16. BÖLÜM

2257 Words
Andreas, Sumata’nın İngiliz askerine gösterdiği merhametten rahatsızlık duymaktan kendini alamadı. Uzun süre İngiltere'de yaşadığı için onlara değer verdiğini tahmin ediyordu ancak genç kadının artık İskoçya'da olduğunu anlaması şarttı. Düşmanlarına yardım etmesi gerektiğini ona kim söylemişti? Böyle bir şeye nasıl cesaret edebilirdi? Andreas, genç kızın bulunduğu yöne doğru yürümeye başladığında gergindi. Onu buraya bir grup şeref yoksunu İngiliz'e yardım etmesi için çağırmamıştı. Kendi askerleri yaralı halde acı çekerken, ölmeyi sonuna kadar hak eden İngilizlerin acı çekmesi kimin umurundaydı ki? Sumata çizgiyi aştığının farkında mıydı? Olivia acı çeken askerin gözündeki bez parçasını çözünce, genç adam yüzüne bakabilmek için, gözlerini sonuna kadar açmayı denedi. “İyi misin?” dedi Olivia usulca. Merhameti ve acıma hissi titreyen sesine yansıdı. “Canın çok yanıyor biliyorum. Keşke sana daha fazla yardım edebilseydim." Genç adam Olivia'nın yüzünü net bir şekilde görmeyi başardığında, çektiği dayanılmaz acıya rağmen gülümsedi. "Leydim...” dedi kurumuş kan ve çamur bulaşmış dudaklarının arasından. Küçük bir yüze ve sıska bir vücuda sahipti. Yaşı on sekizin üstünde olamazdı. Şaşkınlık, merak ve heyecan dolu sesiyle devam etti. "Sizsiniz değil mi? Leydi Olivia..." Olivia bir an ne cevap vereceğini bilemedi. Amcasının askerlerinden biriyle burada karşılaşacağını tahmin etmemişti. Kimliği açığa çıkarsa, Andreas canını almak için en ufak bir tereddüt duymazdı. Elini adamın dudaklarına götürüp "Lütfen sus.” diyebildi fısılsayarak. "Lütfen...” O an arkasından gelen gür ve sert bir sesle irkildi. Sesinin sahibini tanımakta gecikmedi. “Sen ne yaptığını sanıyorsun be kadın? Çekil o askerin başından! Lanet olsun!" Olivia ağır hareketlerle yerden kalkıp, arkasında duran adama doğru döndüğünde, dağılan saçları kadar karışık olan aklı ve öfkesi yüzüne yansıdı. Kin dolu gözlerinin hedefindeki genç adama korkusuzca bakıyordu. Birbirlerine kilitlenmiş iki göz ve öfke... Kimsenin ağzını bıçak açmazken, sanki rüzgâr bile esmeye korkuyordu. "Onları buraya neden getirdin? Acı çekerek ölmelerini izlemek için mi?" diyerek Andreas'a karşılık verirken, geri dönüşü olmayan bir hata yaptığının farkındaydı. Andreas kendisini yargılayan genç kızın, nefret dolu bakışlarını fark ettiğinde, onun hakkında yanıldığını düşünmeye başladı. "Çizmeyi aşma Hintli!” diye cevap verdi oldukça gür bir sesle. “Sen kim oluyorsun da benim emirlerime karşı geliyorsun? Düşmanıma yardım etmek de nedir? Haddini bil!” "Onlar sizin düşmanınız, benim değil!Elbette ki yardım edeceğim. Tanrım! O daha bir çocuk görmüyor musun? Yaşamayı buradaki herkes gibi hak ediyor. Asıl ölmesi gerekenler..." "Biz miyiz?” diyerek onu susturdu Andreas. "Kim ölmeli? Krallar ve yandaşları mı? Ülkesini savunan liderler mi? Walles gibi cesur adamlar mı?" "Çocukları ve kadınları kendi çıkarları için savaşa sürükleyen herkes!" İkisinin sesi bahçede yankılanıyor, orada bulanlar sadece onları izliyordu. Öfke doluydu Olivia. İçindeki ateşi soğutacak, sakin olmasını sağlayacak hiçbir şey yoktu. "Biraz olsun vicdanınız olduğunu düşünmüştüm. İnsan olduğunuza inanmaya başlamıştım.” "Benimle bu şekilde konuşmaya nasıl cesaret edebiliyorsun? Kimsin sen ha? Parayla satın alınan aciz bir köle! Ülkesi bile olmayan bir zavallı! Kalkmış benim vatan sevgimi sorguluyor!" "Vatan sevginizi değil, insanlığınızı sorguluyorum!" "Çeneni kapatmazsan canını fena yakarım Sumata! Ve seni kimse elimden alamaz!” Sumata mı? Şimdi karşısında duran kadın, Hintli Sumata değil, İngiliz asilzade Olivia Peterson’dı. Canını almaya gelen kadındı. "Biraz daha sert olmalısın McGray.” dedi Olivia alaycı bir tavır takınarak. Genç adama doğru bir adım atıp, bakışlarını onun gözlerine dikti. “Bu haliniz ancak düşmanınızı ürkütür, beni değil. Size ölümden korkmadığımı daha önce söyledim sanıyordum. Beni gözünüzde bu kadar aciz görmeyin Lordum.” Andreas hayatında ilk kez bir kadının kendisine korkusuzca meydan okumasıyla karşılaştığı için fazlasıyla şaşkındı. Sumata sinirlerini gerince, elini genç kızın saçları arasına daldırıp, başını geriye doğru çekti. "Seni öldüreceğimi kim söyledi?” dedi. Sesi boğuk ve ürkütücüydü. "Ben ölümden değil, acı vermekten yanayım sürtük!” Olivia saçlarını sıkıca tutan elin verdiği acıya aldırmadan, genç adamın bacaklarının arasına sıkı bir tekme savurdu. Andreas beklemediği bu tepkiyle istem dışı öne doğru kıvrılınca, resmen bir hayvan gibi böğürerek. "Fahişe!” diye bağırdı. “Tüm kemiklerini kıracağım!” Olivia kendini hızla bir adım geri çekti. “Bak bu çok ürkütücüydü. Lordumuz lütfen bana acıyın.” Andreas kendisinden bir nebze bile korkmayan genç kıza, öfkeden deliye dönmüş bir yüz ifadesiyle bakarak doğruldu. Olivia'ya kendini koruma fırsatı bırakmadan sert bir tokat attı ve Olivia aldığı darbe ile yere doğru savruldu. Andreas'ın bunu yapacağını tahmin etmişti. Genç kız iki eliyle yerden destek alarak kendine gelmeye ve ayağa kalkmaya çabaladı. Aşağılık domuz! Eli o kadar ağır ve sertti ki yüzündeki acıyı, kemiklerine kadar hissediyordu. Gözlerini yere devirmiş, onu izleyen adama bakmıyordu. Etrafta bulunan askerler olan biteni şaşkınlıkla izlerken, Lion soluğu onların yanında aldı. Müdahale etmezse, Çakal’ın kızı öldürmesinden korkuyordu. Andreas’ı kolundan tutup kendine çekti. "Dur artık!” diye bağırdı. “Andreas kızı rahat bırak!” "Bunu o istedi." derken burnundan soluyordu Andreas. Ona vurmayı istememişti. Aklının ucundan bile geçmemişti. Yerde ellerinin ve dizlerinin üzerine yığılmış duran kadını izlerken, yaptığı şeyin aptalca olduğunu düşünmekten kendini alamadı. Yine de geri adım atmak istemiyordu. Halkının önünde kendisine meydan okuyan ve vurmaya cesaret eden bir hizmetçiden özür dileyecek değildi. "Emirlerime karşı gelmenin cezasını çekecek! İngiliz askerlerini bana karşı savunurken düşünecekti." "Sumata senin askerlerine de yardım etti Andreas. Bu yaptığı şey taraf tutmak değil dostum. Bu kadar öfkelenmene gerek yok!” "Söylediklerine ne diyeceksin? Götür şunu gözümün önünden. Yoksa canını fena yakacağım!” Lion Olivia'ya yaklaşıp, genç kızı kolundan tutarak yerden kaldırdı. Ve o an inanılmaz bir şey oldu. Olivia yanında duran adamın kılıcını belinden çekip, Andreas’a doğru savurdu. Andreas kendini korumak için geri çekilmese, göğsüne girecek olan kılıcı kesinlikle engelleyemezdi. Sumata onu öldürmeye mi niyetliydi? Yanlış mı görmüştü? Hayır, yanlış değildi. Eli anında belindeki kılıcına uzandı. “Sen!” dedi genç adam tıslayarak. “Demek beni öldürmek istiyorsun? Zavallı Hintli. Bu kez çok büyük bir hata yaptın.” Olivia kılıca iki eliyle sıkıca tutundu "Hak ettin pislik! Bana vurdun! Kahrolası aşağılık İskoç!" "Lion kadının gerçekte kim olduğunu görüyorsun değil mi dostum? Onun hakkında ne kadar yanıldığımı şimdi daha anlıyorum.” Lion iki ateş arasında kalmıştı. İkisini durdurmak için yapabileceği bir şey yoktu. Olivia genç adama doğru bir hamle daha yaptı fakat Andreas onu kolay bir şekilde engelledi. Adamın yüz ifadesi yumuşamaya, alaycı bir hal almaya başladı. Genç kızın cesareti ister istemez onu gülümsetti. "Ne düşündüğünüz umurumda değil!” diye seslendi Olivia. “Hiç kimse bana vurmaya cesaret edemez!” "Canın çok mu yandı Hintli?” "Sizin canınız daha çok yandı Sayın Lort! Korkarım bu andan sonra geceleri yalnız yatmak zorunda kalacaksınız. Tanrım ne acı...” Andreas kızın ne ima ettiğini anlayınca, gür bir kahkaha attı.“Ne kadar iyi olduğumu sana kanıtlayabilirim sürtük. Bu geceye ne dersin? Zevk çığlıkların İngiltere'den bile duyulur." Ve sert bir hamle daha. İki savaşçı kılıçlarını çarpıştırırken, birbirlerine laf yetiştirmekten geri kalmıyordu. "Ah... Lordumuz kendisine bu kadar güveniyor öyle mi?" diyerek güldü Oliva. "Birkaç gündür buradayım ve odanızdan gelen çığlık seslerini duymadım. Metresinizi becerirken ağzını bağlıyorsanız sorun yok." Kendisine laf yetiştirmekten geri kalmayan genç kadına sahte bir gülümsemeyle karşılık verdi Andreas. "Seni yatağıma bağlayıp, neler yapacağımı anlatmamı ister misin?" "Yatağına girmeyi düşündüğüm en son adam bile olamazsınız.” "Bu kadar emin olma tatlım. Söylediklerini sana zevkle hatırlatacağım." "Tecrübeli bir kadın, aklınızı başınızdan nasıl alacağını bilir Lordum.” dedi Olivia kendinden emin bir şekilde. Kadınsı ve seksi bakışları, Andreas’ı yerle bir etmeye yetti. Çiseleyen yağmurun altında, karşısında tüm cesareti ile dik duran kadın, inanılmaz güzeldi. Dalgalı siyah saçları beline kadar inerken, ıslanmış elbisesinin atından belli olan vücudunu görmezden gelmek imkansızdı. Tam şu an da, ona bu kadar kızgınken, aynı anda onu arzulamak neyin nesiydi? Oysa biraz önce bu kadını öldürmekten başka bir düşünmüyordu. Şimdi ise kollarının arasına alıp, bayıltana kadar öpmek, onu omzuna atıp odasına götürmek ve sınırsızca sevişmek istiyordu. "O anı sabırsızlıkla bekliyorum...” diye cevap verdi genç adam erkeksi ve boğuk bir sesle. “Kollarımın arasında inlediğini duymak istiyorum Hintli...” Olivia onları izleyenlere aldırış dahi etmeden güldü. Bu adamın kendine olan güveni inanılmazdı. “O an asla gelmeyecek Lordum.” Hemen sonra pes edip elindeki kılıcı yere doğru savurdu. Andreas'ı bu şekilde öldüremeyeceğini zaten biliyordu. Gereksiz yere yorulmanın hiçbir anlamı yoktu. Sonra arkasında yatan İngiliz askerine gözleri kaydı. Genç adam ölmüştü. Artık onun için yapabileceği bir şey kalmamıştı. Ardından tekrar Andreas’a baktı. "İstediğiniz oldu! Bir İngiliz daha acı çekerek öldü. Mutlu olabilirsiniz.” Andreas elindeki kılıcı, beline yerleştirip, genç kızın yanına geldi. “Acı çekme sırası sende Sumata.“ dedi buz gibi bir sesle. "Aklın başına gelene kadar zindanda kalacaksın. Ayaklarıma kapanıp, yalvarırsan belki seni affederim.“ Olivia adamın dediği şeye içtenlikle gülümsedi. “O zaman çok beklersiniz Lordum. Cesedim çürüyen kadar orada kalacağım. Sizden af dilemeye hiç niyetim yok. Bence beni bırakıp, siz kendiniz için dua etmeye başlasanız iyi olur. İnandığınız Tanrı’nın günahlarınızı bağışlayacağını hiç sanmıyorum." Andreas Lion’a doğru baktı. "Zindana götür!” diye emretti. “Dilini fareler kemirirken, bakalım şimdi ki gibi cesur olacak mı?” Olivia itiraz etmeden yanına gelen genç İskoç askerinin, peşine takılarak kalenin arka tarafına doğru yürümeye başladı. Zindanmış! McGray zindana atınca, kendisini korkutacağını mı düşünüyordu? Olivia Peterson sandığından daha güçlü bir kadındı. Bunu zamanla öğrenecekti. Andreas, hala gururlu bir şekilde yürüyen genç kızın arkasından bakarken, en fazla bir gün sonra ayaklarına kapanacağını bildiği için, sadece gülümsedi. Bu kızın inadını ve asiliğini elbette yenecekti. Hiçbir kadın uzun süre açlığa, susuzluğa ve karanlık bir zindana direnemezdi. Sonra yanındaki askere bakıp “İngilizlere bir hekim çağır.” dedi. “Yaralarına baksınlar.” *** Aila yine salonda oturan abisinin yanındaydı. “Üç gün Lordum.” dedi yalvaran bir sesle. “Sumata üç gündür zindanda. Lütfen onu affet. Sana yalvarıyorum. Bir kadına asla böyle davranılmaz.” Andreas oturduğu koltukta geriye doğru yaslanıp, gözlerini tavana dikerek, düşünmeye başladı. Sumata ilginç bir şekilde hala direniyordu ve pes etmiyordu. Az bir ekmek ve su ile zindanda üç koca gün geçirmesine rağmen, bir damla gözyaşı dökmemiş, ağlayıp, sızlanmamıştı. Kendisi onu görmeye gitmese de Lion olan biteni anlatıyordu. Ve anladığı kadarıyla inatçı Hintlinin pes etmeye niyeti yoktu. "Henüz aklı başına gelmemiş.” diye cevap verdi sakin bir sesle kardeşine. “Sızlanmayı kes Aila. Cezasını çekmesi gerek.” "O kız benim hayatımı kurtardı Lordum. Ona böyle mi teşekkür ediyorsun? Bu yaptığın kesinlikle vicdansızlık!” "Beni öldürmek istedi!” "Sen onun canını yaktın. Canı yanan bir kadın her şeyi yapar. Ayrıca seni öldürmenin kolay olmadığının farkındadır. Durumu çok abartıyorsun.” "Bu konu kapandı! Benden ne zaman af dilerse, o zaman onu zindandan çıkarırım.” Olivia içeriye konulan ekmekten, bir lokma koparıp, ağzına attı. Sonra bir bardak suyu içip, pelerinine sarılarak duvara yaslandı. Zindan karanlık ve inanılmaz soğuktu. Dün gece etrafta gezinen fareler yüzünden, gözüne uyku girmemişti. Lion’un ona getirdiği mumun ısısı ve ışığı ile sabah etmişti. Üç gündür buradaydı ve kesinlikle pes etmeye niyeti yoktu. Sadece bugün kendini çok yorgun hissediyordu. Üşümesi daha çok artmıştı. Pelerin yünlü olmasına rağmen kendini ısıtamıyordu. Uykusuzluktan gözleri kapanırken, toprak zemine doğru uzandı. Ve karmaşık rüyaların içine daldı. Leydi Molly kalbini sıkıştıran, birden bire bıçak gibi saplanan bir ağrı ile gözlerini açıp, yatağında usulca doğruldu. Kızı gittiğinden beri zaten doğru düzgün uyuyamayan kadın, bu sabah çok bitkin ve bezgin uyandı. Rüyalarında sürekli ölen kocasını görürken, dün gece Olivia’nın anne diye seslendiğini duymuş, ama yüzünü görememişti. Kalbi kızının hasretine dayanamıyordu. O yüzden bu sabah göğsünü delen bir acı ile uyanmıştı. Elini göğsüne koyup, ağrının dinmesini bekledi. İçinde inanılmaz bir sıkıntı vardı. Nefes almakta zorlandığını hissedip, yataktan kalkarak pencereye doğru yürüdü. Mandalı çevirip, pencereyi açarak içeriye temiz havanın girmesine izin verdi. Derin bir iç çekip, yavaş yavaş geçen ağrı sonrası, biraz daha iyi olduğunu hissetti. Gözleri karşı tepelere dalarken, aklında sadece biricik kızı Olivia vardı. Şimdi ne durumda olduğunu gerçekten merak ediyordu. Başına kötü bir şey gelmemesi için, sürekli dua etmesine rağmen, yine dua etmeye başladı. Tanrı’dan tek isteği Olivia’nın sağsalim evine döndüğünü görmekti. Ancak o zaman huzurlu olacaktı. Neden bu kadar inatçı bir kız olmuştu ki? Babasına her yönü ile benzerken, biraz da kendisine benzese ne vardı? McGray ailesine olan kini yüzünden güzelliğini ve gençliğini harcamaktan hiç rahatsız değildi. Oysa o kadar güzeldi ki... Sadece güzellik mi? Hayır. Zarif, kibar, tam bir hanımefendiydi. Bir davete gittiğinde tüm ilgiyi üzerine çekmeyi başarıyor, zerafeti ile herkesi kendine hayran bırakıyordu. İstediği erkeği kolayca elde edebilir, mutlu olacağı bir evlilik kurabilirdi. Bir kez bile ağzından evlilik lafı çıkmamış, her gününü intikam hırsı ile geçirmişti. Annesi olarak kızı için üzülüyordu. Geçmişte yaşananlar hiç kolay olmasa da, Olivia’nın babası ve büyükbabasının intikamını almak için, hayatını harcaması... Olivia’yı yetiştirirken hata mı yapmıştı? Oysa ne kadar uysal bir çocuktu. Çocukluktan çıkıp, genç kızlığa adım attığı yıllarda asiliği ve inadı su yüzüne çıkmaya başlayınca, onun kolay bir kadın olmayacağını anlamıştı. Genç kızın iradesi o kadar güçlüydü ki verdiği cezalara bile direnirdi. Bir keresinde odasından çıkmasını yasaklamıştı. Ve Olivia annesi pes edene kadar odadan adımını dışarı atmamıştı. Tabii bir de yenilmez gururu yok mu? Bir gün özür dilediğini görmemişti. Olivia asla özür dileyecek bir şey yapmazdı. Yani kendisi böyle düşünüyordu. Ağır adımlarla pencereden uzaklaşıp, yatağının kenarına oturdu. Yine gözleri dolmuştu ve ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Anne olmak kesinlikle çok zordu. Ruhunun ve bedeninin bir yanı eksikti. Ve bu eksiklik kızı evine dönmedikçe tamamlanacağa benzemiyordu. Lort Gustov amaçsız bir şekilde salonun ortasında volta atarken, Olivia’dan hala bir haber gelmediği için oldukça tedirgindi. Haberleri ona ulaştırmakta görevli İskoç görünürlerde yoktu. Bu sessiz bekleyiş, canını sıkarken, acele etmemeye karar verdi. Ancak bir süre daha bekleyecek, şayet hala Olivia’dan hala bir haber alamaz ise sonucu ne olursa olsun Çakal’ın inine saldıracaktı. Yeğenini o zalimin eline bırakmaya hiç niyeti yoktu. Olivia’ya zarar gelmesindense, onun için seve seve ölüme giderdi. Aklından genç kızı yetiştirdiği yıllar geçti. Olivia bir erkek olsaydı, ancak bu kadar yetenekli ve cesur olurdu. Kesinlikle onunla gurur duyuyordu. Genç kızın kaleyi aydınlatan neşesini ve kahkahalarını özlediğini hissetti. Gülümsemek bir kadına ancak bu kadar yakışırdı. Evet, öz kızı değildi fakat öz kızı olsa ancak bu kadar severdi. Birden yüzü asıldı ve yumruklarını sıkmaya başladı. Eğer Andreas McGray, Olivia’nın tırnağına bile zarar verirse, Tanrı şahidi olsun ki, o adamı yaşatmayacaktı!
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD