14. BÖLÜM

2116 Words
Gustov kalesine giden yol boyunca, Olivia’yı düşündü. Bu kadar acımasız bir adamın kalesinde kendisini nasıl bir durumun içine soktuğunu merak ediyordu. Onun için endişelenirken, kendisini koruyacağını tahmin ediyordu çünkü genç kız güçlü bir yapıya sahipti. Zor bir durumla karşılaşırsa ne yapacağına çabucak karar verebilirdi. Yine de bir kadın için casusluk yapmak cesaret isterdi. Çakal’ı gördüğü anda, Oliva için daha çok endişe duymaya başlamıştı. Genç adamın çevresini saran düşmanlarıyla savaşırken ne kadar güçlü olduğunu ve hırsını çok net anlayabilmişti. Tanrı bu adamın düşmanlarına kesinlikle yardım etmeliydi. Andreas kaybettiği savaşın sebebini elbet araştıracak, nasıl pusuya düştüklerini sorgulayacaktı. Şimdi kendisinin Olivia için dua etmekten başka çaresi yoktu. Düşündüğü ve kafasını sürekli meşgul eden şey ise, Olivia'nın bu adamı nasıl öldüreceğiydi. Onunla savaşmak için yeterince güçlü değildi. Ne kadar yetenekli olursa olsun nihayetinde bir kadındı. Askerlerini alıp İskoçya’ya gitmeyi istese de acele karar vermezdi. Çakal’ı kendi kalesinde avlamaya çalışmak, düşündüğünden daha zor olabilirdi. Ayrıca Olivia’nın hayatını tehlikeye de atamazdı. En kısa sürede ondan iyi bir haber geleceğini umut ederek akşama doğru, hava henüz kararmadan Peterson kalesine ulaştı. Leydi Molly kızı gittiğinden bu yana adeta hayata küsmüş, insanlardan uzaklaşmış, sadece Tanrı ile konuşur olmuştu. Gustov’a bile eskisi kadar yakın davranmıyor, hatta Olivia’nın İskoçya'ya gitmesinden dolayı onu suçluyordu. Kızının ne kadar inatçı olduğunu biliyordu. Bu yüzden Gustov’a çok yüklenmek de istemiyordu. Ancak yine de ona kızgındı. Olivia’yı bu kadar cesur yetiştirmek zorunda mıydı? Gustov kaleye girince Molly koşarak bahçeye çıktı. Kabarık elbisesinin eteklerini tutarak, sabırsızlıkla beklediği adamın önünde durup, kara gözlerini ona doğru dikti. “Öldü mü Gustov? McGray sonunda öldü mü?” diye sordu telaş ve merakla. Bu haberi duymayı her şeyden çok istiyordu. O ölürse kız evine geri dönecekti. “Maalesef Leydim.” diye cevap verdi Gustov. “Ama savaşı kaybetti. Çok kısa süre de geri çekildi.” "Kahretsin! Savaş kimin umurunda? Ben kızımı istiyorum!” "Leydim...” "Neden onu öldürmedin? Neden gitmesine izin verdin?” Leydi duyduğu habere gerçekten çok öfkelendi. Üç gündür umutlu bir şekilde McGray ölüm haberini almayı bekliyordu. Şimdi ise tam manası ile bir yıkıma uğradı. Gözlerine dolan yaşlarla, Gustov’a bakıyordu. “Git ve Olivia’yı buraya getir!” diye devam etti. “Eğer o adam kaybetmesinin sebebinin Olivia olduğunu öğrenirse... Ah yüce Tanrım lütfen kızıma yardım et... Ona neler yapar kim bilir?” "Endişelenme Leydim. Bunu öğrenemez. Olivia akıllı bir kız. Ne yapması gerektiğini çok iyi bilir. Lütfen ona güven.” "Beni anlamıyorsun Gustov!” "İnan çok iyi anlıyorum. Olivia benim de kızım. Siz benim tek ailemsiniz. Size zarar gelmesini asla istemem.” "Peki, o zaman neden Olivia’nın oraya gitmesine izin verdin?” "Çünkü bu onun yaşamak için tek amacıydı. Her gününü intikam almak için çaba harcayarak, kendini yetiştirerek geçirdi. Şayet izin vermeseydim bir yolunu bulur yine kaçardı.” "Kızım neden bu kadar inatçı Gustov? Tanrı aşkına bu kızın inadını ve öfkesini yenmesine kim yardımcı olacak? Niçin her normal genç kız gibi evlenmeyi ve anne olmayı hayal dahi etmiyor?” Leydi bunları söylerken adeta acı çekiyordu. Keşke bir oğlu olsaydı. Böylece Olivia tüm bu sorumluluğu tek başına üstlenmezdi. “Sabredin Leydim. Bir gün bunlarda olacak ama önce kalbini taşa çeviren kinini atmalı. Ancak o zaman kendini bir erkeğe adayıp, dediklerinizi yapabilir.” "Her an bunun için dua ediyorum. Kızımı mutlu edecek, ona geçmişini ve acılarını unutturacak bir adamın karşısına çıkmasını diliyorum.” Gustov şefkatli bir yüz ifadesi ile yengesinin elini tutup “Umarım dualarınız kabul olur Leydim.” dedi. “Tanrı mutlaka sizi duyuyordur.” Gustov kendisinden on yaş daha büyük olan, abisinin emaneti yengesine saygı duyuyordu. Ve şüphesiz Olivia onun öz kızı gibiydi. Tüm sevgisini ikisine verdiği için evlenmemiş, evlenmeyi de düşünmemişti. Gayet sağlıklı ve yakışıklı bir adamdı. Siyah uzun saçları, koyu yeşil gözleri... Hiç kimse onun otuzlu yaşların ortasında olduğunu tahmin edemezdi. Yaşına göre gayet genç ve diri görünüyordu. Leydi Molly artık beyazlamaya başlamış siyah saçları ile yaşadığı acılardan dolayı erken çökmüş, hayata bağlılığını kaybetmişti. Onu ayakta tutan tek şey, canı gibi sevdiği kızı Olivia’ydı. Şayet ona bir şey olursa, nefes almasına bile gerek kalmazdı. ** Olivia sabah erkenden kalkıp yıkanmış, Aila ile kahvaltı yaptıktan sonra odasına geçmişti. İskoç askerleri gideli nerede ise bir hafta olmuştu. Hala neler olduğuna dair bir haber de yoktu. Bu bekleyiş genç kızın canını sıkıyor, sürekli pencereye gidip, gelen var mı diye kontrol ediyor, zaman geçtikçe sabrı tükeniyordu. Aila da ondan farksız değildi. Abisi için duyduğu endişe bir an bile azalmamıştı. Olivia öğlen mutfağa indi. Bu arada Sidelya’nın kendisine olan düşmanca bakışlarının ve tavrının da farkındaydı. Kendini bu kızdan koruması gerektiğini biliyordu. Sidelya tehlikeliydi. Eppie onun hakkında üstü kapalı dedikodu yapıyor, Sumata’yı uyarıyordu. Sidelya kahvaltısını yaparken, içeri giren Sumata’ya sert bir bakış atıp, oturduğu yerden hızla kalktı. Olivia ona aldırış etmiyormuş gibi görünse de Sidelya mutfağın kapısına doğru ilerlerken, kasten Sumata’ya güçlü bir omuz atarak “Önüne baksana! “ diye bağırdı. Olivia onun kavga etmek istediğini anladı. "Sen önüne bak! “ diye cevap verdi soğuk bir sesle. “Benimle kavga etmek için bahane arama Sidelya. Niyetin bu ise seni uyarayım, kaybeden sen olursun." Sidelya genç kızın kendinden emin sözlerine sinirlendi. Görünüşü sefil bir köylüyü andırsa da Sumata ilginç derecede dik başlı ve cesurdu. “Senin dilin fena uzamış Hintli! Söylediklerine dikkat et yoksa pişman olursun.” "Beni tehdit etmeyi kes! Senden korkmuyorum.” "Korksan iyi olur sürtük. Sandığın gibi aciz değilim.” "Bence sen acizlikten çok mutsuz bir kadınsın. Ve etrafındaki hiç kimseyi sevmiyorsun. Hatta kendini bile.” "Bu seni asla ilgilendirmez!” "Bana sürtük mü dedin? Sen önce kendine bak.” Sidelya genç kızın ne ima ettiğini anladığında elini hızla kaldırıp, Olivia’ya doğru savururken, Olivia bileğini sıkıca yakaladı. “Sakın deneme! Yoksa sana öyle bir şey yaparım ki elini bir daha asla kullanamazsın.” Sidelya bileğini genç kızın elinin arasından çekti. ”Başına gelecekleri sen düşün!” dedi ve mutfaktan hızla dışarı çıktı. Koridora çıkınca derin bir nefes alabildi. Sumata’nın sıkarak acıttığı bileğini ovarken, sinirden tüm kasları gerilmişti. Bir kadına göre inanılmaz güçlüydü. Onun daha önce Lort Ian’a ne yaptığını görmüştü. Koridordan ilerleyip, kalenin arka kapısından bahçeye çıktı. Etrafta onu gören herhangi biri var mı diye kontrol edip, ağaçlık alana doğru koşmaya başladı. Kaleden epey bir uzaklaşmıştı. Bir ağaca yaslanıp, derin derin nefes alıp verirken arkasından gelen bir erkek sesi ile o tarafa doğru döndü. “Sonunda gelebildin.” dedi adam gülerek. “Beklemekten canım fena sıkılmıştı." "İşlerimi yeni bitirdim.” "Boş ver bunları Sidelya. Plan ne onu söyle?” "Bir planım yok. Leydi Aila abisi gelene kadar kaleden çıkmaya niyetli değil. Ayrıca geçen seferki başarısız saldırınız onu epey korkuttu.” "O Hintli fahişe yüzünden. Hayatımda böyle bir kadın görmedim. Tüm planımı alt üst etti.” "Suç benim değil Lort Ian. Size köye ineceklerini haber verdim. Ama Çakal’ın da peşlerinden gideceğini bilmiyordum.” “O gelmeseydi kardeşi çoktan ölmüştü. Lanet herif her şeyi berbat etti! Olanları uzaktan izledim. Tanrıya şükür beni görmedi.” "Andreas burada değil ama kale asker dolu. Aila’yı almak için içeri girmeniz çok mantıklı değil.” "Sen orasını bana bırak. Sadece yapmanı istediğim bir şey var.” "Nedir Lordum?” "Gece yarısı, kilere açılan arka kapıyı açık bırak. Üç adamım içeri girecek ve çok kısa sürede Aila’yı alıp, uzaklaşacak.” "Tamam, ancak dikkatli olun. İçeride nöbetçiler var.” "Bu kez planımı kimse bozamayacak, Sidelya.” dedi Ian ve kıza doğru yaklaşıp, tek eli ile bir göğsünü okşamaya başladı. “Çok uzun süre oldu sana dokunmayalı... Beni hiç özlemedin mi? Bu kadar güzelleşeceğini bilseydim geçen yıl seni bu kaleye yollamazdım.” diye devam etti sırıtarak. Sidelya geriye doğru bir adım atıp, adamın elinden kurtuldu. Andreas’ın kalesine gelmeden önce bu adamın malıydı. Ama kendisinden sıkılınca, buraya yollamış planları için kullanmaya başlamıştı. Ian Çakal’ı oldum olası düşmanı gibi görüyordu. Onun İskoçya’nın en güçlü adamı olmasından rahatsızdı. İçten içe gücünü ve cesaretini kıskanırken, ona zarar vermenin yollarını arar olmuştu. Bunun için Aila’ya zarar verecek, yıkılan abisini böylelikle daha kolay alt edecekti. Ama planları Sumata yüzünden tutmamıştı. Şimdi ona karşı da kin doluydu. Sumata’nın icabına elbet bakacaktı. “Ben şimdi Andreas’a aitim.” dedi Sidelya. “Size sadece yardım ediyorum. İnanın leydi Aila’dan kurtulmayı sizin kadar çok istiyorum.” Adam gür bir kahkaha attı. Genç kızın hırsını oldum olası beğenirdi. Zaten onu bu kaleye bilerek yollamıştı. “Kimin malı olduğun umurumda değil Sidelya.” diye cevap verdi. “Sadece dediklerimi yap yeter.” “Tamam, Lordum anlaştık. Gece yarısı adamlarınızı kaleye alacağım. Hatta gelmişken O Hintliyi de halletsinler. Gerçekten çok sinirlerimi bozuyor.” Olivia mutfaktaki işlerini bitirip bahçeye çıktı. Hava hafif yağmurlu olsa da hava almaya ihtiyaç duymuştu. Etrafta amaçsızca gezinirken, ağaçların arasından koşarak kaleye doğru gelen Sidelya’yı fark etti. Telaşlı hali bir hayli dikkat çekiciydi. Genç kız Olivia’nın kendisini gördüğünü fark etmemişti. Arka kapıdan kaleye girince, Olivia onun geldiği yöne doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Sebepsiz yere bu kızdan şüphe duyuyor, onunla ilgili her ayrıntı kendisini rahatsız ediyordu. Birkaç adım daha yol aldı fakat sonra geri dönmeye karar verdi. O sırada ileride atlı bir adam gördü. Bulduğu ilk ağacın arkasına saklanıp, adamı izlemeye başladı. Yüzünü net bir şekilde seçmeye başlayınca onu tanıdı. Bu adam davette ona saldıran pislikti. Peki, burada ne işi vardı? Yoksa Sidelya ile... Kesin yanılıyordu. Sonra yanına üç adam daha geldi. Ortada kesin bir şeyler dönüyordu. Andreas’ın dostu ise kaleye rahatlıkla girebilirdi. Adamlar uzaklaşınca, hızlı adımlarla kaleye doğru yürümeye başladı. Belki de hissettikleri sadece bir kuruntudan ibaretti. O adamın kalenin etrafında olması tesadüf de olabilirdi. Kaleye girince, Eppie’nin Sidelya ile konuştuğunu gördü. Dikkatini çeken şey, Sidelya ona yalan söylüyor, Andreas’ın odasını temizlediğini anlatıyordu. Akşam yemeği sonrası Aila ve Olivia Aila’nın odasına geçti. Terziden gelen elbiseleri denediler. Genç kız hepsini o kadar çok beğendi ki, küçük bir kız çocuğu gibi mutluydu. Sumata’ya minnet duyması bir yana, sayesinde mükemmel güzellikte elbiseleri olduğu için keyfi yerine gelmişti. Vakit gece yarısını geçerken, Olivia odasına gitmek için alt kata inince, bir inleme sesi ile irkildi. Sanki biri acı çekiyordu. Sessiz adımlarla geniş hole doğru ilerledi. Koridorun ucunda yerde kanlar içinde yatan İskoç askerini fark ettiğinde irkilerek olduğu yerde durdu. Lanet olsun! Genç kız ölü askerin belinde duran kılıcı eline alıp, etrafı dikkatlice izleyerek yürümeye başladı. Ardından merdivenlerden yukarı çıkan, yüzleri kapalı adamları fark etti. Bunların dost olmadığı belliydi. Olivia kendini gizlemeyi başarırken, hole giren İskoç askerlerine usulca seslendi. “Hazır olun... “ dedi ve kılıcını gösterdi. Adamlar başta ne olduğunu anlamasa da yerde yatan askeri görünce, kılıçlarına sarıldılar. Olivia merdivenleri koşarak çıkarken, peşine düştüler. Ve hemen ardından bir çığlık sesi duyuldu. Sesin kime ait olduğunu tahmin ederek, Aila’nın odasına doğru koştu. Adamlardan biri kapıdan çıkarken, kılıcı ani bir hareketle karnına sokup çıkardı. Odanın açık olan kapısından, içeride iki adamın Aila’yı kollarından yakaladığını görünce askerlerle birlikte içeri daldı. Adamlar onları karşılarında görünce, bir an afallasalar da bir tanesi elinde bulunan hançeri Aila’nın boğazına dayadı. Genç kız gözyaşlarına boğulmuş, adeta şok geçiriyordu. "Bırak onu elinden! “ diye bağırdı Olivia genç adama. "Sana yaşamak için şans tanımamı istiyorsan dediğimi yap! İnan bana ona zarar verirsen bu odadan canlı çıkamayacağın konusunda yemin ederim." Adam ona kahkaha atarak cevap verdi. "Elindeki kullanmayı bildiğini hiç sanmıyorum sürtük! Şimdi çekil önümüzden yoksa boğazını keserim." Ciddiydi genç adam. Keskin uçlu hançeri genç kızın boynundaki ölümcül noktaya dayanmış, bir milim kaysa onu anında öldürürdü. Olivia bakışlarını Aila’ya kaydırıp, sakin olmasını işaret etti. Yanındaki askerler kılıçları ellerinde hazır bekliyordu. "Bak derdin ne bilmiyorum ama bu işi farklı yollardan çözebiliriz ne dersin?" "Derdim sensin! Çeneni kapa ve geri çekil." "Altın mı istiyorsun? Ya da mücevher... Hatta daha fazlası da olabilir." "Çekil dedim kadın! Hiçbir şey istemiyorum!" Olivia Aila’ya ayağını işaret edip, yere doğru sertçe vurunca, Aila ne demek istediğini hemen anladı. Genç kız göz kırparak, evet derken Olivia kılıcı iki elinin arasına sıkıştırıp, saldırdı pozisyonu aldı. Aila verilen işaretle arkasında duran adamın ayağına olanca güce ile bastığında adam resmen böğürüp, elini boğazından çekti. Olivia kılıcı ustalıkla sallayıp, düşmanın boğazını öldürücü bir hamle ile kesmeyi başardı. Diğer adamı da yanındaki askerler öldürdü. Aila olanların şaşkınlığını yaşarken, odada bulunanlar kapıdan gelen sesle irkildiler. “Lanet olsun! Neler oluyor burada? diye bağırdı Andreas. Genç adam kaleye gireli birkaç dakika olmuş, koridorda yatan askeri görünce, hızlı adımlarla merdivenleri tırmanıp, kendini kardeşinin odasının kapısında bulmuştu. Ve ilk gördüğü şey Sumata’nın bir adamı kılıcı ile öldürmesiydi. Öldürmek mi? Adamın başı bedeninden ayrılmış, odanın ortasına düşmüştü. Şaşkınlıktan ağzı açık kalırken, bakışları sadece Sumata’nın üzerindeydi. Onu görünce az önce yaşadıklarını unutup, abisine koşarak sarılan kız kardeşinin bile farkında değildi. Şimdi aklında sadece hayran olmaktan kendini alamadığı Hintli kız vardı. Bir kadın nasıl olur da bu kadar güçlü, atik ve cesur olabilirdi? Yine kardeşinin hayatını kurtarmayı başarmıştı ve inanılmaz derecede soğukkanlıydı. Ve bir kadından beklenilmeyecek kadar soğukkanlıydı. Olivia kendisini izleyen adama, gülümserken, kanlı kılıcını yere doğru fırlattı. Kalbindeki acıyı gülümseyerek kapatmak işe yaramış olsa da bu acının sebebi az önce bir adamın hayatına son vermesi değildi. Bunun için kesinlikle pişmanlık duymuyordu. Şerefsiz adam ölümü hak etmişti.Tek sebep karşısındaki adamın, yani Andreas’ın sağ salim duruyor olmasıydı. Lanet olsun ki ölmemişti! Geri dönmüştü.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD