SESSİZ ÇIĞLIK
Ela sabahları erkenden uyanmaya alışmıştı.Saat altıyı geçmemeliydi.Çünkü evi önce sessizlik, sonra sorumluluk sarardı.Annesi hâlâ uyuyor olurdu ama gözleri kapalı değil; yorgundu. Zeynep’in okulu vardı.Emir’in sabah huysuzluğu. Ve o her günkü gibi, herkesin derdini kendi içinde taşıyarak güne başlardı.
Mutfağa girer girmez çay koydu ocağa.Ellerinin
alışkanlıkla yaptığı her hareket, aslında bir yorgunluğun tekrarından ibaretti. Dışarıda sonbahar başlamıştı. Havanın griliği camdan içeri sinmişti.Ama Ela’nın içi çok daha uzun zamandır griydi.
Ela yirmi altı yaşındaydı.
Ama içindeki çocuk çok daha önce susmuştu.Babası gittikten sonra büyümek zorunda kalmıştı.Ama öyle bir büyümek ki... Çocukluğunu bırakıp, annesinin gözlerine annelik yaparak.
Evden ilk çıkışı, alışveriş listesiyle olmuştu.İlk parasını, Emir’in okul kıyafetine harcamıştı.İlk yalanını, annesi ağlamasın diye söylemişti.
Ve yıllar geçtikçe, insanlar bir şeyi kabullendi:
Ela halleder.
Ela bakar.
Ela dayanır.
Ama kimse sormadı:
“Ela iyi mi ?
O gün aynaya bakarken, kendini tanıyamadı. Yorgunluk göz kapaklarına değil, ruhuna oturmuştu.
Sanki omuzlarında görünmeyen çuvallar vardı; adı “ben iyiyim” olan. İnsan ne kadar susarsa, o kadar görülmez olurmuş. Ela’yı da kimse görmüyordu artık. Sadece yaptığı işleri, tuttuğu evrakları, taşıdığı yükleri görünüyordu.
Kalbi hâlâ bir yerde çırpınıyordu ama sesini duyuramıyordu.
Son bir yıldır, hayatında biri vardı. Adını anmak bile istemediği bir adam.İlk başta her şey güzel başlamıştı.
Güvenilmişti.
“Bu kez farklı,” demişti Ela.
“Bu kez ben de biraz mutlu olabilirim.”Adam onu sevdiğini söylüyordu. Evlilikten bahsediyordu. Gelecek planlarında “biz” vardı. Ela, bir sabah kardeşlerine kahvaltı hazırlarken, içinden gülümseyerek demişti:
"Bu defa yalnız yürümeyeceğim..." Ama meğer o adam çoktan başka bir yola sapmıştı. Ela'yla konuştuğu günün gecesi, başka bir kadının elini tutmuştu. Ve o meşhur söz yüzüğü, Ela’ya değil, başkasına takılmıştı.
Ela bunu öğrendiğinde, önce elleri titremişti. Sonra içi boşalmış gibi hissetmişti.
Ağlamadı.
Bağırmadı.
Sadece pencerenin önüne geçti.
Ve uzun süre, sadece baktı. O zamanı tekrar hatırladı. Ve istemsizce gozleri doldu. Yine silerdi Ela o gözyaşlarını
Daha önce de kaç defa silmişti. İhanet, insana en çok kendisini sorgulatır.
Ela da o gece boyunca aynı soruyu sordu:
“Ben nasıl kandım?”
Oysa güçlüydü. Herkes öyle diyordu. Güçlü kızlar aldatılmaz sanıyordu belki de. Ama gerçek şuydu: En güçlüler, en sessiz kırılanlardı.
Çünkü en çok yalnız kalanlar onlardı. Ela’nın içinde bir şeyler o gece koptu.
İnancı… Kadere değil, insanlara olan.
Sabah olduğunda yine çay koydu. Zeynep’in kahvaltısını hazırladı. Emir’e harçlık verdi.
Annesine “Bir şey ister misin?” diye sordu.Kimse bir şey anlamadı ama Ela, o gün bir daha aynaya bakmadı. Çünkü orada kendini göremeyeceğini biliyordu.
Bir hafta böyle geçti. Konuşmadı. Yüzüne hiçbir şey yansıtmadı ama geceleri yastığa başını koyduğunda, nefesi daralıyordu. Göğsünde, kelime bulamadığı bir boşluk vardı. Sanki biri içinden bir parçayı söküp almıştı ve kimse fark etmemişti.Bir sabah, annesi Ela’nın yüzüne uzun uzun baktı.
Sonra sustu...
Sadece, “Çay iç?” dedi.
İnsan bazen “Anladım” demesini değil, sadece “Gel otur” denmesini ister ya… O sabah annesinin o bakışı, Ela’nın içini biraz ısıttı ama geçmedi. Çünkü Ela sadece kırılmamıştı. Kendi kendine yetmeye çalışırken, parçalanmıştı.
O gece pencereyi açtı.
İçeriye serin bir rüzgar girdi.
İstanbul’un uzak uğultusu, kalbinin sessizliğine karıştı.
Kafasında aynı cümle dönüyordu:
“Ben de sevilmeye değer miyim?”
Ela bilmiyordu.Çünkü yıllardır sadece veren taraftı.
Kendine sakladığı hiçbir şey kalmamıştı.
O gece yıldızlara baktı.
İlk defa sessizce bir şey fısıldadı:
*“Beni duyan varsa… yoruldum.”*
Ama kimse duymadı.
Çünkü o bir kadındı.
Güçlüydü.
Ela’ydı.
Ve herkes, güçlü kadınların ağlamadığını sanıyordu.