1
Öğle arasında öğrenciler oradan oraya koşturuyordu. Elif, elinde kalın kitaplarla kantine yetişmeye çalışıyordu. Bir sonraki derse girmeden kısa bir süresi kalmıştı. “Umarım çok sıra yoktur,” diye düşündü. Sabah geç kaldığı için kahvaltı yapamamıştı; şimdi bir şeyler yemezse akşama kadar aç kalacaktı. Hele ki, bir sonraki dersin hocası ara vermeden blok yapıyordu.
Tam köşeyi döndüğü sırada biriyle öyle sert çarpıştı ki kitaplar havalanıp yere dağıldı. Elif can havliyle eğilip kitaplarını toplamaya çalışırken, kafasını kaldırdığında çarptığı çocuğun umursamaz bir tavırla yanındaki arkadaşa laf yetiştirdiğini gördü.
— Aman dikkat, dedi çocuk, yüzünde kocaman bir sırıtışla. — Görmüyor musun, bu güzellik kolay yetişmiyor.
Elif önce gözlerini kıstı, sonra siniriyle meşhur Karadeniz aksanı kendiliğinden diline vurdu:
— Ben mi çarptım sana? Kör müsün sen, önüne baksana!
Çocuğun adı Bora’ydı ama Elif bunu henüz bilmiyordu. Bora hiç aldırış etmeden arkadaşına dönüp konuşmaya devam etti. Sanki Elif yokmuş gibi…
Elif, kitaplarını tek tek toplarken bakışlarını sertçe dikti:
— Öküz! İnsan bir özür diler.
Ama Bora çoktan arkasını dönmüş, arkadaşıyla konuşarak uzaklaşmaya başlamıştı. Yardım etmeyi bırak, dönüp bakmayı bile düşünmeden.
Elif, kitaplarını kucağına doldururken dişlerini sıktı. “Hele sen dur… Bir daha önüme çık, Karadeniz’in hamsi sürüsü gibi üstüne abanmazsam ben de Elif değilim!”
Tam o sırada ev arkadaşı Bilge, koluna girip gülerek sordu:
— Kimdi o yakışıklı?
Elif’in yüzünü gören biri için bu sorunun pek de akıllıca olmadığı belliydi. Çünkü Elif’in gözleri hâlâ çakmak çakmaktı. Ama Bilge onu iyi tanıyordu; eğer hemen dersliğe yönlendirmezse Elif arkasından koşup çocuğa saldırabilirdi.
— Öküz ne olacak! Çarptı, özür bile dilemedi. Zamanım olsa gösterirdim ben ona… diye homurdandı Elif.
Bilge kantinden onun için aldığı tostu eline tutuşturdu. Elif de sanki tost değil de Bora’yı kemiriyormuş gibi sinirle ısırdı. İkisi birlikte anfiye doğru yürümeye başladılar.
Elif ile Bilge okulun ilk günü yabancı dil dersinde tanışmışlardı. Farklı bölümlerde olmalarına rağmen çok iyi anlaşmışlardı. Zamanla o kadar yakınlaşmışlardı ki beraber eve çıkmaya karar vermişler, iki yıldır da aynı evde kalıyorlardı.
Bilge Radyo Televizyon okuduğu için sürekli bir hareket halindeydi. Onun sosyal yapısı sayesinde kampüste hangi etkinlik varsa Elif de sürüklenip gidiyordu. Böylece Elif’in hayatı yalnızca ders kitaplarının arasında sıkışıp kalmıyor; bazen tiyatro kulübüne, bazen konserlere, bazen de saçma sapan panellere karışıyordu.
Elif hâlâ sinirli bir şekilde tostu kemirirken Bilge yan gözle ona bakıp kıkırdadı:
— Bak bak… Sanki tostu değil de çocuğu yemeye başladın. Hadi itiraf et, hoşlandın değil mi? İlk çarpışta aşk!
Elif boğazındaki lokmayı zorlukla yutarken hışımla döndü:
— Ne?! Nereden çıkardın onu? Yolarım senin o saçlarını!
Bilge gözlerini devirdi, kahkahayı patlattı.
Elif eve girdiğinde mutfaktan kahkaha sesleri geliyordu. İçeri baktığında Bilge ve Suna’yı masada oturmuş yemek yerken buldu. Bilge, gün içinde yaşanan çarpışma olayını abartı bir dille anlatıyor, sanki Yeşilçam melodramıymış gibi “Kızım resmen Türk filmi, hani böyle slow motion kitaplar havalanıyor, sen gözlerini kıstın, o da sana bakıp… aman Allah’ım!” diye söyleniyordu. Suna da başını eğmiş, kaşığını masaya vurup kahkahaya boğulmuştu.
Elif sinirle çantasını kanepeye fırlatıp odasına geçti, üstünü değiştirip geldiğinde somurtarak sordu:
— Ne yemek var?
O gün yemek sırası Suna’daydı. Elif onunla da yabancı dil dersinde tanışmıştı. Suna öğretmenlik okuyordu; içine kapanık, sessiz sakin bir kızdı. Ama Bilge’nin yanında fazla sessiz kalmak mümkün değildi.
— Tavuk pilav yaptım, dedi Suna utangaç bir gülümsemeyle.
Üçü birlikte sofraya oturdular. Yemeğin ardından, evin vazgeçilmezi olan çay için suyu koydular. Çay demlenirken Elif masayı toplamaya girişti. Bir yandan da kendini tutamayıp diline bir Karadeniz türküsü doladı. Sesi güzeldi; o kadar ki, Bilge’nin teşvikiyle okulda düzenlenecek amatör konsere katılmaya bile karar vermişti.
Bilge o konserin organizasyonunda da başroldeydi. Her bölgeden bir şarkı söylenecek, yöresel kıyafetler giyilecekti. Elif Karadeniz türküsünü seslendirecekti; Bilge çoktan müzik kulübünden destek almış, enstrümanları ayarlamış, öğrenciler arasında şarkı seçimlerini yapmıştı.
Suna çayı doldururken Elif’e imalı bir bakış attı:
— Sen o türküyü konsere sakla, burada prova yapıyorsun ama… belki de yarın biri duyarsa kulakları çınlar.
Bilge hemen lafa atladı:
— Evet evet, belki de bugün kampüste kalbini düşüren çocuk gelir seni dinler!
Elif’in kaşı havaya kalktı.
— Siz ikinizi var ya… Bir gün Karadeniz’e götüreyim de, hamsiyle kovalattırayım. Bakın bakalım hâlâ gülüyor musunuz!
Üçü birlikte kahkahalara boğuldular. Evdeki akşamlar hep böyleydi: biraz yemek, biraz çay, biraz da birbirlerini ti’ye almak.