatlamıştım yahu. Beni almak için gelmeye kalksaydı eğer, olacakları tahmin etmek bile istemiyordum.
Allah'tan ki, ben amcamla konuşurken Belalı yanımda değildi. Yoksa yine bir rezalet dalgası beni içine hapsedecek ve utancımı gün yüzüne çıkaracaktı. Düşüncelerimin arasından Belalı'nın yanına gelmem için eliyle komut verdiğini gördüm.
Ardından dediğini yaparak yanına gittim ve hızlı adımlarla oradan çıktık. Bu çiğ köfte jesti için ona teşekkür etmeyi ihmal de etmemiştim.
***
Nihayet, bina kapısının önüne geldiğimizde Belalı'ya kaçamak bir bakış atmıştım. Bu sayede, onun bana çoktandır bakıyor olduğunu anlamış oldum. Sanki öyle adamı inceden inceden kesiyormuşum gibi göründüğüm için bir an utandım. Sonuçta mahalleli yanlış anlayacak diye diye asıl Belalı'nın beni yanlış anlamasını asla istemezdim
"Bazen bayıyorsun."
Belalı'nın bu cümlesi ona dönmemi sağlarken sorarcasına kaşlarımı kaldırdım. O ise buna karşılık omuz silkti ve devam etti. "Bilmem... Sen daha iyi biliyorsundur, ha?" Utanıyor olmamı kastediyordu, domuz! Neyseki buna da kafa yoracak değildim. Bir an önce eve girsem iyi olacaktı.
Eve girmeden hemen önce, "Her ne kadar beni neden çağırdığını pek anlayamasam da, bana çiğ köfte ısmarladığın için yeniden teşekkür ederim." dedim. "Çoktandır yemiyordum, iyi geldi." Gülümsedim, o da gülümsedi.
"İyi geldiğine eminim. Orada bir hayli belli ediyordun..." Elimi alnıma vurarak o rezil anları yeniden hatırlayıp ağlar gibi bir ses çıkardığımda, "Tamam tamam," dedi. "Önemli değil. Gerçekten. Ayrıca..." Elini ensesine götürdü. "Aslında seni çağırma amacım seninle tanışmak istememdi. Yani... Yanlış anlama sakın beni. Mahalleye yeni geldiğin için tanışmak istedim, öyle yani."
Gözlerimi devirdim, "Ne tanışmaydı ama... Oturup sadece çiğ köfte yedik. Açıkçası enteresandı."
"Öyle deme," derken güldü. "Bence gayet iyi bir tanışmaydı."
"Neyimi tanıdın acaba? Ben şahsen sadece çiğ köfteyi tanıyabildim."
Başını iki yana sallayarak bilmiş bir edayla baş parmağını kaldırdı, "Yirmi bir yaşındasın," ardından işaret parmağını kaldırdı. "Lakabımdan hoşlanmadın ve anladığım kadarıyla mahalle ağabeyi tanımına alerjin var." Daha sonra orta parmağını kaldırdı, "Çikolatalı sütü seversin ama çiğ köfteye aşıksın. Ayrıca çilekli sütten bir yudum alsan kusarsın," yüzük parmağını kaldırarak devam etti. "Tenin hassas olmalı, en ufak bir darbeyle bile morarabiliyor." Serçe parmağının kalkışını da şokla izledim, "Gereksizce geriliyor ve utanıyorsun, ayrıca utandığında yanakların kızarıyor. Bunun sadece çizgi filmlerde olabileceğini düşünürdüm ama sayende bunun gerçekten olabildiğini anladım." Bütün bu söylediklerinden sonra ağzım adeta bir karış açık kalmıştı.
"Sen..." Dedim kocaman olmuş gözlerimle. "Sen bütün bunları nasıl..." Cümleyi devam ettiremedim bile! O kadar şok olmuştum yani. Hayatımda ilk defa biri, benim hakkımda bu kadar detaylı bir inceleme yapmış ve bir de bunu yüzüme söylemişti. Buna inanamıyordum.
"Zamanında sayısal öğrencisiydim ama aynı zamanda ezberim de kuvvetlidir." Hem sayısal öğrencisi olup hem de ezberi kuvvetli olmak mı? Bu nasıl bir alfalıktı arkadaş! Bu kafadan, bu zekadan istiyordum ama bunu istediğimi karşımdaki adamın bilmesine gerek yoktu.
Şaşkınlığım hala üzerimdeyken tam gidiyordum ki, kolumdan tutarak gitmemi engelledi ve beni kendine çevirdi. Kolumu tutuşu nazikti fakat beni kendine doğru çekişi sert olmuştu. E bu sertlik de haliyle beni içinde bulunduğum şaşkınlık halinden çekip kurtardı.
"Bir görüşürüz, demek de mi yok," dedi tam gözlerimin içine bakarak. "Bu kadar mı görünmezim senin için?"
Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Bunun sebebi haklı olmasıydı, öküzlük ediyordum aslında. Her ne kadar tam tanışmıyor olsak da, saçmalık da olsa ondan çiğ köfte istediğimde beni kırmamıştı. En azından bir görüşürüz, iyi akşamlar filan diyebilirdim. Allah'ım... Umarım kimse bizi görüp de yanlış yorumlamaz...
"Şey... Üzgünüm," Bu adamın lakabı olmasa bile kendisi, bence çok karizmatikti. Ama bunu da bilmesine gerek yoktu, o yüzden söylemedim. "İyi akşamlar, görüşürüz."
İçtenlikle gülümsedi, "Mutlaka," dedi başını onaylar biçimde sallayarak. "Mutlaka görüşürüz, sana da iyi akşamlar. Bu arada çaktırma ama Canan teyze camdan bizi izliyor, haberin olsun."
Dehşetle yerimden fırladım, "Ne! Ciddi olamazsın! Allah'ım inanamıyorum ya... Gebertecek beni, gebertecek!"
Kahkahalarla güldü, "Bi' sakin olur musun? Bu panik seni daha da geciktiriyor, bilmem farkında mısın?"
Adam ultra haklıydı. Hemen sözünü dinleyip derin derin nefesler verdim ve kendimi az da olsa sakinleştirmeye çalıştım. Lakin söz konusu Canan yengem olunca sakin olamıyordum! Eh, en azından gitmem gerektiğini kavramıştım.
Gitmek üzere geriye döndüğümde bu kez de elimdeki telefon pat diye yere düştü. Bu talihsizliğe karşı elimi alnıma vurduğumda bir yandan da düşen telefona, "Allah cezanı versin ya senin!" diyerek saydırıyordum. Yere eğildim, Belalı da yere eğildi. Telefonu aynı anda tutup kaldırdık ama hala Canan yengemin dehşetinden kurtulamadığım için gözüm onu görmüyordu bile! Kolumdan tutarak beni sarstığında ise ikimiz birlikte kahkahalarla güldük. Şu sokağın ortasında düştüğümüz durum hiç iç açıcı değildi.
"Bunu çok sık yapmamalısın ayrıca," dedi gülümsemesi hala tazeyken. Cümlesine bir anlam veremediğim için, "Neyi?" diye sordum.
O da, iki elinin işaret parmaklarını iki yanağına da bastırdı ve, "Gamzelerine aşık olabilirler." dedi. Ben gözlerimi devirdim, o ise devam etti. "Ayrıca senin hakkında bir şey daha öğrenmiş oldum."
"Neymiş?"
Cümlesini söylemeden evvel yeniden güldü, "Canan yengenden ölesiye korkuyorsun. Gerçi, korkulmayacak gibi bir kadın da değil. O yüzden seni anlıyorum. Eve gidip hesap verdiğinde beni de yakmazsan sevinirim."
İşte bu cümle bir kahkahaya daha değerdi!..
***
Ertesi sabah uyandığımda, aşağıdan gelen konuşma sesleri kulaklarımı buldu. Ya misafir gelmişti, ya da televizyonun sesini fazla açmışlardı. Gerinerek yataktan kalkmaya hazırlandığımda, Canan yengem pat diye içeriye daldı. İyi de, ben gece Canan yengemin korkusundan Bülent amcamlarda kalmıştım, Canan yengem ne alakaydı? Odama girenin Meltem yengem olması gerekmiyor muydu?
Ani bir şokla yerimden fırladığımda, nerede olduğuma dair etrafıma bakındım. Evet, Bülent amcamların evindeydim. Bu işte bir terslik vardı; ya ben daha henüz uyanamamıştım ve rüya görüyordum, ya da Canan yengem buraya kahvaltıya filan gelmiş olmalıydı. İkinci seçenek daha cazip geldi.
Canan yengem kapıyı ardından çarptıktan sonra, "Dökül bakayım kız." diyerek yanıma kuruldu.
Uyku sersemi bir sesle, "Bismillahirrahmanirrahim," dedim. "Tövbe Estağfirullah, ne oluyor yenge?.. Neyi döküleyim?"
"Sen daha iyi bilirsin yelloz," dedi yengem sırıtarak. "Neydi o dün geceki işve..."
"Ne işvesi ya?" Diye cırladım. Neyden bahsediyordu bu kadın, gerçekten hala anlamış değildim. Hatta bir süre idrak etmek için çabaladım.
Fakat çok geçmeden yengem direkt konuya daldı, "Bertan diyorum, ne iş?" diyerek göz kırpınca şaşkınlıktan yataktan fırladım. Ve o panikle yere kapaklandım. Canım acımıştı yahu...
"Ah, kafam..." diye inlerken yengemse buna gülmeye başladı. Komik miydi acaba? Benim burada canım yanıyordu.
"Bu kadar heyecanlanacağını bilseydim, alıştıra alıştıra söylerdim kız." Ona sinirle baktığımda kahkahalarına bir yenisini daha ekledi. Gıcık, ne olacak!
"Komik mi yenge ya? Kafam acıyor."
"Gayet de komik."
Somurtarak yüzüne bakmaya başladım. Gerçekten kafam çok acıyordu. Yengem bu halime gözlerini devirerek yanıma çöktü ve kafamı ovmaya başladı. "Çok mu acıdı, kuzum?" Yavaşça kafamı aşağı yukarı sallamakla yetindim. Daha sonra başımı öptü ve bana gülümseyerek baktı. Ben de ona gülümsedim. Bu kadın şaka maka fena kafa açıyordu yani!
"Biraz ayıl da sonra konuşacağız, Almina Hanım. Bu işten kolay kolay yırtamayacaksın, en ince ayrıntısına kadar istiyorum olanları." Derin bir nefes vererek onu onayladıktan sonra yengem, üzerimi giyinmemi söyleyerek kahvaltıda misafirlerimizin olduğunu söyledi. Ardından halime bakıp tekrar güldükten sonra göz kırparak odadan çıktı.
Deliydi bu kadın, gerçekten. Ama her ne kadar deli de olsa onu çok seviyordum. Ve biliyordum ki, ondan hiçbir şey saklayamazdım. Canan yengem benim en büyük sırdaşımdı. Yalan söylediğim an şıp diye anlıyordu ve bana zorla anlattırıyordu. Ben de daha sonra ona, dünki olanları sırasıyla anlatacaktım. Yoksa ömrü billah peşimi bırakmazdı. Anlatmayacağım takdirde Belalı'ya bile giderdi, o derece meraklı ve inatçıydı. Ne olmuştu da ne anlayacaktım sanki ama Canan yengemdi bu... O adamla yalnızca yolda karşılaşmış bile olsak bunun ayrıntısına kadar isterdi.
Her neyse, diyerek çevik bir hareketle üzerimi giyindim ve yatağımı toparladım. Odadan çıkarak banyoya doğru ilerlediğimde evin zili yeni çalıyordu. Ardından aşağıdan kadın erkek karışık insan sesleri gelmeye başladı. Ben de hiç vakit kaybetmeden banyoya girerek elimi ve yüzümü yıkadıktan sonra aşağıya, mutfağa indim. Mutfağa girdiğimde Meltem yengem, mutfakta çay doldurmakla meşguldü.
"Günaydın uykucu," dedi gülümseyerek. "Haydi sofraya!" Ardından önüme düştü ve ben de onu takip ettim.
Sofraya vardığımda, Gökhan ağabey, Azad ağabey, Belalı (!) ve Mert ağabey vardı. Buna ek olarak kuzenlerim, amcamlar ve Canan yengem de sofradaydı. Hatta Canan yengem beni görünce sırıtmaya başladı. Demek az önce bu yüzden bana gülüp göz kırpmıştı... Sinsi! Sanki ne var da göz kurpıyorsun! Umarım bugün bu sofrada beni rezil etmezdi.
Herkese kısa bir "Hoş geldiniz," dedikten sonra Gökhan ağabey, "Ooo..." diye karşılık verdi. "Takımımızın kraliçesi de teşrif edermiş... Beyler! Alkış yok mu, alkış?"
Sofrada bir alkış tufanı kopunca hem utanmış, hem de gülmeye başlamıştım. Azad ağabey ıslık çalıyor, Kasımpaşalı bravo diyerek bağırıyordu. Gökhan ağabey ise adımı tezahürat ediyordu. Bu Gökhan ağabey, lakabını layığıyla taşıyan bir adamdı. Öyle çılgındı ki, şu mahalle ağabeyi grubunda bu adam olmasa, kesinlikle hepsi sıkıntıdan patlardı. Yani adam, harbi fişekti. Üstelik Belalı'dan daha feci bir lakap varsa, o da kesinlikle Fişek'ti'!
Sofraya doğru ilerlediğimde Muzaffer ağabey saçlarımı karıştırmış ve hepsini karman çorman etmişti. Eline bir tane vurdum. Bundan nefret ettiğimi bile bile yapıyordu pislik! Ona öldürücü bakışlarımı fırlatarak masaya oturdum. Tam sandalyeme iyice yerleşiyordum ki, Canan yengemin sesiyle oturduğum yerden kalkmak zorunda kaldım.
"Almina kızım, oturmadan, Bertan ağabeyinin de çayını doldurur musun? Baksana bitmiş."
Kafamı hızla aşağı yukarı sallarken bir an gözüm, Belalı'ya kaydı. Belalı, ağzındaki lokmasını henüz tamamlayamamış olacak ki; bana bakarak şaşkınlıkla yutkunduğu sırada, o tamamlayamadığı lokma boğazında kaldı. Kaçınılmaz olarak da öksürük krizine girdi.
O öksürmekten kıpkırmızı olmuş bir şekilde nefes almaya çalışırken Gökhan ağabey de, "Helal, helal!" diyerek onun sırtına vuruyordu. Canan yengeme baktığımda zafer kazanmış bir edayla sırıtmaya başladığını gördüm. Bazen bu kadının yaptıklarına akıl sır erdiremiyordum.
Ben de, daha fazla burada durursam kahkalara boğulacağımdan ötürü, Belalı'nın önünden bardağını alarak mutfağa koştum. Adam resmen boğuluyordu yahu...
Gerçekten komik bir görüntüydü ve ben de mutfakta, tuttuğum kahkalarımı serbest bıraktım. Çünkü üç kişi birden Belalı'nın sırtına vuruyordu ama boğazında kalan lokmayı bir türlü çıkaramıyorlardı.