Sidelya bu sabah neşeliydi. Mutfakta kahvaltısını yaparken, Eppie’nin kendisine yönelen sinirli bakışlarına kesinlikle aldırış etmiyor, kimsenin keyfini bozmasına izin vermiyordu. Bu neşenin altında yatan sebebi, Sumata’nın zindan olmasıydı. Lordun o kıza dersini verdiğini görmek, çok hoşuna gidiyor, bunu gizlemek de istemiyordu. Nasıl bir cesarettir ki Çakal’a kılıç çekmiş, onu öldürmeye çalışmıştı. Aslında bunları düşünürken, içten içe Sumata’ya hayran olmaktan kendini alamıyordu. Asla onun gibi olmazdı. Güzelliğine ne demeli? Bahçede Andreas’la çarpışırken, uzak bir köşede nefesini tutarak onları izlemiş, genç kızın ortaya serilen güzelliği ve korkusuz tavrıyla adeta donup kalmıştı. Bunu kesinlikle beklemiyordu.
Sünepe dedikleri Hintli gizlendiği o elbisenin altında, dikkat çekici bir yüz ve çoğu kadını kıskandıracak hoş bir vücut saklıyordu. Tanrıya şükür ki Andreas onun etkisi altına girmemişti. Etkilenmiş olsaydı onu zindana atmazdı öyle değil mi? Zindanda çürümeliydi! Oradan asla çıkmamalıydı. İçten içe bunun olması için dua ediyor, aynı zamanda Sumata'yı kıskanmaktan kendini alamıyordu.
Eppie genç kızın aklından geçeni okurcasına, ona doğru baktı.
"Bu kadar mutlu olma Sidelya.” dedi manidar bir sesle. “Bence çok erken seviniyorsun. Lordumuz yaptığı hatanın er ya da geç farkına varacak.”
"Kapa o koca çeneni ihtiyar!" diyerek onu tersledi Sidelya. “Her şeye yorum yapmayı bırak. Sana ne düşündüğünü soran olmadı!”
Eppie genç kıza yanaşıp, başını ona doğru eğdi. “Senin suyun ısındı fahişe. Çakal artık yüzüne bile bakmıyor. Onun yeni bir gözdesi var tatlım. Ayrıca ne düşünüyorum biliyor musun? Sumata bir metresten daha öte bir kadın. Bunu zamanla göreceksin.”
Sidelya yaşlı kadının yüzüne öfkeyle bakarak hızla ayağa kalktı. Ağzını açmadan mutfaktan dışarı çıktı.
Andreas Aila ile konuştuktan sonra bir bahçeye yöneldi. Son birkaç güne rağmen ortalık oldukça sakindi. Üç gündür aralıksız yağan yağmur etrafı çamura bularken, soğuk hava iyice etkisini göstermeye başlamıştı. Lion genç adamın bahçede olduğunu görünce, yanına geldi.
"Günaydın Andreas.”
"Günaydın Lion.”
"Havalar düzeleceğe benzemiyor dostum. Yakında kar yağacak gibi.”
"Ben de öyle düşünüyorum." dedi Andreas uzaktaki puslu bulutları izlerken. "İngiltere’den bir haber var mı? Şu kızdan… Peterson... Olivia Peterson.”
"Ben de onu söylemek için geldim. Görev verdiğimiz adamlar, kız hakkında hiçbir şey bulamamışlar. Kaleden dışarı adımını dahi atmıyormuş. Amcası onu koruyor. ya da..."
"Ya da kız bir yabani. Kim bilir?”
"Kız güzelliği ile ünlü salmış dostum. Soğuk leydi diyorlar biliyorsun."
"Ama hala bekar. Demek ki o kadar güzel değilmiş."
"Çok talibi varmış ama kendisi istemiyormuş. Hatta bu yüzden kralın huzuruna bile çıkmış. Annesi kızını ikna etmesi için kraldan ricada bulunmuş.” "Etkili olmuş mu bari?”
"Olmamış. Kralın adamlarından birini kılıcı ile yenince, kralı şaşkına çevirmiş. Adam bakmış kız tam bir bela bu işin üstüne gitmemiş. Bildiğin gibi babasının ölümünden dolayı ailenden nefret ediyor.”
"Gustov Peterson’ın intikam peşinde olduğu belli Lion. Bunu anlıyorum. Ancak bu baskından nasıl haberdar oldu. Asıl merak ettiğim nokta bu.”
"Ben de merak ediyorum Andreas. İçeride bir casus var. Birileri senin kuyunu kazıyor. Bunun kaleye giren adamlarla ilgisi olabilir.”
Andreas’ın yüz ifadesi sertleşti. Gücünü kıskanan rakipleri olduğunun farkındaydı. Şimdi tek sorun, bu adam ya da adamlar kimdi? Ve İngilizlerle işbirliği yapan casus... Lion genç adamın yanından uzaklaşırken, Andreas ister istemez zindanda kalmasını emrettiği inatçı kadını düşünüyordu. Zindan kalenin en alt katında olduğu için çok soğuktu. O kata gece vuran denizin dalgaları ortalığın buz kesmesi için yeterliydi. Ayrıca karanlık ve de havasızdı. Her türlü pisliğin aktığı oluklardan yayılan koku da orada kalmayı daha zor hale getiriyordu. Daha önce oralar esir düşen adamların ölüme terk edildiği hücrelerdi. Cesetleri çürüyüp, fareler karnını o cesetlerle doyurana kadar kimse onları gömmezdi. Geriye kalan kemiklerini ise denize atılırdı.
Lanet olası kadın!
Kesin üşümüştü ve korkmuştu. Fakat niçin hala direniyordu? Bu kadar inatçı olmak zorunda mıydı? Aslına bakılırsa Sumata’yı zindana attığı günden bu yana kendisi de doğru düzgün uyumamıştı. Tam üç gecedir salondaki koltukta sabahlamış, garip bir şekilde genç kızdan haber beklemişti. Etrafında dolanan Sidelya’yı da azarlamıştı.
Kız kardeşinin ısrarlarına rağmen, Sumata’yı affetmek istemiyordu. Aslında o günkü öfkesi biraz daha azalmış, hatta yaşanılanları düşündükçe, genç kızın duygusal davranmasını anlamaya başlamıştı. Yaralı insanlara yardım etmek istemesi çok doğaldı. Doğal olmayan, İngiliz askerlerini canını hiçe sayarak korumasıydı. İşte kendisini kızdıran da tam olarak buydu. Yıllarca İngiltere’de yaşadığı için mi onlara değer veriyordu? Gerçi hanımefendi İngiliz erkeklerini öve öve bitirememiş, İskoç erkeklerinden hoşlanmadığını açıkça dile getirmişti. Bu kız kesinlikle erkekten anlamıyordu. Biraz olsun anlasa o aptal yanılgıya düşmezdi.
“Yatağıma asla girmezmiş!”
Sanki onunla yatmaya çok meraklıydı. Andreas omuzlarının üzerine sardığı yünlü atkıyı yere doğru doğru atıp, hızlı adımlarla zindanın olduğu tarafa doğru yürümeye başladı. Demek küçük hanım çok gururlu ve inatçıydı. Gidip onun ne halde olduğuna bakarak biraz dalga geçebilirdi. Zindanın önüne gelince, kapıdaki asker selam verip kapıyı açtı. Merdivenlerden koşarak inip, başka bir kapıya yöneldi. İçerinin ağır kokusu insanın ciğerini yakarken, genç adam rahatsızlık duyarak öksürdü. Bir an kendini kötü hissetti. Çünkü bir kadını buraya kapatmak... Galiba biraz abartmıştı. Kesinlikle abartmıştı. Gerçi Sumata’da onu kızdırmış, can damarına bir şekilde basmayı başarmıştı.
Önüne çıkan askere kapıyı açmasını emretti. Asker demir kapıyı aralarken, Andreas kapının eşiğinden içeri doğru baktı. Sumata zindanın en uç köşesinde yere doğru uzanmış uyuyordu. Tanrım içerisi buz gibiydi. Ve karanlık... Genç adam bir an yutkundu. İçeriye doğru adım attı. “Sumata!” diye seslendi gür bir sesle. “Sabah oldu prenses. Uyan ve bana bak!” Cevap alamadı. “Sen ne inatçı ve dik başlı bir kadınsın! Hayatımda senin gibisini görmedim! Yoksa beni duymamazlıktan mı geliyorsun?”
Sumata yerinden bir milim bile kımıldamadı. Başı duvara dönük olduğu için, Andreas yüzünü göremiyordu. Kapıdan içeriye giren ışık, biraz olsun orayı aydınlatmıştı. Ağır adımlarla kıza doğru ilerleyip, başucunda dizlerinin üstüne çömeldi. “Sumata...” dedi usulca. “Aç gözlerini...” Cevap gelmeyince, elini uzatıp omzuna dokunarak, kızı hafifçe sarstı. Buna rağmen genç kız hiç tepki vermedi.
Andreas endişelenmeye başlayıp, onu hızla sırt üstü çevirdi. Sumata çok derin bir uykudaydı. Ya da ölmüştü. Hayır ölemezdi! Andreas iki eli ile Sumata’nın yüzünü avuçlarının arasına alınca, resmen yandığını hissetti. Bu nasıl bir sıcaklıktı böyle? Sanki yanan bir ateşe elini sokmuştu. “Sumata!” diye bağırdı ve genç kızı kollarının arasına alıp, koşar adımlarla zindandan dışarı çıktı. Nefes aldığı göğsünün hareketinden belliydi ama durumu hiç iyi görünmüyordu. Delirmişçesine kalenin giriş kapısına koşarken, onu fark eden Lion “ Neler oluyor!” diye bağırdı peşinden koşarak. "Seni ahmak!” dedi Andreas öfkeli bir sesle. “Kızın ne hale geldiğine bak. Hiç mi fark etmedin geri zekâlı? Sumata ateşler içinde yanıyor.”
Lion onunla birlikte kalenin içine girerken, oldukça şaşkındı. “Daha bu sabah... Ona bir tas su verdim. İyiydi... Yani iyi görünüyordu. Ben… Fark etmedim.”
"Açıklama yapmayı bırak ve hekimi getir çabuk!”
Andreas merdivenleri hızla tırmanıp, kendi odasına doğru koştu. Kapıyı ayağı ile kırarcasına açarken, kolları arasında baygın yatan kadını yatağına usulca yatırdı. Sumata, olan bitenin farkında değilken, genç adam kızın kurumuş dudaklarına, solgun yüzüne bakıp, kalbinin acıdığını hissetti. Yatağın kenarına oturup, elini kızın yüzünde gezdirmeye başladı. Baygın olmasının sebebi kesinlikle bedenini saran yüksek ateşti. Başka açıklaması olamazdı. Olivia üşüyor, titriyor ve bir türlü gözlerini açmayı başaramıyordu. Sanki birileri göz kapaklarını eliyle tutuyor, açmasına izin vermiyordu. Gerçekle rüya arasında gidip gelirken, başucunda annesini gördü.
Leydi Molly şefkat dolu bakışlarını kızına yöneltmiş, endişeli bir yüzle kendisini izliyordu. “Anne.” dedi Olivia kısık bir sesle. Tanrım ne zor konuşuyordu. Acaba annesi onu duyabiliyor muydu? “Seni çok özledim...”
Birinin eline dokunduğunu hissetti. Annesiydi ama gözlerini açabilse, elini tutanın Andreas olduğunu görebilirdi. Genç adam annesini sayıklayan kıza, acırken, kendisine lanet yağdırmaktan da geri kalmıyordu. Sumata’nın annesi var mıydı? Daha önce hiç bahsetmemişti.
Olivia karanlık bir odanın içine dalarken, bir kahkaha sesi ile irkildi. Kimdi bu gülen? “Son duanı et Lort Peterson!”
"Dur yapma! Babamı öldürme ne olur!” Andreas genç kızın yanağından süzülen birkaç damla yaşı fark edince, kâbus gördüğünü anladı. Hekim nerede kalmıştı? Lanet olsun! Her şey kendisinin suçuydu!
Olivia ağacın arkasında İskoç askerlerinin gidişini izlerken, kendisini gören küçük oğlan çocuğuna, kin dolu bakışlarını yöneltti. Biraz önce bu çocuk büyükbabasının boğazını acımadan kesmişti. “Senden nefret ediyorum…” dedi genç kız. Ve aslında bunu bağırarak söylemek istiyordu. Fakat hiç gücü yoktu. Sanki canı çekilmiş gibiydi. "Senden... Nefret ediyorum Andreas...” diye devam etti fısıldayarak.
Andreas Sumata’nın ne dediğini duyduğu anda genç kızın üzerine doğru eğildi ve alnına şefkatli bir öpücük bıraktı.
"Benden nefret etme.” diye seslendi usulca. “ Sumata... Sana yaptıklarım için lütfen beni affet. Böyle olsun istemezdim.”
Genç kız onu duymasa da cevabı dudaklarının arasından bir anda çıkıverdi. “Seni asla... Affetmeyeceğim.”
Andreas odasının kapısının önünde beklerken, inanılmaz gergindi. Sumata’nın hastalığı üzülüp vicdan azabı çekerken, bir de kız kardeşinin ağlamasına katlanmak zorunda kalıyordu. Aila, genç kız için sürekli dua ediyor ve abisinin yüzüne suçlayıcı tarzda bakıp, sinirlerini germeyi başarıyordu. Genç adam sonunda dayanamayıp “Bana öyle bakma!” diye bağırdı. “Onu öldürmüşüm gibi davranmayı bırak Aila!”
"Suçlusun abi kabul et.” dedi genç kız sinirli bir yüz ifadesi ile. “Bu soğukta Sumata’yı zindanda üç gün nasıl bekletirsin? Zavallı kız kim bilir ne kadar üşüdü. Bak sonuçlarına... Ya ölürse?”
"Ölmeyecek Aila. Sadece üşütmüş. Kötü şeyler düşünmeyi bırak!”
Hekim odada hala ne yapıyordu? Tedavisi neden bu kadar uzun sürmüştü? Andreas içeri girmemek için kendini zor tutarken, kapı açıldı. Şifacı yaşlı kadın ağır adımlarla odadan çıkıp, Lorduna baktı. “Çok fazla üşütmüş.” dedi. “ Nefes alırken bile zorlanıyor. Onun için özel bir ilaç hazırlayacağım. Ateşi hiç düşmüyor.” “ Ne yapmamız gerek.” diye cevap verdi Aila. “Ateşini nasıl düşürebiliriz?”
"Ilık su işe yarayabilir. Belki biraz ateşini alır.”
Andreas köşede duran hizmetçilere bakıp “Odamdaki küvete çabuk su doldurun!” diye emretti. “Çabuk olun aptallar!”
Hizmetçiler kısa süre sonra ellerinde su dolu kovalarla, küveti doldurmaya başladılar. Bu arada Aila arkadaşının yanında, yatağın kenarına oturmuş, Sumata’yı izliyordu. Genç kız hala gözlerini açmamıştı ve ateşi yine yüksekti. Andreas hizmetçilerin işini bitirdiğini görünce “Çıkın dışarı!” diye bağırdı. “Hiç kimseyi odada görmek istemiyorum.”
"Ben de mi?” dedi Aila.
"Sen de!” dedi genç adam, o kadar sinirliydi ki Aila abisinin üzerine gitmek istemedi. Çaresiz dediğini yapıp, ağır adımlarla odadan çıktı.
Andreas oda boşalınca üzerindeki gömleği çıkardı. Altında sadece kilti vardı. Yatağa doğru ilerleyip, Sumata’nın üzerindeki elbiseyi çıkarmak için harekete geçti. Genç kızı hafifçe doğrultup, elbisenin iplerini çözdü. Sonra usulca bedeninden sıyırıp, başından yukarı çekti. Altta duran ince askılı, kısa içliğe dokunmadı. Olivia olanların kesinlikle farkında değildi. Ateşin vücuduna verdi ağırlıkla, bilincini yitirmiş gibi uyuyordu. Andreas onu izlerken, ister istemez büyülendi. Teninin rengi, vücudun kadınsı kıvrımları, dolgun göğüsleri, uzun ve zarif bacakları... Şimdi bunu nasıl düşünebilirdi? Kız canı ile uğraşıyorken! Sumata’yı kollarının arasına alıp, küvette doğru ilerledi. Küvette girip, içine doğru uzanırken, genç kızı da üzerine doğru uzatıp, arkadan tek eli ile sıkıca sardı.
Suyun içinde bedenleri birbirine yapışmış, öylece yatmaya başladılar. Bu arada Andreas tek eli ile genç kızın bedeninin her yerini ıslatıyordu. Sumata başını genç adamın boynunun altına gömdü. Genç kız adamın bacakları arasına yerleşti. Kaba etini onun kasıklarına yasladığı her an, Andreas delireceğini sandı.
Bu yakınlık onu fazlasıyla çıldırtmaya başladı. Düşüncelerinden sıyrılmaya çalışırken, gözleri Sumata’nın yüzüne kaydı. Tanrım! Bu kadın ne kadar güzeldi. Suyun içindeki vücudu, beyaz renkli içliğinden belli olurken, ondan etkilenmemek kesinlikle imkânsızdı. Su soğuk mu? Hayır, su şu an alev alevdi. Birdenbire vücudunu ateş bastı. Olivia titremeye başlayınca, onu kollarının arasına alıp, sıkıca sardı. Çenesini başına yaslayıp, gözlerini kapattı. Genç kız suyun içinde inleyip, kımıldayarak, yan tarafına doğru uzanarak ellerini genç adamın boynuna doladı. Dolgun dudakları Andreas’ın boynuna değerken, genç adam kuruyan boğazı yüzünden yutkundu. Sanki bedenine yapılan bir işkencenin ortasında gibiydi. Sumata’yı sararken elinin altında hissettiği göğüsler işkencenin en acı veren noktası oldu.
Alelacele genç kızın ateşini kontrol edip, onunla birlikte sudan çıktı. Kızı geniş bir havluya sarıp, yatağa yatırdı. Islak saçlarını kurulayıp, sandığına doğru ilerleyerek içinden yeni bir kilt ve kazak alıp, üzerini değiştirdi. Sonra odasından dışarı çıktı. Kapıda duran hizmetçiye "İçeri gir ve Sumata’nın üzerini değiştir." diye emretti. Merdivenlere yönelip salona indi. Kesinlikle bir şeyler içmeye ihtiyacı vardı. İçmeli ve biraz olsun sakinleşmeli, Sumata’yı aklından silmeliydi.
Bu kadın aklını başından almaya başlamıştı. Yaşadıkları son olayı düşününce, onun yerine karşısında başka bir kadın olsaydı, çoktan kalesinden defetmişti. Ama Sumata’yı kovamıyor, hatta onun için endişeleniyordu. Bardağına doldurduğu viskiyi bir dikişte bitirip, köşedeki hayvan kürkü serili koltuğuna oturarak ayaklarını öne doğru uzattı. Gözlerini kapatıp, dinlenmeye başladı. Ve galiba gözlerini kapatmak hataydı çünkü az önce küvetin içinde yaşadıkları aklına geldi. Kahretsin! Dinlenmekten vazgeçip, ayağa kalktı. Elindeki bardağı masanın üzerine bırakıp, hızlı adımlarla bahçeye çıktı. Kafasını boşaltmak bir şeyler yapması şarttı. Askerlerin talim yaptığı alana doğru yürüyüp, kılıcına sarıldı.
Zihni yerine bedenini çalıştırmaya başlayınca, biraz olsun rahatlayabildi. Güneş karlı tepelerin ardından batarken, kalenin üzerine yağan yağmur, şiddetli gök gürültüsü ve çakan şimşekler gerçekten ürkütücüydü. Sonbahar İskoçya'da kışı aratmayacak kadar soğuk geçerdi. Bu mevsimde dışarıda hayat adeta duruyordu. İskoç halkı bunu bildiği için, yakacak ve yiyecek stokunu yaz başından itibaren hazırlamaya başlardı. McGray kalesi de ağır kış için hazırdı. Kalenin odun depoları çoktan doldurulmuş, kilerler un, bulgur ve pirinç doluydu. Bulunduğu yer nedeni ile kale, o kadar soğuk oluyordu ki şömineler gün boyu her odada yansa da kaleyi ısıtmak gerçekten zordu. Surlara vuran şiddetli deniz dalgaları yaşayanları ister istemez ürkütüyor, sanki her an kaleyi yıkacakmış hissi veriyordu. Kışın burada hayat tamamıyla duruyordu. Eğer ki bir de kar kaleyi esir alırsa, dışarı adım atmak bile imkânsızdı. Ve hava şartlarına bakılırsa kışın geldiği belli oluyordu.
Andreas talim sonrası odasına gitti. Şifacı Sumata’ya hazırladığı ilaçları dudaklarının arasından verirken, sessizce onu izledi. Hala gözlerini açamasa da ilacı zor da olsa içirebilmişti. Ateşi biraz daha düşmüştü. Aila yatağın kenarında oturmuş, Sumata’nın elini avuçlarının arasına koymuş, usulca okşuyordu. Bu kız için ne yapsa, kesinlikle ona olan borcunu ödemesi mümkün değildi. Şu an hayatta olmasını ona borçluydu. Oysa Sumata o kadar hastaydı ki onun için yapabileceği hiç bir şey yoktu. Keşke elinden bir şey gelseydi. Aila şifacı kadına doğru bakıp, “Nasıl?” dedi merakla. “İyileşecek değil mi?”
"İyileşeceğini umut ediyorum leydim. Kızcağız gerçekten çok fena üşütmüş. Sanki dondurucu bir ayazın ortasında kalmış gibi. Bence soğuktan ölmediğine şükretmek gerek. Bekleyip göreceğiz. Birkaç gün gözünü açabileceğini sanmıyorum. İlaçlarını düzenli verip, sıcak bir çorba içirelim."
"Teşekkür ederim...” dedi Aila minnet dolu bir ifade ile. Bakışları pencereden dışarıyı izleyen abisine kaydı. Gün boyunca ona çok kızmış, sinirlerini epey germişti. Ama Andreas bunları sonuna kadar hak etmişti.
"Akşam yemeğini yedin mi abi?”
"Canım istemiyor.” dedi genç adam usulca. Sesi o kadar yorgun ve bezgindi ki... Hala dışarıyı izliyordu. “Yakında kar yağacak.” diye devam etti genç adam. "Havalar iyice soğudu.”
"Desene yine kaleye kapanacağız. Aslında bu durum hoşuma gitmiyor değil. En azından savaşmaya gitmiyorsun."
"Sumata gitmek isterse...”
"Hayır abi. Gitmesini istemiyorum! O benim tek arkadaşım.”
"Onu burada zorla tutamam Aila.”
"Hem nereye gidebilir ki? Yaşadığı ülke çok uzak.”
"Galiba ülkesinde bir annesi var...” dedi adam boğuk bir sesle.
"Bunu nereden biliyorsun? Bana hiç söz etmedi.”
"Ateşliyken annesini sayıkladı.“
"Belki de ölmüştür…”
"Bilmiyorum...”
Şifacı izin isteyip odadan çıktı. Aila bir süre daha oturup, uykusunun geldiğini hissedince “ Ben biraz dinleneyim.” dedi. " Daha sonra gelir Sumata’yı beklerim olur mu?”
Andreas yatağa doğru yaklaştı. “Sen yatabiilirsin Aila.” diye cevap verdi. "Benim uykum yok. Ona ben bakarım.” "Ama abi.”
"Bana itiraz etme.Git ve uyu!”
Aila itiraz etmeden, oturduğu yerden kalkıp, kapıya yöneldi. Aslında abisinin Sumata ile ilgilenmesi hoşuna gidiyordu. Genç adam belki de vicdanını rahatlatmaya çalışıyordu. Yine de ona değer verdiğini görmek güzeldi. Galiba abisinin bir kalbi vardı. Ve bu kalbi, Sumata sayesinde görmeye başladı. Odadan çıkarken iyi geceler diledi ve odasına yöneldi. Koridorda Sidelya ile yüz yüze geldi. Genç kızın yüz ifadesi Sumata’nın abisinin odasında olmasından dolayı, kesinlikle hiç iyi görünmüyordu. Aila ondan zaten hiç hoşlanmadığı için, yanından hızla geçip, birkaç kapı ötedeki odasına girdi.