Geçmişin İzleri
Bir yıl önce
Sınır tanımak benim mizacımda yoktu.
Kendimi bildim bileli başımın dikine gider, sonuçlarına da katlanırdım.
Bugüne kadar altından kalkamadığım hiçbir olay olmadı. En azından, sonuçlarını hep tek başıma göğüsledim.
Kimseyi sıkıntıma ortak etmeden, başımın çaresine bakarak kendi yolumu çizdim.
Ailem bana sonsuz güvenirdi; ama aynı zamanda, her an başıma bir iş açacağımdan da korktuklarına emindim.
O gece de farklı değildi.
Gecenin bir vakti, müvekkilim Yağız Duran’ın alkollü bir mekânda karıştığı kavga nedeniyle karakola çekildiğini öğrenince, hiç düşünmeden çıktım evden.
Bizim meslekte bu tür durumlar olağandı; ama annem, her zamanki gibi beni ikna etmeye çalıştı. Mümkünmüş gibi…
“Gece gece çıkma kızım, sabah gidersin. “ demesiyle istemsizce güldüm.
Birilerinin gece yarısı saçma bir kavgaya karışması yüzünden olan yine bana oluyordu ama… ne yapalım, bu işin doğasında vardı.
Arabama atlayıp karakola vardığımda, üzerimdeki kıyafetleri umursamadım bile.
Kimse benden bu saatte karakola giderken takım giymemi beklemesin.
Taytım ve kazağımla içeri daldım.
Zaten bu işi hızlıca halledip eve dönmeyi, uykuma kaldığım yerden devam etmeyi planlıyordum.
En azından kendimi buna inandırmıştım.
Karakolun kapısından içeri adım atar atmaz, içerideki hava yüzüme çarptı.
Uykusuzluğun, sigara dumanının ve alkolün karıştığı ağır bir koku… Bu kadar mı içtin Yağız? Çalmak çaksam karakol havaya uçacak kıvamdaydı.
Böyle yerlerde zaman hep yavaş akar, ama sinirler her zaman gergindir.
İçimden Yağız’ın yine bu kadar içmesine söverken ilerdeki masaya doğru adımlarımı hızlandırdım.
Masanın başındaki nöbetçi memur, önümden geçen dosyalardan başını kaldırmadan konuştu.
“Buyurun, kimi aramıştınız?”
Kimliğimi çantamdan çıkarıp önüne koydum.
“Avukat Devin Arslan. Müvekkilim Yağız Duran, az önce getirilmiş.”
Adam kısa bir bakış attıktan sonra başıyla arka odayı işaret etti.
“Üç numaralı odada bekletiliyor.”
Teşekkür bile etmeden yöneldim. Bazen kibar kızlardan olmam için annem çok söylenirdi.
Bizim ailede bu görevi Bade üstleniyordu. Çıt kırıldım, dokunsalar ağlayacak narinliğinle tüm ilgiyi tepesinde toplar, sonra memnun ifadesiyle istediğini yaptırır.
Küçükken başına gelen kötü bir olaydan dolayı çocukluğunun büyük bir kısmı hastane odalarında terapilerle geçmişti. Bu yüzden ona birşey olacak korkusuyla üzülmesin yorulmasın diye hepimizin üzerine titrediği göz bebeğimizdi .
.
Kapıyı araladığımda Yağız’ı sandalyede, başı öne eğik hâlde buldum.
Yüzündeki yorgun ifade her şeyi anlatıyordu. Yağız’ın karıştığı ilk olay değildi. Zengin bir aileden geliyordu ancak evin sevgisiz kalmış,para ile susturulmuş çocuğuydu. Öyle olmasına karşın fazlasıyla mütevaziydi. Bunu görmesi gerekenlerin farketmediğini anlayacak kadar çok vakit geçirmiştik kendisiyle.
Yüzünü incelediğimde bu sefer sağlam kavgaya karıştığını anlamam uzun sürmedi.
“Elimi alnındaki kesiğe uzattım. ‘Ne kadar içtin bu kez?’”
Kısık bir sesle mırıldandı: “Biraz fazla… ama ilk yumruğu ben atmadım, yemin ederim.” Suçlu çocuklar gibi alttan bakış atıp, başını eğdi. Normalde insanlara karşı içindeki buruk yanı göstermemek için sert mizacını maske olarak yüzüne takar öyleymiş gibi davranırdı. Ama benimleyken hep olduğu gibi davranmış,kötü çocuk maskesini takmaya hiç bir zaman gerek duymamıştı.
İçimden derin bir nefes verdim.
Her avukatın en az bir “ben başlamadım” vakası olurdu; ne yazık ki benimki gecenin bir yarısına denk gelmişti.
Masanın kenarına ilişip tutanaklara göz gezdirdim.
“Kamera kayıtlarını istediniz mi?” diye sordum, gözümü kâğıtlardan ayırmadan.
Odada bulunan genç memur omuz silkti.
“İstedik, henüz ulaşmadı avukat hanım.”
Not defterimi çıkarıp hızlıca yazmaya başladım.
“Tamam. O hâlde, kayıtlar gelmeden müvekkilim ifade vermeyecek. Ayrıca darp raporu alınmadan yapılan her işlem hukuken geçersizdir. Adli muayene sonrası ifade alınacak, bunu da tutanağa geçelim.”
Genç memur, hafif alaycı bir ses tonuyla,
“Avukat hanım, mevzuat ezberine gerek yok, basit bir kavga bu,” dediğinde başımı yavaşça kaldırdım.
Sert bir bakışla gözlerinin içine baktım.
“Basit dediğiniz şey, bir insanın özgürlüğüne mal olabilir memur bey. O yüzden işimi ciddiye alıyorum. Siz de alın.”
Odaya kısa bir sessizlik çöktü.
Yağız bana minnetle baktı; ben ise hiçbir şey olmamış gibi kalemimi masaya koyup ayağa kalktım.
“Rapor için hastaneye sevkini yapın,” dedim net bir sesle.
“Ve bir kopyasını savcılığa ben ileteceğim.”
Yağız’ın ben konuşurken özgüven patlaması yaşadığına bilmem kaçıncı kez şahit olup, odadan ayrıldım.
Koridorda gözü yaşlı bir çift dikkatimi çekse de, bunların benim açımdan alışılmış durumlar olduğunun bilincindeydim. Klasik bir karı-koca kavgası, muhtemelen. Ama içimden bir ses, olayların öyle olmadığını söylüyordu. Sanki başka bir şey vardı…
Kadının bakışlarındaki hüzün kalbime işlerken, içeri girip sormayı aklımın bir köşesinden geçirdim. Ama sonra karışmama kararı alıp vazgeçmek üzereyken, karakol binasının birkaç metre uzağında oturmuş, ellerini kucağında birleştirerek küçülmüş, sessizce ağlayan kız dikkatimi çekti.
Uzaktan birkaç dakika boyunca onu izledim. Haline bakılırsa başına iyi şeyler gelmemişti. Omuzları çökmüş, sanki kimse onu görmesin diye yerinde ufalmıştı. Başını önüne eğmiş, dünyanın gürültüsüne inat sessizce ağlıyor, feryat ediyordu.
“Beni duyun!”
Ağır adımlarla, gözlerimi ağlayan kızdan ayırmadan yanına ilerledim. Tam önünde durup, yavaşça aynı hizaya gelene kadar eğildim. Ellerimi bacaklarımın arasına koyarken, yaşamış olabileceği her ihtimali içim yanarak göz önünde bulunduruyor, temas etmemeye dikkat ederek ona güven vermeye çalışıyordum.
Usulca kafasını kaldırıp gözlerime duygudan yoksun bakışlarını yolladığında, kalbime bir hançer saplandı. Tahmin ettiğim şey olmasın diye umut ederken, ilk defa mesleğime ters düşen bir dua edip yanılmak istedim.
Sesimi kontrollü bir ölçüde tutup, sakince ilk adımı attım.
“İyi misin?”
Hâlâ ağlıyordu. Gözlerindeki yaşlar, yaşadığı acıyla bütünleşmiş bir refleksle akıyordu sanki. Yüzü yaş içinde olan kızın gözyaşlarının çizdiği yola gözlerim kaydığında, boynundan aşağı akan damlaların pembe kazağının yakasını ıslattığını fark ettim. Göz yaşları onunla bütünleşmişti. Hiç dinmeyen şu
Gözyaşlarımı silme gereğinde bile bulunmuyordu. Acısı o kadar derindi ki,gözlerindeki boşluk acıyla açılmış dipsiz kuyuya bakmak gibiydi.
Titreyen çenesine rağmen dudaklarını belli belirsiz açıp mavi gözlerini, ela gözlerime buluşturdu. Hayatımda ilk defa mavinin karanlık tonunu görmüştüm. Bu güzel gözler neden solmuştu?
Ağır nefesini verirken umut bekleyen ifadesiyle konuştuğunda bedenim kaskatı kesildi.
“Sende onlar gibi misin?”
Yardım çığlıkları atan buğulu bakışlarını gözlerime sabitlenmişken,sesindeki çaresizliği iliklerime kadar hissetmiştim.
Çevremdekilerin davaya bulaşmam için yaptığı uyarılara aldırmadan, t çaresiz kıza umut olabilmek için gecemi gündüzüme katarak çalıştım. Sonunda o güçlü adamları bitirecek delilleri bulmuştum. Son davaya sayılı günler kalmıştı. Elimdeki delilleri mahkemeye sunacaktım ve bitecekti her şey…
Ta ki evime hırsız gibi girip, delilleri yok ettikten sonra kız kardeşim Bade’nin canıyla tehdit edilene kadar…
O gün şeytanla anlaşma yapmak zorunda kalmış, Bade ve Kardelen’in canına kast etmeyeceklerine dair anlaşma yapıp geri çekileceğimi söylemiştim.
İstersem tekrar aynı delillere ulaşabilirdim. Karşımdakiler de farkındaydı ve sadece bir kişi değil hepsini içeri attıracak delillerim vardı ancak ben onları mahkemeye sunana kadar kardeşim ve Kardeleni çoktan infaz ederlerdi.
Bu anlaşma sevdiğim iki kızı da korumuştu… Karşılığında itibarımı zedelemiş olsam da…
Çoğu insanın gözünde korkak,rüşvetçi veya çıkarcı bir avukat haline gelmiştim. Bedelini ağır ödesem de onların canı için değerdi.