Özlemi Sıtma Tutturan Kayıp!
Yalova depremi.
Yedi yıl önce altı katlı evimizi domino taşı misali düzenli bir harabeye çeviren, onca yıl sonra bile kabusum olmaya devam eden, geceleri beni uyutmayan felaketti.
Benim henüz sevmelere doyamadan vedalaştığım, yokluğu içimi üşüten, özlemi sıtma tutturan bir kaybım vardı. Öyle bir kayıptı ki, bir çocuğun ömrü hayatında yaşayabileceği en büyük kalp sızısıydı. Kaybım kim miydi?
Babam!
Hayatımdan en son uğurlamak istediğim kişiyi ilk sıradan yolcu ettim.
En sevdiği türkü Gesi Bağları idi. Kalınca sesiyle sessizce mırıldanır dururdu. Gamzeli gülüşü, şefkatli bakışları, ne iş olursa olsun ayırt etmeden çalıştığı için nasırlı elleri vardı.
Canım babam güven ve huzur kokardı. Kavgayı ve kalp kırmayı hiç sevmez, sakin, merhametli ve iyi kalpli bir adamdı. (Hikayedeki babamızı, ben Kemal Sunal olarak hayal ettim.)
Bizimle çok erken vedalaştı. O hep yaptığı helalleşme hakkını bile kullanamamıştı.
O gece Yalova akşamının üzerinde kızıl bir gökyüzü vardı. İlk defa gördüğüm kızıl gökyüzünü heyecanla göstermiştim. "Anne bak! Ne güzel."
Yalnızca on yaşında bir kız çocuğuydum o zamanlar. Ailecek mutlu bir akşam yemeği yemiştik. O gece son kez sarılmış, son kez öpmüş ve son kez aynı havayı solumuştuk...
Yemekten sonra babam odama gelmiş, içine doğmuş gibi, uyumadan önce sımsıkı sarılmıştı. "Babasının bir tanesi, hep dik dur, kimseye asla boyun eğme, yalan söyleme. Ömrün boyunca yanında olmayacak insanları gönlüne misafir etme." demişti. Gerçi hep güzel ve özel nasihatleri vardı. O gün sanki daha bir başkaydı.
Saçlarımdan derince bir nefes çektikten sonra alnımı öpmüştü. "Seni çok seviyorum, canım kızım." diyerek sağ eliyle, incitmekten korkar gibi saçlarımı belli belirsiz okşamıştı. "Sabah erken kalkacaksın, haydi uyu bakalım." Dedikten sonra kapıya kadar yürüyüp zaten onu haranca izleyen bana tekrar bakmıştı.
Her an kaybolup gidiverecekmişim gibi gözleriyle sarılıp odasına gitmişti. Nereden bilebilirdim ki onu sayılı görüşlerimden sonları olacağını? Bilemezdim.
O gece 'küt' diye bir sesle uyanmış, uğursuz gürültüyle birlikte evimiz sallanmaya başlamıştı. Akşamı kızıl olan günün gecesi karanlıktı...Çok çok karanlıktı.
Annemin yan odadan zorla emekleyerek geldiğini hatırlıyordum. Beni kolumdan çekip güvenli gördüğü köşeye sürüklemişti. Babamsa henüz bebek olan kardeşimi emekleyerek anneme uzatıp üzerimize siper olmuştu.
İşte tam o an!
Korkunun dipsiz bucaksız uçurumuna hazırlıksız yuvarlandık. Ölüm, keskin dişli görünmez bir canavar gibi açlıkla etrafımızda dört dönüyordu. Çatırdamayla birlikte yağmur misali yağan toz ve beton yığınları, bizi nefessiz bırakmak için çok heyecanlılardı.
Kardeşimin sürekli ağlaması ve annemin "Allah! Allah! Allah!" Diyen acı çığlıkları depremin neden olduğu, yıkıntı seslerine karışmıştı. Sarsıntı bitmek bilmiyordu, inatçıydı.
Omzuma düşen ağırlık yüzünden can acısıyla ve korkuyla bir çığlık atmıştım.
Korkuyla da eklemiştim. "Babaaa! Kurtar bizi! Ne olursun!"
Babam, hacı mislerinden olan esansları çok severdi. Ve okyanus ve çam ağacı kokardı. Beni kurtarırken son kez kokusunu soludum sanırım bilemiyorum. Canım babam, işte o deprem gecesi, bir kez bile düşünmeden bana siper olmuş, canını benim için hiçe saymıştı.
Beni o köşeden kucaklayıp hızla boşluğa bıraktığında, kendisi o koca beton yığınlarının altında can vermişti. Babamın kaçmaya fırsatı, vakti kalmamıştı. Ilık kanı yüzüme sıçramış, çaresiz gözyaşlarım babamın kanıyla birlikte yüzümü yıkamıştı.
En son hissettiğim şey babamın huzur kokusundan sonra yayılan kan kokusuydu. O gün bu gündür kan gördüğümde içim çalkalanır, ellerim titrer.
Evin direği göçünce kurulu düzenimiz tepetaklak oluverdi. Babamsız geçen günlerin renkleri soluk, aldığımız hava bozuktu.
Bağıra bağıra ağlayan babaannemin ağıtları hala çınlar kulaklarımda. "Sıra bendeydi can oğlum. Sana geleceğine bana gelseydi. Yandı, ciğerim yandı..." Yaşlı kadıncağız oğlunun acısının ağırlığına fazla dayanamadı. Babaannemi, babamdan üç ay sonra toprağa verdik. Acaba anne-oğul ahirette kavuşabilmişler miydi?
Aradan koskoca yedi yıl geçmesine rağmen bu kayıp daha dün yaşanmış gibi acısı taptazeydi. Özlem duygusundan yüreğim sızım sızım sızlıyordu. Şimdi on yedi yaşında genç bir kız oldum. Hiç büyümek istemeyen çocuksu yanım, o kızıl deprem gecesinde tutsak kalmış durumdaydı. Ebeveynlerinden birini kaybeden çocuklar erkenden büyümek ve olgun davranmak zorunda kalıyorlardı. Tıpkı benim gibi.
Yatağımda uzanmış, acı-tatlı anıları kendi kendime yad ederken o gecenin hiç yaşanmamış olmasını dilerdim. İnsanız, aciziz, farkında değiliz. Deprem gecesinde, o gün yirmi bine yakın insan vefat etti. Sevdiklerimizi, can bildiklerimizi kaybettik.
Dile kolay da gönle zor geliyordu. Her gün birbirinin bir kopyasıydı. Geleceğe dair umudum yok, dolayısıyla mavi de yoktu. Çocukken yaşıtım olan kızlar pembe, kırmızı peşinde koşarlarken ben erkek çocukları gibi mavi diye yırtınırdım. Babam denizleri ve rengini çok severdi. O seviyor diye bende maviyi seviyordum.
Babamın ölmeden önce güçlü parmaklarıyla son dokunduğu rengini seviyorum diye aldığı pijamamdı. Koyu Mavi renginin üzerine küçük, beyaz, içi boş yıldızlar çizilmişti. Kolumdan sonra kumaşı sıkıca kavrayan parmakları, kayarak bırakmak zorunda kalmıştı. Çünkü can babam son kez en sevdiğim renge parmağının izini ve özlemini de bulaştırıp gitmişti.
İnsan bir renkten korkar mıydı? Ben korkuyorum, sanki maviye bulaştığım an yine kaybedeceğim. Öyle hissediyorum.
Biliyorum, biliyorum... Bir renge bu kadar anlam yüklenmesi akıl kârı değil ve hiç doğru gelmiyordur. Sağlıklı bir düşünce şeklim yok maalef kabul ediyorum. Zaten psikolojimin dört dörtlük olduğunu da savunmuyorum. Kusurlarımız bizi bir bütün haline getiren parçalardan sadece bir tanesini oluşturur. Renklere bu kadar kafa yormak çok çoçukça mıydı? Belki evet belki hayır.
Deprem benim için o gece olup bitmedi. Geçer dediler. Bir türlü geçemedi... Artçı sarsıntılar hala ben nereye gidersem oradalar. Deprem gecesini film izler gibi izleten ve babamın kaybını defalarca yaşatan kabuslarım var. Birde maviye olan küskünlüğüm var. Özetim bu.
Kader deyip geçemiyordum. 'Neden?' diye isyan etmekten de çok korkuyorum. Dönüp duran bu dünyaya, isyan ve kötülük etmek için gelmedik elbette...
Sabrın kayıplara karışıp saklandığı zamanlar, isyankar oluruz maalesef. Öyle bir geçiş zamanındayım. Babam yoktu! Kokusunu ve sıcaklığını da alıp çok uzağa gitti. Bana bolca özlem ve çokça sevgi içeren nasihatleri, miras olarak bıraktı.
Babam, evlat sevgisini beni kurtarmak için canından vazgeçerek göstermişti. O son bakışında bile eli pijama kumaşımı sımsıkı tutarken, gözleri 'Özür dilerim' diyordu. Üstelik özür ve af dilemesi gereken bendim. 'Ne olur bizi kurtar' diye yalvarmamalıydım.
Gözlerimin önünde, gözyaşlarımın buğusunda, babamın gülen, gamzeli yüzü yine yeniden beliriverdi. Bazen sesi, görüntüsü yada kokusu hatta bunlardan herhangi birisi silinip gidiverir diye ödüm kopuyordu.
Ah be babam! Daha iki aylık bebeğin, kardeşim Nur vardı. Neden kendini diğer kızın için yani benim için feda ettin? Değer miydi be gamzeli adam?
Sitemim babama değil kendimeydi. Benim zorum bir tek kendimleydi. Anıların ağırlığıyla, uzandığım yatak çivi gibi batmaya başladı. Yeniden yaşıyormuşum gibi birden kalbim sıkıştı. Bağıra bağıra ağladığımı, annem bana sımsıkı sarılınca anladım.
Özlemden sızlayan kalbimi sobeleyen annem, neden ağladığımı biliyordu. "Nil'im yapma annem ne olur ağlama. Baban bu halini görseydi çok üzülürdü. Seni görüyorsa o da ağlar. İster misin gamzeli adam ağlasın? Haydi annem yapma! Geçti kızım, bitti."
Annem yarım kalmış kalbini düşünmeden beni teselli etmeye çalıştı. Saçlarıma ve yüzüme sıcacık öpücükler kondurdu. "Yanındayım, hep yanında olacağım. Kardeşini uyandıracaksın. Korkmasın anneciğim. Lütfen sakinleş, ağlama."
Böyle böyle beni sakinleştirip panik bir krizden daha çıkardı. İç çekişlerim, sessizliği delerken çok ağlamaktan başım ağrıyor yüreğim inceden sızlıyordu. Sımsıkı birbirimize sarılmıştık. Annemle ben acı duygusunun ve özlemin ne can yakıcı olduğunu yaşayarak tecrübe edenlerdendik.
Hiç bitmeyen özlem, geçmeyen acı yüreğimizde çöreklenip kalmıştı. Babasızlık çatısız ev gibiydi. Bütün kar kış ve soğuk, hem evimizin içine hem de kalbimize doluşuyordu.
Annem açısından bu özlem daha ağırdı. Sırtını dayadığı, ısısını hissettiği ve can dediği adam
kızı yaşasın diye bırakıp gitmek zorunda kalmıştı.
"Çok özledim anne hisseder mi babam? Bazen keşke ölen ben olsayd-"
Annemin narin eli, dudaklarımın üzerine kapanarak sözlerimi yarıda kesti. "Sakın bir daha böyle sözler duymayayım. Bana da, kendine de bu haksızlığı bir daha yapma!"
Annem gözyaşlarının yıkadığı güzel yüzünü, ince parmaklarıyla sildi. "Hayatta ölüm diye bir şey olmasaydı hala yaşayanların değerini asla bilemezdik. Toparlan her şey yoluna girecek. Benim için kardeşin için diren annecim olur mu? Güzel ve mutlu anılara tutun, canını yakanlara değil."
Başımı aşağı yukarı salladım, boğazıma koca bir yumru oturdu. Yutkundukça yumru büyüyor, nefesim tıkanıyordu. Annem olmasa dayanamazdım. Durgun duruşuma annem sahteden sitem etti. "Nil'im artık uyu... Yarın gözlerin angry bird kuşlarının gözleri gibi kocaman kocaman olacak."
Gözlerimden yaşlar süzülürken annemin söylediklerine silikçe gülümsedim. Dudaklarımdan çıkan sözlere hiç inanmadan,
"Ben her halimle güzelim, babamın kızıyım bi' kere." Bir yandan yanağım ve çenemde ki ılıklığını kaybetmiş göz yaşlarımı elimin tersiyle siliyordum.
İçim paramparça cam kırığı iken iyi görünmeye çalışıyordum. Anneme güçlü görünmek istedim çünkü ben bir üzülüyorsam, annem üç yıpranıyordu. Burukça gülümseyip odasına gitti. Babamın acısı, geçim derdi, benim ve kardeşimin sorumluluğu, belini bükmüştü. Daha otuzlu yaşlarda ki annemin saçlarına aklar düştü. Canım annem, kahve rengi saçlarının yarısından fazlası beyaza dönmüş olmasına rağmen hala çok güzeldi. Babamdan sonra bir daha kilo alamadı. Bu narin görüntüsünün aksine hakkını sonuna kadar savunur ve asla sessiz kalmazdı. Her işi yapmaya çalışırdı, aynı babam gibi çok çalışkandı. Hem anne hem baba olup her istediğimizi, elinden geldiğince yapardı.
Ailem için dualar edip gözlerime misafirliğe gelen uykuya esir düştüm. Uyku kusurlu çalışan zihnimi özgür bırakmasaydı keşke...
Uyu Nil uyu. Uykuya bir kez daha esir düşte azıcık huzur bulalım.
🌙🌙🌙🌙🌙🌙🌒🌙🌙🌙🌙🌙🌙
Güneş yeniden doğdu, insanlığa yeni bir gün, yeni bir şans daha verildi. Hayat devam ediyor. Her gün her an değişen hayatlar var. Yenice doğan bebekler, yaşlı ya da genç demeden ölenler... Adına yaşam denilen zaman döngüsü değirmenini döndürerek devam ediyordu.
Doğa insanlık için bir ölüyor, bir diriliyordu. Yemyeşil yapraklar hafiften sararmış, güçten düşmüş ve her esen rüzgarda, toprağa bir tane daha düşüyordu.
İşte tatlı sarı renkli bir yaprak daha yere düşüverdi. Babamda aynı bu yaprak tanesi gibi ona biçilen zamanda, ahirete savrulup gitmemiş miydi? Sanırım aralarında ki tek fark ölümün son evresi, sarı yaprak ise ve ölmeye yüz tutmuşken, babam henüz yemyeşildi. İronikti.
Oturduğum çardakta gözlerim toprağa düşmüş sarı yaprak yığınlarına dalmış bunları düşünüyordum. Ben henüz 17 yaşında bir adet Nil'dim.
Düşünmekten kafayı yiyeceğim anlarda, imdadıma koşanlara yine ihtiyacım vardı.
"Nil'im, ne düşünüyorsun tatlım?"
Hemen yanımda oturan çocukluk arkadaşım Ela'ya döndüm usulca. Sarı ve açık kahve arasında geçiş yapan saçları, buğday renkli teni ve kahve renkli gözleri vardı. Okul formasının içinde çok güzel görünüyordu. Sahi ne sormuştu biraz önce? Yine anlamsızca çok dalgındım.
"Kış geliyor," demekle yetindim. Birbirinin aynısı günleri ite kaka geçiriyordum.
Arkadaşlarım artık alıştılar. Bazı zamanlar istemsiz durgunlaşırım. Konuşmaya güç bulamaz, konuşursam içimdeki can kırıklarının etrafıma, sere serpe saçılıvermesinden korkardım. Ve bir daha toparlayamamak beni sevenlere haksızlık olurdu.
Ela sararan yapraklara bakıp başını salladı, sonra dikkatle gözlerime baktı. Baktı ve beni yine gözlerimden anladı. Ne zaman yüzüm düşse, ilk babamı düşündüğümü bilirdi. Çocukluktan beri süre gelen, sağlam arkadaşlığımız, dikkatli bir bakışla anlaşabilme yeteneği geliştirtmişti. Neye ne tepki veririz iyi bilirdik.
Ela teselli etme niyetiyle, kolunu omzuma attı. İkimizde ağırlaşan havadan kaçmak için bakışlarımızı okulun bahçesine çevirdik. Yavaş yavaş yaşıtlarımızla okul bahçesi doluyordu. Oturduğumuz yerden giriş kapısını görüyorduk.
Çevremi, insanları izleyip analiz etmeyi severdim ve alışkanlık olan bu huyum yine iş başındaydı. İnsanları kıyafet, para ve eşya metaryalleri ile asla yargılamazdım. Bunlara göre değer biçmezdim, biçmedim de. Böyle değer biçenleri de hiç sevmedim.
Davranış, mimik ve insan vicdanını incelemeyi, irdelemeyi çok severdim. Herkes yerini bende böyle belirlerdi. Dış görünüşe göre değil de kalp saydamlığına göre zihin odalarıma yerleşirlerdi.
İşte incelediklerimden bir tanesi geliyordu. Ali yavaş yavaş yürüyüp her zaman oturdukları yere doğru bizden bir kaç metre kadar uzağa yöneldi. Hiç acelesi yokmuş gibiydi her zaman, uyuşuk olmaktan çok, ağır ve gamsız halleri vardı.
Yaşıtlarımızın aksine sakin, oturaklı ve normal boylu, zayıf biriydi. Kahve saçlar, buğday sarısı ten ve güzel bebeksi bir yüzü vardı. Ama ondan bana ulaşan enerji nedense negatiflik içeriyordu. Pek güven vermiyordu. Onu inceleyen, gözlerimin önünde dumanı tüten bir kahve bardağı belirdi.
"Günaydınlar, kuşlar obası."
Kahveyi veren ikinci arkadaşım, sırdaşım Mine'ydi. Grubumuza kuşlar obası ismini takmıştı. Tabii bu isimler zaman zaman onun duygu durumuna göre değişebiliyordu.
Mine, lisenin ilk yılında en çok onun çabasıyla ilk arkadaşlık kurduğum kişiydi. Sıcak kanlı, kızıl saçlı tatlı bıcır bıcır bir kızdı. Üç yıldır, üç kız dostluğumuzu sağlam ve güvenilir bir zemine oturtmuş hiç ayrılmamıştık.
Okulda lisenin ilk yılı yağmurun altında ağladığım bir gün vardı. Ela hasta olduğundan gelemedi. Yağmurun altında öylece otururken babam ıslandıkça üşüyor mudur diye duygulanıp kaybolduğum bir andı. Benimle alay ederek gelip geçenler vardı. Onların aksine Mine teklifsizce gelip yanıma oturmuştu. Montunu çıkarıp başımın üzerine şemsiye yapmıştı. Ben özlemle ağlarken Mine, sessizce nöbetimi tutmuştu. O gün ne oldu diye sormamıştı. Sonraki günlerde ise o günün aksine hep halimi hatırımı sormaya çalışmıştı. Kimseye güvenemeyen inadımı böylelikle kırmıştı. Ela ile bana göre daha kolay bağ kurdular.
Mine kızıl saçları, açık kahve buğulu gözleri ve artı yanaklarında ki gamzeleri ile güzelliğin çıtasını, Everest Dağı'na çıkarmış arkadaşımdı. Gülümseyerek elime kahvenin birini tutuşturuverdi. Mis gibi kahve kokusu beni sarmalarken hafifçe gülümsedim.
Biz Mine'nin günaydınına cevap verirken, Mine diğer elindeki kahve bardağını masaya koyup okul ceketinin cebinden çıkardığı, kayısı suyunu gülümseyerek Ela'ya uzattı ve ekledi. "Bugün bendensiniz, yarın tostlar sizden olsun."
Güneş ışıklarının feri sönmüş cansız cansız üzerimizde süzülüyordu. Hafifçe tebessüm ederek konuştum. "Yarın tostlar benden o zaman. Erkenden gelip kantinde kahvaltı yapalım mı?"
Çevremiz birden bıçakla kesilmiş gibi sessizliğe bürününce bunun sebebini öğrenmek için başımızı okulun giriş kapısına çevirdik. Okula yenice giriş yapanın Edis olduğunu gördük.
Hayran bakışların hiçbirine aldırmadan, Ali'nin de olduğu arkadaş grubuna doğru yürüdü ve temassız selamlaştılar. Bakışlarımı yarısını içtiğim kahveme çevirdim. Mine ve Ela, Edis'in grubunu konuşmaya başladılar. Edis o grubun hatta okulun en ulaşılmazıydı, görüntüsü kusursuzdu. Bana göre ona; kalbinin sağlamlığına, güzelliğine güvenenler bakmalıydı.
Tam anlamıyla yakışıklılık abidesiydi. Müzelere konulacak anıtlar kadar özeldi. Onun güzelliğine kapılmamak için bakamazdım. Edis'in baksada kimseyi görmeyen gözleri vardı. Aynı okulda olsakta hiç göz göze gelmedik. Tam üç koca yıldır gözleri gözlerime değmedi, hep teğet geçti. Umutsuz vaka işte burada tam anlamıyla ben oluyordum.
Onu ilk gördüğüm andan itibaren, kuvvetli hislerle sarmalandım. Kalbim ondan beri sadece kan pompalamaktan çıktı. Bir parçacık hain iç organım, karşılıksız sevgi hissini, iliklerime kadar ince ince işledi. Ne zavallılaca ama... Bakamıyorsun bile ne sevmesi diyorsundur. Haklısın. Kalbe yasak koymak mümkün olsaydı keşke yada olasıklıkta en başı çekeni direk seçebilseydik.
Edis siyaha yakın koyu kahve saçları, uzunca boyu ve saçlarına tezat beyaz teni vardı. Zayıf görünüşüne rağmen güçlü duruş sergiliyordu. Her zaman omuzları dik, dağ gibi yıkılmaz, sarsılmaz ve ulaşılmazdı. Benim aksime onun özgüveni tamdı. Belki tamdan bile fazlaydı. Çatık kaşları, az gülen yüzü, soğuk duruşu ile negatif enerji yaymasına rağmen çok havalı görünüyordu.
Kimse görmüyordu ama bir oğlan çocuğunun burukluğu gölgesine gizleniyordu. Kendi halindeyken üzerine masum bir burukluk çöküyordu. Bir erkeğe masumluk bu kadar yakışır mıydı? Yakışırmış. Çok yakışırmış. Buna rağmen o hiçbir şeyi kimseyi umursamıyor gibi bir izlenim veriyordu.
Gözlerinde ki hüzünlü bakışlar olmasa; ters, soğuk havalı ve çekilmez biri diyebilirdim. Ama değildi işte. Havalı görünüşüne tezat gözlerinde sakladığı bir şeyler vardı. Bana çok tanıdık geliyordu. Gizemli bir bulmacanın en can alıcı ve sinir bozan kısmını hatırlatıyordu.
Onu ilk gördüğüm an, kimsenin fark etmediği kalp güzelliğine şahit olmuştum. Görünüşünü ise sonradan güzel ve dikkat çekici bulmuştum. İnceledikçe keşfedilen eserlerdendi.
3 YIL ÖNCESİ
Üç yıl önce, lisenin ilk günü heyecanla girdiğim, bu bahçede yürürken, görmeden çarptığım kızla tartışmaya başlamıştık.
Fark etmeden çarptığımı söylesemde, özür dilesemde, üst sınıflardan olan kız üzerime yürüyüp örgü saçıma yapışmıştı. Benim çömez olmam o kızın son sınıf olup beni hırpalaması için yeterli bir sebep olmalıydı. Çok karışıyor, tarakla açılmıyor diye bıkmadan usanmadan ördüğüm uzun saçımın örgüsünü tutup acımadan kuvvetle çekip canımı yakmıştı.
Kolay kolay kimseye vurmayan ben, canımın acısıyla kıza saldırmak üzereyken görüş açıma kemikli büyük bir el girmiş ve sesini de duyurmuştu. "Yavaş! Git yaşıtlarınla oyna." Sesini duyduğum kişinin yüzüne kızı itmeye çalışmaktan bakamadım.
Ciddi uyarısından sonra saçımı çeken kızın bileğini sıkarak beni kurtarmıştı.
Sonra o güzel kurtarıcı el çok pislenmiş gibi ıslak mendil ile özenle silinmişti.
O hengamede düşen babamdan emanet kalan çok sevdiğim tokamı yerlerde arayıp bulacağım diye uğraşmaktan henüz kurtarıcımın yüzüne bakamamıştım. Babamdan kalan bir şeyi daha o gün kaybetmiştim.
Kız kırılacak gururu kalmış gibi beni itip durmuştu. Yana yakıla toka arayışımla ve kızı görmezden gelmemle hırçınlaşarak tekrar saldıracakken, hocalardan biri bizi fark etti ve kızı benden uzaklaştırmıştı.
Hala sızlayan saç diplerime parmaklarımla dokunurken omzumun üzerinden beni kimin kurtardığına bakmıştım. O uzun parmaklı, büyük elin sahibini gözlerim gördüğünde yutkunamaştım. Hocanın alıp götürdüğü kızın arkasından ters ters bakan kişi imtihanım olmuştu. Gözlerinin bana döneceğini anladığım an teşekkürü bile çok görerek arkamı dönüp oradan uzaklaşmıştım. Korkaktım.
Okul gömleğinin üzerine koyu mavi bir kazak giymişti. Benim en sevdiğim rengi yani, maviyi giyen kişi, kurtarıcım
Edis Bulut'tu...
Hayat al sana mavi, al sana aşk demiş gibi olsa da aslında bana, kocaman bir nah çekmişti!
GÜNÜMÜZ
"Tipleri iyi aslında neden hala sevgilileri yok acaba?" Ela'nın sözlerinden sonra, zihnimin en güzel yerine sinmiş, bu güzel anın sinemasından sıyrıldım.
Mine cevapladı. "Teklif eden kızlar var. Onlara aşık olanlar, popülerlik için yaklaşanlar falan ama hepsini tersliyorlarmış."
Gerçekten olabildiğince kızları kendilerinden uzak tutuyorlar ve terslemekten de hiç çekinmiyorlardı. Bir kaçına bahçede uzaktan şahit olmuştuk.
"Tuna ve Edis kardeşmiş, Ali'ninde; Edis'in çocukluk arkadaşı olduğu konuşuluyor." Mine grubumuzun en sıcak kanlısı olarak hafiye gibiydi. "Umut ve Özgür ise gruplarına sonradan katılmış yani bu okulda ilk hafta tanışmışlar ve hala bir aradalar."
Arada onlardan olaylardan böyle konuşurduk ama öyle kalırdı. Taa ki Ela'nın meraklı sorusuna kadar. "Sizce o gruptan hangisi en çok dikkatinizi çekiyor?"
Mine başını çevirip Edis'in arkadaş grubuna baktı. "Sarışın olan bence. En güler yüzlüsü o." Umut'tan bahsediyordu.
Ela'nın dikkati de iyice gruba kaydı. "Bence en dikkat çekeni Edis." Bitmiş kahve bardağına anlam dolu bakarken hızla gözlerim Ela'yı buldu. Onlar hala gruba bakıyorlardı. Ben başımı çevirip bakmadım. Yine anlam dolu boş bardağa gözlerimi diktim. En yakın arkadaşımdan biri ya onu severse korkusu içimi titretti. Boş bardağı sıktım, şekli bozuldu.
Ela biraz düşünüp devam etti. "Ama buz dolabından daha soğuk, itici. Bencil bir aurası var. Resmen ben üzülmem üzerim der gibi. Şu Tuna'nın yüzü güzel aslında. Çok havalı."
Tuttuğum nefesi yavaşça bıraktım. Bir an Ela'nın dikkatini çekeceği kişi Edis olacak diye resmen üç buçuk attım. Bozduğum bardağı düzeltmeye başladım. Kızların sesi kesildiği için bakma gafletinde bulundum. Yamyam gibi yüzüme bakıyorlardı. Tepki vermedim.
Mine dayanamadı. "Dünyadan Nil'e, alo. Sesimiz geliyor mu? Sence hangisi?"
Salağa yat kızım. Mal taklidi yap. "Konu neydi ki kızılım?"
Ela'ya oynamam gerekiyordu. Gözlerine baktım. Beni salın der gibi. Düşen yapraklara gözlerimi çevirip tekrar Ela'ya baktım. Mine o sırada kolumu dürtüyor kimin dikkatimi çektiğini sormaya devam ediyordu.
"Nil'e başka zaman soralım Mine. Baksana uyuyamamış, gözleri salın beni uyuyayım diyor. Bugün uyur gezer takılır o." Ela, üzgünüm. Henüz kendime bile dürüst olamıyorum. Ve beni o andan sonra kendi halime bıraktılar. Boş kahve bardağı ile oynamaya devam ederken kızlar Edis'in grubu yerine diğer grupları konuşmaya başladılar.
Okulumuzun dikkat çeken tek grubu onlar değildi. Birde az biraz zengin tabaka vardı. Onlarda özel okullardan okulumuza postalanmış kişilerdi. Pek sesleri çıkamıyordu. Birde kötü çocuk tabirinin hakkını veren bir grup vardı ki benim için hiç değerleri yoktu. Beyaz toza bulaştıkları halde ispatlanamamıştı.
Kızların konuşmaları devam ettiği sırada zil çaldı. Beni artık bi' sal diyen kahve bardağını çöp kovasının demirine ters kapattım, içine atmak zor geldi. Son yılımızın ilk dersine girecektik. Çardaktan kalkıp okulun içine girdik, bu yıl ikinci katın koridorunda ki son sınıf bizimdi.
Geçen yıl hep duvar kenarında oturmuştuk, ben bu sefer pencere kenarında ki ikinci sıraya oturdum. Bazen duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Basketbol sahasının olduğu bahçeye, masmavi gök yüzüne nefes alabilmek için bakmak istiyordum. Benim ardımdan "Değişiklikler iyidir. Canlandırır." Diyerek Ela yanıma oturdu.
Arka sıramıza tek başına çöken Mine "Tebdil-i mekanda ferahlık vardır, diyorsunuz yani. Bana uyar." Dedi. Ela ile ikimiz Mine'ye nasıl baktıysak "Mekan değişikliğinde ferahlık vardır demek istiyorum. Sizi cahiller." Ojeli tırnaklarına üfledi. Grubun kitap kurdu olduğundan bilmediği çok az şey vardı.
Tek başına oturmak zorunda kalan Mine'ye "Kızılım istersen ben tek oturayım. Sen Ela ile otur." Ela ile çocukluktan tanıştığımız için Mine bazen dışlandığını düşünüyordu.
Mine hızla itiraz etti. "Sorun yok Nil kuşum, belki yeni arkadaş ediniriz. Sonuçta grubun sıcak kanlısı benim. Ha bu arada son sınıflar karıştırılacakmış. İnşallah ayrılmayız ve dağılmaz ya."
Mine'nin sözlerinden sonra Ela sitem etti. "Neden ki? Alışmıştık herkese, bir daha mı tanışma faslı olacak? Hem sen bu haberi hangi ara duydun kızıl kafa? Okula berber geldik."
Mine sırıttı. "Beni hafife mi alıyorsun, sarışınım?"
Ela usul usul kabullenişle başını iki yana salladı. Boşuna Mine'ye hafiye demiyorduk. Kulakları çanak antendi mübarek, anında olanı biteni duyuyordu.
"O zaman belki bu sınıfta olmayabiliriz, sınıflarda değişebilir. Ayrı da düşebiliriz." Sözlerimden sonra Mine ve Ela aynı anda hoşnutsuzca ofladılar.
Geçen yıl gruplar arasında, çok olaylar kavgalar olmuştu. Hatta bir öğretmen-öğrenci aşkı ortaya atılmıştı. O sınıf bütün öğretmenleri çileden çıkaran kişilerle doluydu. Bu sebeple ailelerin çoğunluğu dilekçe yazıp sınıfların tekrar düzenlenmesini, okul yönetmeliğine ısrarla iletmişlerdi. Böylece öğrenciler tanışıp kaynaşana kadar, zaman geçecek ve kavgalar ortadan kalkacaktı.
Bu sırada Şule hoca içeri girip on beş kişinin ismini okudu. Yüreğimiz pır pır ederek isimleri dinledik. Çok şükür ki okunan isimlerin içinde ben ve yakın arkadaşlarım yoktu. Sınıfımız değişmeyecekti.
İsmi okunanlar bağırarak itiraz ederlerken Şule Hoca masaya elinin içini bir kaç kez susturmak için vurdu ve konuştu. "İsmini okuduklarım C şubesine geçsinler, sınıfımıza yeni gelen arkadaşlarınıza iyi davranın. Son senemiz ve ben sorun istemiyorum, beni üzmeyin."
Şule Hoca ismini okuduğu, kişileri de yanında götürerek sınıftan çıktı. Hocadan sonra sınıfta can sıkıcı bir uğultu oluştu, kimse bu durumdan memnun değildi. Yakın arkadaşı gidenler vardı. İlk gün olduğu için sanırım, sınıf karıştırma ve kaynaşma ile gün bitecek ve ders işlenmeyecekti.
Yarıya düşen kişi sayısına baktım. "Sizce gidenlerin yerine yenileri gelecek mi? Az kişi kaldık."
Mine "Gelenler, gidenleri aratmasalar bari." Diye evrene olumlu mesajlar gönderirken Ela ile onu onaylıyorduk.
Yeni kişilere, yeni ortamlara karşı alerjim vardı. Gerginlikten kuruyan boğazım için suyuma uzanıp içmeye başladım. Kapı tekrar açıldı.
İçtiğim su boğazımda kaldı. Şişeyi şaşkınlıktan düzeltemedim ve üzerime biraz döktüm. Öksürdüğüm için Mine arkadan sırtıma vuruyordu. Ama ağzının içinde "Oha! Başka bir şeyler daha dileseymişim keşke." Dediğini duydum. Arkamı dönüp Mine'nin güzel yüzüne baktığımda içeri girenlerden birine hayranca bakıyordu.
Bu yıl olaylı geçecekti yine ve yine. Benim için ise ekstra zor olacaktı. Öyle bir imkansızlık oturdu ki yüreğime, bir an nefes alamadım. Göz görmeyince gönül katlanırdı. Peki göz her gün gördüğünde, gönlün hali nice olurdu?
İçimde ki ses;
hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, diyordu. Ve ben ilk defa yanılmak istedim. Yüzüm pek gülmez, düşünce denizinde çırpınıp dururdum. Döngüye alışıktım fakat bu yıl korktuğum mavinin soğuk yanına rastgedim.
Fazla kilolarım beni aşağı çeken ilk engellerimdi. İki zayıf arkadaşımın birleşiminden bile şişman görünüyordum. Tipime şeklime bakmadan okulun gözde çocuklarından birine, üç yıldır tıka basa aşıktım.
Davulun hep dengi dengine vurmasından nefret ediyordum?