Andreas, Olivia’ya yaklaşarak, aralarında bir adım kadar mesafe bıraktı. Gözleri genç kızın gözlerine dalarken, elini kaldırıp, parmak uçlarıyla genç kadının yanağına dokundu. “ Sumata.” dedi fısıldayarak boğuk bir sesle. "Senin gibi on adamım daha olsa inan İngiltere’yi yerle bir ederdim.“ Söylediklerinde samimiydi. Genç kızı kollarının arasına almak, ona sıkıca sarılıp teşekkür etmek istiyordu. Kardeşinin hayatını bir kez daha kurtarmış, bunu yaparken kendi hayatını da riske atmıştı. Sıradan bir hizmetçi olarak satın aldığı bu kadın, sıradan olmaktan çok öteydi. Onun hakkında ne düşüneceğini, ona nasıl davranacağını kesinlikle bilmiyordu. Eli genç kızın eline kaydı. Parmaklarını usulca dudaklarına götürdü. Onları şefkatle öptü.
Olivia olduğu yerde donup kalmış, genç adamı izliyordu. Tepkisizdi... İçini titreten bu öpücük sıcaktı. Bu kez kendisine çok farklı bakıyordu Andreas. Minnet doluydu. “Evime hoş geldin Sumata.“ dedi Andreas hoş bir sesle. “İyi ki de geldin. Seni tanıdığım için onur duyuyorum.“
Olivia elini Andreas’ın avuçlarının arasından çekip, bakışlarını yere devirdi. Genç adamın kendisine bu kadar sıcak davranmasından kesinlikle hoşlanmasa da onun dostu olduğunu düşünmesi kazanmayı hedeflediği zafere doğru giden yolda en önemli şeydi. Düşmanının kalesinde yaptığı şeylere inanamıyordu. McGrayler babasını ve büyükbabasını acımadan yok etmişken, şimdi kendisi bu ailenin kanını taşıyanların hayatını kurtarmak için gözü kırpmadan insanların canını alıyordu.
Aila ve Andreas onu izlerken, onlara aldırış etmeden, kapıya yönelip koşarak odadan çıktı. Arkasından seslenen Andreas’ı duymazdan gelip, hızla merdivenlerden indi ve kalenin çıkış kapısına yöneldi. Bahçeye çıkınca derin birkaç nefes alabildi. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
Hava kararmasına rağmen bahçeyi dolduran İskoç askerlerini, yaktıkları meşalelerden dolayı net bir şekilde görebildi. Durumları hiç iyi görünmüyordu. Etrafa saçılan yaralı askerler, cansız bedenler... Genç kız tuttuğu gözyaşlarını bu kez bıraktı. Ne için ağladığını aslında kendisi de bilmiyordu. Belki de rahatlamaya, içini dökmeye ihtiyacı vardı. O sırada omzuna dokunan bir elle irkilip, arkasına dönünce, Andreas ile göz göze geldi. “Neden kaçıyorsun?“ dedi genç adam.
"Kaçmadım. Sadece... Ben...“ Gözlerini silerek, güçlü görünmeye çabaladı Olivia. “Görüyorum ki savaşı kaybetmişsiniz.” diye devam etti kuru ve duygusuz bir sesle. "Askerleriniz hiç iyi durumda değil.”
Andreas elini Olivia’nın omzundan çekip, askerlerine doğru baktı. Yüzüne yayılan öfke ve hayal kırıklığını fark etmemek imkansızdı. “Tuzağa düşürüldük.” derken canının sıkıldığını gizlemedi. Onun gibi yenilmez bir savaşçının mağlup olması ve kaybetmesi onurunu zedelemiş olmalıydı.
“Ne diyebilirim ki Lordum... Savaş maalesef acımasız. Bir taraf kaybediyor. Ama ben masum insanlar için üzülüyorum.”
"Bu konuyu seninle daha fazla konuşmak istemiyorum Sumata. Kaleye yeni döndüm ve oldukça kötü birkaç gün geçirdim. İnanılmaz gerginim. Üstelik tedavi olması gereken yaralı askerlerim, gömülmesi gereken ölülerim var. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, şerefsiz birkaç adamın kız kardeşimi öldürmeye çalıştığını gördüm.“ Andreas'ın yorgun ve uykusuz bakışları genç kıza kaydı. "Sen burada olmasaydın, belki de Aila’nın cesedini bulacaktım. Bu yaptığının karşılığını ödemem imkânsız.”
Olivia başını kapatan şalın, uç kısımlarını boynuna sardı. Hava serin olduğu için istemsizce titredi. "Sevdiğimiz insanların ölçülebilir bir değeri yok Lordum.” diye cevap verdi. “Onları kaybetmek insana çok acı veriyor. Ayrıca bana hiçbir borcunuz yok. Kim olsa yerimde aynı şeyi yapardı.”
"Yapamazdı... Hayatımda ilk kez soğukkanlılıkla adam öldüren bir kadın gördüm. Üstelik bu kadın çok yetenekli. Hala aklım almıyor...”
"Daha önce açıklamıştım Lordum. Ne çabuk unuttunuz?”
"Evet, biliyorum. Gerçekten merak ediyorum, nasıl böyle?”
"Nasıl böyle cesurum değil mi?”
"Evet, cesur ve de soğukkanlı...”
"Kendimi ve ailemi sizin gibi adamlardan korumak için... Çünkü sizler savaşırken öldürdüğünüz adamların geride bıraktıkları masum hayatları asla önemsemiyorsunuz.”
Andreas kızın açık sözlülüğü karşısında susmayı tercih etti. Çünkü haklıydı. Savaşırken sonuçları düşünmek ve acımak yoktu. O an aklına Olivia Peterson geldi. Casus o kadın için sizden ve ailenizden nefret ediyor demişti. "Benden nefret eden kaç tane insan var tahmin dahi edemezsin.” dedi genç adam gülümseyerek.
"Bundan asla şüphem yok.”
"Bir tanesi bile senin gibi olsa, arkamı sürekli kollamam gerekir.”
"Olmadığını nereden biliyorsunuz Lordum? Düşmanlarınız kalenize kadar girdi ve nerede ise kardeşinizi öldürecekti.”
"Haklısın ve Aila’yı sana emanet ettiğim için çok doğru bir karar vermişim. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum.”
"Teşekkür ederim Lordum.” dedi Olivia sakinleşerek. “Ben de emanetinize sahip çıktım. Emin olabilirsiniz.“
Andreas genç kızın karanlık gecede parlayan, gümüş rengi parıltılar saçan gözlerine daldı. “Şu an ne istiyorum biliyor musun?” dedi usulca.
"Bilmiyorum Lordum.”
"Sana sarılmak...”
“Minnetinizi anlıyorum.”
"Sebebi sadece kardeşim değil.” "Lordum...” Olivia genç adamı kendisine yaklaştığını fark edince, geriye doğru çekildi. Bu adamın kendisine sarılmasına izin veremezdi.
"Benden kaçmana gerek yok...” dedi Andreas buruk bir sesle. “Sana asla zarar vermem.”
"Bana zarar veremezsiniz. Kendimi sonuna kadar korurum.” dedi genç kız gayet ciddi bir sesle.
Genç adam hoş bir kahkaha attı. "Gözümü korkutuyorsun savaşçı. Galiba senden etkilenmemin sebebi tam olarak bu.”
"Yani?”
"Biraz bana benzemen.”
"Birbirimize benzediğimizi hiç sanmıyorum. Siz yaşamak için öldürüyorsunuz, bense sevdiklerini korumak için.”
"Yapma Sumata... İnatçısın, asisin, cesursun, gözü pek ve korkusuzsun. Tıpkı benim gibi. İlk karşılaştığımız andan bu yana bir kez bile bakışlarında korku ya da acizlik görmedim. Aksine kendine güven ve asalet dışında hiçbir şey yok... Hala aynısın Hintli. Kırılmaz bir zırhın arkasında gizleniyorsun.”
"Beni tanımaya başladığınıza göre, aramızdaki resmiyeti korumamız gerektiğini de anlamışsınızdır umarım.” "Bu bir tehdit mi?”
"Ne düşünmek isterseniz.”
Andreas genç kızın karşısında yenildiğini hissetse de bu durumun bir gün değişeceğinden kesinlikle emindi. Ama bunun için acele etmeyecekti. Bu kadına saygı duyuyordu. Sumata saygısını hak etmişti. Genç adamın bakışları karanlık bir boşluğa daldı. İskoçya’da Sumata’nın özelliklerinin bir tanesine bile sahip olan bir kız bulsa kesinlikle evlenirdi. Güzellikten çok cesaret onun için önemliydi. Güzellik mi? Bir an dönüp, genç kıza baktı. Kesinlikle emindi ki İskoçya’da Sumata’dan daha güzel bir kız yoktu. Olivia derin bir iç çekti. “Gidip uyumak istiyorum izin verirseniz.” dedi usulca. “Bu gece yeterince kan gördüm. Kendimi hiç iyi hissetmiyorum.” "Yatabiilirsin Sumata.” diye cevap verdi Andreas. “Aila bu gece başka bir odada kalacak. O adamların da leşlerini yaktıracağım.”
"Bu çok acımasızca değil mi Lordum?” "Acımak benim karakterim de yok. Tanıdıkça daha iyi anlayacaksın.”
Zaten Çakal’ı tanıyordu. Eğer biraz olsun kalbinde merhamet olsaydı, küçük bir çocukken büyükbabasını öldürmezdi. Yani adam tamamıyla haklıydı. “Biliyor musunuz? Sizi tanımak istemiyorum. Hatta sizi tanıyacak kadar burada kalmaya niyetim yok.”
"Ama ben seni tanımak istiyorum. Ve burada kalmanı... Unutma ben istemediğim sürece buradan asla gidemezsin.”
Olivia Andreas’a cevap vermeden, sadece iyi geceler dileyip, yanından ayrıldı. Kaleye girince geniş hole doluşmuş hizmetçileri fark etti. Hepsinin yüzünden olan bitenin şaşkınlığı yansıyordu. Özellikle de Sidelya’nın. Genç kız yaralı askerin başındaydı. Nefret dolu bakışlarını Olivia’ya dikti. Neler olduğunu diğer askerlerden öğrenmişti. “Senin yüzünden Hintli!” diye bağırdı bir anda. Sesi öfke doluydu. “Bu kaleye geldiğin günden bu yana huzurumuz kalmadı. Peşinden sadece bela getirdin. Gerçek yüzünü kimse göremiyor. Uğursuz!”
Olivia Sidelya’nın hakaret dolu sözlerine pek aldırış etmedi. Bu gece olanlarda onun parmağı olup, olmadığını düşünürken, genç kızı adamların yanında görmediği için onu suçlayamazdı. Hizmetçilerin arasından ağır adımlarla geçip, odasına doğru ilerledi. İçeri girince kendini yatağa bıraktı. Aila’nın hayatını kurtardığı için kesinlikle pişman değildi. Babasına ve abisine olan kini yüzünden, suçsuz bir kızın ölmesine asla seyirci kalamazdı. Andreas’ın kendisine güvenmesi olumlu bir şey olsa da yakın davranmaya çalışması gerçekten hoşuna gitmiyordu. Anlaşılan o ki genç adam yatağına giren hizmetçiden sıkılmaya başlamıştı. Aklından geçenleri düşününce, ister istemez gerildi. Onun da çevresinde bulunan diğer erkeklerden farkı yoktu. Güzel bir kadını yatağa atmak hepsinin tek amacıydı. Yirmi altı yaşına kadar bir erkeğin elini bile tutmamış, hiç kimse ile yakınlık kurmamıştı. Tabii ki kendini bu katile saklıyor değildi. Birçok kadının kolayca etkilenebileceği Çakal, kesinlikle ilgisini çekmiyordu. Ne olursa olsun bu adam onun sadece düşmanıydı. Bu gerçeği hiçbir şey değiştiremezdi.
Sabahın ilk ışıkları ile bahçede inanılmaz bir hareketlilik başladı. Yaralı askerler birkaç şifacı tarafından tedavi edilirken, ölüler yapılacak olan tören için hazırlanıyorlardı. Ortalıkta tam manası ile yas havası hâkimdi. Üstelik kapalı hava ve gökyüzünü dolduran kara bulutlar sanki bu yasa eşlik etmişti. Olivia olan biteni penceresinden izlerken, Andreas’ın yüz ifadesini görünce, beklemediği yenilginin acı izlerini taşıdığını fark etti. İngilizler, yenilmez İskoç Lorduna büyük bir hayal kırıklığı yaşatmışlardı. Onun için üzülüyor muydu? Kesinlikle hayır! Odasından çıkmadan önce, uzun elbisesinin üzerine yünlü bir pelerin giydi. Açık mavi renk şalı ile saçlarını kapattı. Niyeti Aila’yı ziyaret etmekti. Kapıdan çıkarken, Eppie ile karşılaştı. Yaşlı kadın genç kıza gülümseyerek “ Günaydın Sumata...“ dedi oldukça samimi bir sesle. İlk kez Eppie’nin kendisine bu kadar sıcak davrandığını fark etti. "Günaydın Bayan Eppie.”
"Tatlım dün gece yaptıklarını duyunca, seninle gurur duydum. Leydimizin hayatını nasıl kurtardığın herkesin dilinde. Sen Sidelya aptalına aldırış etme. Seni kıskanıyor.”
"İnanın hiç umursamıyorum...”
"Ben de öyle tahmin etmiştim. Nereye gidiyorsun?”
"Leydinin yanına. Onu merak ediyorum.” "Leydimiz gayet iyi Sumata. Sabah kahvaltısını götürdüm. Lordumuz seni bahçeye çağırıyor. Hemen gelmeni istedi.”
"Nedenini söyledi mi?”
"Sanırım yaralı askerlere yardım etmen için.”
"Ben mi?” dedi Olivia şaşkınlıkla. “Ben şifacı falan değilim. Bu işten hiç anlamam.”
"Bilmiyorum canım o ne isterse yapmak zorundayız biliyorsun. Lordumuz emrine karşı gelinmesinden asla hoşlanmaz.”
Olivia Hindistan’da ilaç hazırlamayı, bazı ufak yaraları iyileştirmeyi, biraz olsun öğrenmişti ama bu öğrendiklerini, İngiliz düşmanı askerlerin hayatını kurtarmak için uygulayacak değildi. “Tamam, Bayan Eppie.” dedi Olivia. “Önce Lordumuz ne istiyor bir bakarım. Sonra Leydi Aila’yı ziyaret ederim.”
Genç kız birkaç dakika sonra bahçeye çıktı. Hava tahmin ettiğinden bile soğuktu. Yüzüne vuran şiddetli rüzgâra aldırmadan, askerlerin arasında yürümeye başladı. Her köşede bir ateş yakılmış, askerler ateşin başında toplanmışlardı. Genç kız bazı uzuvları kopan askerleri görünce, acımadan edemedi. Bir hekim ateşle kanayan yerleri yakarken, kulakları tırmalayan acının sesi Olivia’yı inanılmaz üzdü. Aklına yıllar önce babasının kalesine yapılan saldırı geldi. Kesinlikle buradaki durumdan çok daha kötüydü. Halkın çoğu ölmüş ya da yaralıydı. Amcasının insanlarına yardım etmek için nasıl çırpındığını hatırlayınca, gözleri doldu. O zamanlar henüz on yaşında küçük bir kız olmasına rağmen, ölümün ve acının ne olduğunu çok iyi öğrenmişti. Şimdi bu insanlara acımak içinden gelmese de kalbinin bir yanı onları suçlamaktan yana değildi. Gerçek suçlu savaşmalarını, gerekirse ölmelerini emreden Andreas McGray’di.
Olivia yaralıların arasından, çıkınca ölü bir adamın başında ağlayan küçük bir kız çocuğu gördü. Tanrım bu ne kadar tanıdık bir sahneydi! O tarafa doğru gitmekten kendini alamadı. Adamın baş ucuna gelince, küçük kızın yanında dizleri üzerinde çömelip, elini kızın saçına uzattı ve usulca okşamaya başladı. Küçük kız ağlamaktan kızarmış gözleri ile Olivia’ya doğru bakıp “ Babam geri gelecek mi?” dedi kısık bir sesle. “Evet, gelecek canım...” diye cevap verdi Olivia şefkatle. “O seni her zaman ziyaret edecek. Ama sen onu göremeyece sadece varlığını kalbinde hissedeceksin.” Olivia elini kızın kalbinin üzerine koydu. “ Tam burada... Kalbinde hissedeceksin.“
"Nereye gitti?”
"Cennete tatlım...”
"Cennet buraya çok mu uzak?” dedi küçük kız çocuksu bir merakla. “Onu görmeye gidebilir miyim?”
Olivia kalbini yakan ateşi hissederken, ağlamamak için direniyordu. Küçük kızı kollarının arasına alıp, başını göğsüne yasladı. Ölüm karşısında söylenecek hiçbir söz yoktu. Belki de susmak en güzeliydi. Bir süre kıza sarılıp, acısına ortak oldu. Sonra ayağa kalkıp, oradan uzaklaştı.
Onu ileride bir köşede izleyen genç adamdan haberdar değildi. Andreas her geçen gün biraz daha hayran kaldığı kadına bakarken, acının ve yasın ortasında kalbi merhamet dolu bir melek gördüğünü düşünüyordu. Sumata asildi. Yürüyüşünde ve duruşunda bir hizmetçiden çok hanımefendilik gizliydi.
Olivia bir şifacının yaralı bir askerin kolundan sızan kanı durdurmaya çalıştığını görünce, yere diz çöküp, askerin elini tuttu. Asker hissettiği şiddetli acıyla, genç kadının elini sıkarken, Olivia şefkatli bakışları ile ona doğru gülümsedi. “İyileşeceksin. Biraz daha dayan."
Şifacı iğne ve ipliği hazırlamış yarayı dikecekken, hemen arkasında yatan askerin bacağından durmadan akan kana yöneldi. Yaşlı adam Olivia’ya seslendi. “Dikiş atabiilir misin küçük hanım?" diye sordu. “Şu lanet olası bacakla ilgilenmem gerek."
Olivia adamı başı ile onaylayıp, elini tuttuğu adamın kolundaki yarayı dikmeye başladı. Bunu daha önce yapmıştı. O yüzden kendini kötü hissetmedi. Hindistan’da kaldığı iki yıl boyunca, inanılmaz şeyler öğrenmişti. En çok da amansız hastalıkların tedavisinde kullanılan otlarla haşır neşir olmuştu. İşi bitince ellerini elbisesinin eteğine silip, ayağa kalktı. Kandan kesinlikle etkilenmiyordu. Parmaklarına bulaşan askerin kanını umursamadı. Şifacının tedavi ettiği yaralı bacağı sarmaya yardım etti. Hala yaptığı şeye inanamazken, Tanrı’nın ona verdiği merhamet yüzünden olduğunu gayet iyi biliyordu.
Lion Andreas’ın genç kıza olan bakışlarını fark edince, “Andreas neler oluyor?” dedi alaycı bir üslupla. “Hintli'den epey etkilendin dostum.”
"Bu kız kim Lion?” diye cevap verdi genç adam dudaklarının arasından. “Sen hayatından hiç böyle bir kadın gördün mü? Ömrüm boyunca arasam Sumata gibi birini asla bulamazdım. Ama ne gariptir ki o bana kendi ayakları ile geldi. Bu nasıl bir şans?”
"Aslına bakarsan, itiraf etmek gerekirse bence de çok ilginç Andreas. Yaptıklarından sonra onun zavallı bir hizmetçi olduğuna inanmak gelmiyor. İyi bir savaşçının elinde yetişmiş genç bir kadın. Hem de fazlasıyla iyi. Ayrıca ne kadar asil durduğunu görmemek imkânsız.”
"Bazen sakladığı bir şeyler olduğunu düşünüyorum.”
"Sence ne saklayabilir dostum? Kız sana zarar vermek istese, kardeşinin ve senin hayatını kurtarmazdı.”
"Bu çok doğru. Dün gece onu görmeliydin. Kılıcı öyle ustalıkla kullandı ki Aila adamın yakınında olmasına rağmen hedefi şaşırmadı. Arkasında onu izliyordum. Adamı öldürmek için hazırdım. Sumata bunu tek başına becerdi.”
Lion genç adamın sözlerine gülerek karşılık verdi. “Bence sen de dikkat et.” dedi keyifle. “Sumata’yı kızdırırsan sıradaki sen olabilirsin.”
"O kadar cesur mu sence? Bana bile meydan okuyabilir mi?” Bunu sorarken gülümsedi.
“Kadınlara asla güven olmaz.”
Olivia yaralı askerlerin yanından uzaklaşıp, yemeklerini yemekle meşgul olan diğer askerlerin yanından geçti ve uzak bir noktada elleri bağlanmış, yerde yatan İngiliz askerlerini fark etti. Kendini tutamayıp, o tarafa doğru yürümeye başladı. Askerler yere yatırılmıştı ve yanlarında bir nöbetçi bekliyordu. Durumlarına bakılırsa yaralıydılar. Yüzleri, elleri, elbiseleri… Her yerleri kana ve çamura bulanmıştı. Onları bu halde görünce Olivia’nın kalbine bir bıçak saplandı. Biraz önce düşman askerlerine yardım etmişti ama şimdi kendi askerleri için hiçbir şey yapamıyordu. Öfke ile yumruklarını sıkıp, gözleri bağlanmış askerlerin önünde diz çöktü. Andreas McGray onları acı içinde ölmeye mahkûm etmişti. Bu adam da nasıl bir vicdan vardı? Kalbinin taşlaşmış olduğunu bir kez daha anladı. Askerlerden birinin bacağının kemikleri yırtılan pantolonundan görünüyordu. Nasıl acı çektiği belliydi.
Olivia başındaki şalı çıkarıp, bacağını sarmaya başladı. Saçını tutan lastik tokayı, şalı uçlarından sıkıştırmak için kullandı. Onu izleyen İskoç askeri, sert bakışlarını genç kıza yöneltip, “ Çekil başından!” diye bağırınca. Olivia tüm öfkesi ile “Kapa çeneni İskoç! “ diye cevap verdi soğuk bir sesle. “Adam acı çekiyor görmüyor musun?”