İki kadın bir süre, giden askerleri izlediler. Aila hala sessizce ağlarken, Olivia onu tek kolunun arasına aldı. "Leydim artık içeri girelim isterseniz.” dedi gayet yumuşak bir sesle. “Hava serin ve üşüyeceksiniz.”
İskoçya’nın havası genellikle kapalı oluyordu. Özellikle de ekim ayının başları olduğu için, sonbaharın sert yüzü etkisini göstermişti. Sabahın ilk ışıkları olmasına rağmen, yağmur bulutları, gökyüzünü kaplamış, karanlık ve kasvetli bir havaya bürünmüştü. Denizin dalgaları kalenin duvarlarına sert bir şekilde vururken, soğuk hava iyice etkisini göstermeye başladı. Aila ona şefkatle yaklaşan genç kıza doğru baktı. “Haklısın Sumata...” diye cevap verdi. “İçeri girebiliriz. Benim yüzümden üşümeni istemem.”
"Sorun değil leydim. Ben üşümüyorum.” "Kiliseye gitmek istiyorum. Biraz dua edip, rahatlamaya ihtiyacım var. Bana eşlik etmek ister misin? Gerçi senin inancının ne olduğunu bilmiyorum.” *Benim inancım sizinkilerden farklı leydim.” Olivia yalan söylüyordu. Kendisi de son derece inançlı bir Hristiyan’dı ve kiliseye sürekli uğrardı. Aila ile kiliseye gitmekte bir sakınca görmedi. Bir köşede sessizce duasını edebilirdi. “Size eşlik edebilirim. Hatta bundan mutluluk duyarım.” Çünkü onun da Tanrı’ya insanları için dua etmeye ihtiyacı vardı. “Teşekkür ederim Sumata.” Bunu söylerken gayet kibar ve minnet doluydu.
Sonunda kalede kendisini anlayabilen, rahatlıkla sohbet edebileceği bir arkadaşı olmuştu. Sumata burada bulunan herkesten gerçekten farklıydı. En azından iyi bir sohbeti, hatta birçok konuda bilgisi vardı. Ondan birçok şeyi öğrenebileceğinden kesinlikle emindi. Ayrıca abisi ile arasının iyi olmasına içten içe seviniyordu. Garip bir şekilde, ikisinin arasında bir şeyler olmasını umut etmeye başlamıştı. Çünkü abisinin Sumata’ya bakarken, gözlerinin parladığını fark etmişti. Tabii bu çok normaldi. Sonuçta Sumata inanılmaz güzel bir kızdı. Ve abisinin bunu görebilmesine sevindi. Belki de artık Sidelya cadısını yatağına almaktan vazgeçerdi. Ancak bu demek değildi ki Sumata onun metresi olacaktı. Kesinlikle hayır. Buna asla göz yumamazdı. Birlikte kalenin bahçesinde bulunan küçük kiliseye doğru ilerlediler. Burayı bir zamanlar annesi yaptırmıştı. Babası her savaşa gittiğinde zavallı kadın, o dönene kadar, günlerini tanrıya dua ederek geçirirdi. Şimdi onun yerini kendisi aldı. Oda abisi için dua ediyordu. Kiliseye girince mihraba yakın tahta banklara oturdular. İçeride yanan mumlar, etrafı aydınlatırken, ellerini önlerinde birleştirip, sessizce tanrıya dua etmeye başladılar. İkisinin de duası sadece kendi insanları içindi. Ama aslında tek istedikleri şey, bu akan kanın durması ve huzurdu. Sidelya Lordunun gidişini, sessizce bir köşede izlemiş ve o da tıpkı Aila gibi gözyaşlarını tutamamıştı. En çok üzüldüğü şey, Andreas’ın ona veda etmeden gitmesiydi. Sünepe Hintli ile vedalaşmış, bir kez bile yüzüne bakmamıştı. Önceleri bunlar kendisi için çok önemli olmasa da kaleye gelen bu kızın varlığı Sidelya’yı rahatsız etmeye başladı. Andreas hayatındaki ilk erkek olmasa da sonuçta onun uzun süredir yatağına giriyordu. Bu durumdan asla şikâyetçi değildi. Aksine onur duyuyordu. Askerler gidince, mutfağa gitti ve kahvaltısını yapmak için masaya oturdu. Bu arada aklında, Sumata vardı. Bu kızı bir şekilde buradan göndermek zorunda olduğunu hissetti. Bir şeyler yapmalıydı ama ne? Elindeki çatalı tabağında gezdirirken, yaşlı hizmetçi Eppie kızın durgunluğu fark edip "Lordumuz için mi üzülüyorsun Sidelya?” dedi merakla. “Evet, onun için üzülüyorum yaşlı bunak!” Tavrı çok saygısızcaydı. Eppie'den oldum olası hoşlanmamıştı. Daha doğrusu hayatı hakkında kimseye hesap vermeyi sevmiyordu. Ve meraklı insanlardan nefret ederdi. “Sen üzülmüyor musun?” "Ulu tanrım elbette üzülüyorum. Eğer ona bir şey olursa biz ne yaparız?” dedi Eppie endişeli bir sesle. Sidelya oturduğu yerden hızla kalktı. “Andreas’a asla bir şey olmayacak!” diye bağırdı. “Kapa çeneni uğursuz.” Mutfaktan çıktı. Eppie onun arkasından dikkatlice bakarken, Lorduna adı ile hitap etmesinden rahatsız oldu. Saygısız kız! Kendini bu evin hanımı falan mı sanıyordu? Buraya gelmeden önce ne cevizler kırdığından, kaç kişinin yatağından geçtiğinden haberdardı. Kuş kadar beyni ile akıllı bir adam olan Çakal’ı kendine bağlayacağını sanıyordu. Aptallığın bu kadarı da pesti.
Aila ve Olivia kiliseden çıktıktan sonra kaleye girip, salonda sohbet etmeye başladılar. Aila Sumata’ya sürekli merak ettiği İngiliz leydileri hakkında sorular sordu. Ve özellikle de, bir erkeğe nasıl davrandıkları, kendilerini balolarda nasıl sundukları, beğeni kazandıkları... Genç kız o kadar meraklı ve hevesliydi ki Olivia asla onun gibi olamadığını düşünüp, ister istemez gülümsedi. Çünkü Olivia Peterson, kalede yetişen kibar bir Leydi olmaktan çok, savaşçı olmayı tercih etmişti. Annesi ona görgü kurallarını öğretirken, amcası bildiği ne varsa öğretip, yeğenini yetiştirme derdindeydi. Ve tabii ki öğrenmeye inanılmaz hevesli ve yetenekliydi. Aila ile konuşurken aklına katıldığı davetler geldi. Peşine düşen yakışıklı Lortlar... Hiç kimseye yüz vermemiş, sohbet dahi etmemişti. Hakkında söylenen şeyler kulağına gelse de, çok umursamamıştı. Evlenmeye niyeti olmadığı için kimsenin ne düşündüğü önemli değildi. Tabii bu durumu önemseyen tek kişi annesiydi. O kızının iyi bir adamla evlenip, mutlu olduğunu görmeyi çok istiyordu. Ama bu adam soylu bir İngiliz olacaktı. Hatta bir defasında kral William’a inatçı kızını ikna etmesi için ricada bile bulunmuştu. Defalarca bu yüzden baskı yapmış ama Olivia’yı ikna edememişti. Olivia on dokuz yaşına yeni girdiği zamanları hatırladı. Annesi ile kralın huzuruna davet edilmişti. Ve neden davet edildiğini bilmiyordu.
Kral tahtına oturmuş, keçi sakalını sıvazlarken, karşısında duran esmer güzeli kızı baştan aşağı dikkatlice süzüp "Demek Olivia Peterson sensin...” dedi. Genç kızın güzelliğini beğendiği her halinden belli oluyordu. Olivia kırmızı elbisesi ile muhteşem görünürken, siyah dalgalı saçları çok dikkat çekiciydi. Kralın karşısında yere doğru çömelmiş, onu saygı ile selamlamakla meşguldü. “Evet, benim kralım...” diye cevap verdi genç kız son derece saygılı bir sesle. “Buraya seni neden çağırdığımı biliyor musun Olivia?” “Bilmiyorum Kralım...”
"Hakkında çok şey duydum Peterson. Ve duyduklarımın doğru olduğunu görüyorum. Güzelliğin herkesin dilinde.” "Teşekkür ederim.”
"Birde gereksiz inatçılığın tabii...” Kral ürkütücü görünse de aslında konuşunca şeker gibi bir adam olduğunu belli ediyordu. “Hangi konuda?” dedi Olivia merakla. “Sen daha iyi biliyorsun Olivia.” diye seslendi Kral. “ Evlenmeyi düşünmüyormuşsun doğru mu?”"Doğru Kralım.”
"Neden Peterson? Yoksa kendine layık bir İngiliz erkeği bulamadın mı?”
"Sorun kesinlikle bu değil.”
"Nedir peki?”
"Çünkü benim bir amacım var kralım.” "Nasıl bir amaç?”
"Babamın akan kanının hesabını sormak!” Kral bir an sustu ve sonra gülmeye başladı. Genç kızın babasına ne olduğunu biliyordu. Hatta ilk duyduğu zaman, sevgili dostunun ölümü için çok üzülmüştü. Şimdi gülmesinin sebebi, genç bir kızın asla yapamayacağı bir şey için bu kadar emin konuşmasıydı.
Olivia kendisine gülen adama sert bir bakış atıp "Söylediğim şey çok mu komik?” dedi soğuk bir ifade ile. “Sizi eğlendirdim sanırım.”
"Komik tabii ki Peterson.” diye cevap verdi adam. “İskoçlara nasıl hesap soracaksın?”
"Soracağım göreceksiniz.”
"Olivia sen kılıç kullanmayı biliyor musun ya da ata binmeyi?”
"Biliyorum kralım.” Kral kıza inanmak istemedi ve yanında bulunan askere
"Leydi ye bir kılıç ver ve karşısına geç bakalım.” diye emretti gülerek. Asker dediğini yapıp, Olivia’nın karşısında yerini aldı. Genç kız elindeki kılıcı o kadar rahat tutuyordu ki askerin daha ilk hamlesinde, adamı geriye savurup, elindeki kılıcın yere düşmesine sebep oldu. Kral gördüğü şeyle bir an donup kaldı ve gözleri yuvalarından fırladı. “Olivia Peterson.” dedi şaşkınlıkla “Tanrı senin düşmanlarına yardım etsin."
Olivia hatırladığı anılardan sıyrılıp, Aila’nın kendisine yönelen sorularına döndü. İki genç kızla o geceyi sadece konuşarak geçirdiler.
**
Andreas ve komutanı Lion ordunun en önünde atları ile ilerlerken, yapacakları baskın ile ilgili konuşuyorlardı. Gün boyu yol alıp, gece İngiliz sınırında mola vererek askerlerin dinlenmesine izin verecekler, ertesi sabah saldıracakları kaleye ulaşılıp, havanın kararmasını bekleyeceklerdi. Amaçları düşmanı hazırlıksız yakalamak ve kaleyi kısa sürede ele geçirmekti. Planladıkları gibi gün boyu yol aldılar. Yağan şiddetli yağmura aldırmadan, mola verecekleri alana ulaştılar. Çakal kendisi için kurulan çadırda dinlendi. Genç adamın içinde savaşa dair en ufak bir endişe yoktu. Kazanacağından kesinlikle emindi. Uyumadan önce komutanı ile izleyecekleri yolu bir kez daha gözden geçirdiler.
Ertesi sabah İskoçya‘nın yenilmez ordusu, İngiliz sınırlarını tozu dumana katarak geçtiler. Hedefe yaklaşınca durup, hazırlıklara başladılar. Hazırlıklar bitince, akşam olmasını beklediler. Karanlık basınca Andreas askerlerine hareket emri verdi. Kazanmaları gereken bir zaferleri vardı. İskoç askerleri ağaçlık bir alanı sessizce geçerken, birden bir gürültü koptu. Etrafı aydınlatan meşaleler ve sayısını göremedikleri bir sürü İngiliz askeri etraflarını sardılar. Pusuya düşmüşlerdi. Andreas olayın şaşkınlığı ile emirler yağdırırken, askerleri ne yapacaklarını bilemeden siper almaya başladılar. Üzerlerine gelen oklar, kılıçları ile saldıran düşman! Ava giderken avlamak bu olsa gerekti. Yine de mücadele etmeye devam ettiler. Fakat sayıca kendilerinden üstün olan İngilizlerin karşısında dayanmak mümkün görünmüyordu. Andreas kılıcı ile önüne geleni devirirken, delirmek üzereydi. Gözünün önünde birçok askeri ölmeye ve yara almaya başladı. Daha önce hiç yapmadığı bir şeyi, geri çekilmeyi emretti. İskoç askerleri verilen emirle, yine de savaşarak geri çekilmeye başladı. Çakal birkaç yaralı İngiliz askerini yanlarına almalarını emredince, dediğini yaptılar. Geldikleri yoldan hızla geri dönerlerken, yaralı İskoç askerlerini de almayı ihmal etmediler. Gecenin karanlığında hiç durmadan yol aldılar. Andreas peşlerinden kimsenin gelmediğine emin olunca, durma emri verdi. Ve nerede ise güneş doğmak üzereydi. Askerler ve atlar çok yorulmuştu. Buldukları ilk alanda durdular. Çakal öfkeden burnundan solurken, askerlerinin arasında dolaşıyordu. Komutanı Lion olanlara anlam veremiyor, ikisi de İngilizlerin saldırıyı nasıl haber aldıklarını düşünüyordu. “Lanet olsun!” diye bağırdı Andreas ortalığı inletircesine. “ Kim bu köpekleri uyardı? O kalleş kim Lion?” "Bilmiyorum Andreas!” dedi Lion. Ve genç adamın da Çakal’dan farkı yoktu. Böyle bir yenilgiyi asla beklemiyordu. Andreas bulduğu ilk yaralı İngiliz esiri yakasından tutup, güçlü elleri ile havaya kaldırdı. Zavallı asker korkudan tir tir titrerken, şu an kesinlikle ölmeyi diledi. Çakal’ın bakışları ve öfkesi yutkunmasına sebep oldu. Bacağındaki yara yüzünden, canı çok acıyor, sesini bile çıkarmaya korkuyordu.
"Anlat sen kimin askerisin şerefsiz?" diye bağırdı Çakal. Ve adamın yaralı bacağına sert bir tekme attı. Ardından yere doğru, çuval misali savurdu. “Anlat dedim İngiliz domuzu! Yoksa asla ölmene izin vermeyeceğim. Sadece acı çekeceksin." Adam toprağa gömülen başını usulca kaldırıp, yaşlı gözleri ile ona doğru bakarak “ Peterson... Gustov Peterson...” dedi ürkek bir sesle. “Kim bu Peterson?” Lion araya girdi. “İngiltere’nin en güçlü adamlarından biri Andreas. Ancak kalesi bu kaleye fazlasıyla uzak. Nasıl haber almış ve yardıma gelmiş anlamadım. Kesinlikle bu işten kötü kokular geliyor dostum.”
Andreas kudurmuş gibi volta atarken, üzerindeki paltoyu yere fırlattı. Omzunda küçük bir sıyrık vardı ve kanıyordu. Ama umursamadı. Çok önemli bir yara değildi. Genç adamın canını acıtan tek şey savaşı kaybetmekti. “Buna her kim sebep oldu ise canını fena yakacağım Lion! Ve sonra o adamı, Gustov Peterson’ı bana saldırdığı için pişman edeceğim. Kalesini başına yıkacağım! İngiliz casusumuza haber yolla. En kısa sürede burada olsun!”
İskoç askerleri, İskoçya sınırını geçince kamp kurdular. Yaralılarla ilgilenip, dinlemek için fırsatları oldu. Andreas hala sakinleşmemişti. Gelecek olan casusu bekliyordu. Akşama doğru Lion, yanında beklediği adamla karşısına geçti. İngiliz casus, uzun süredir onlara muhbirlik yaparak, hatırı sayılır derecede altın sahibi olmuştu. Çakal adamı sert bakışları ile süzüp ”Peterson kim?” diye sordu. “Bana bildiğin her şeyi anlat!” "Güçlü bir komutan.” diye cevap verdi adam gayet emin bir sesle. “ Krala çok yakın. Ayrıca bir zamanlar babanız onun abisini öldürmüştü. Hatta babasını da...” Çakal derin bir düşünceye daldı. Peterson soyadını hatırlamaya başladı. O savaşta henüz küçük bir çocuktu. Ve yaşadığı anları uzun bir süre unutamamış, öldürdüğü yaşlı adam kâbusları olmuş ve vicdan azabının dinmesi çok uzun zaman almıştı. “Evli mi?” dedi merakla Andreas.
“Hayır efendim. Kendini yengesi ve yeğenine adadı. Onlara çok değer veriyor. Özellikle de yeğeni Olivia Peterson’a. Çünkü abisinden emanet.”
"Demek çok değer veriyor..."
"Kim bu kız?”
"Olivia Peterson İngiltere’de epey ünlü Lordum. Güzelliği konuşuluyor. Ayrıca cesareti. Soğuk ve kibirli leydi diyorlar ona. Onunla evlenmek isteyen çok adam var. Hatırı sayılır derecede bir çeyize ve toprağa sahip. Elbette ki bu da dikkatleri üzerine çekiyor. Ancak genç kız evliliğe yanaşmıyor. Hatta kalesinden dışarı bile çıkmıyor. Kral bile onu evlenmesi için ikna edememiş. Çok inatçı bir kadınmış. Ve ailenizden nefret ediyor.“
Çakal adamın söylediklerini dinlerken, anlattığı kızı merak etmeye başladı. Demek Gustov’un en değerli varlığı bu kızdı. Yani Ona bir şey olursa, canı fena yanardı. “O kızı istiyorum.” dedi ciddiyetle. “Nerede ise bulup, Olivia Peterson’ı bana getireceksiniz! Lion bu işle derhâl ilgilen!”
"Bu çok kolay değil Andreas. Biraz zaman alabilir dostum.”
"Ne kadar sürerse sürsün umurumda değil. O kızı kalemde görmek istiyorum. Gustov Peterson yeğenini almaya kendi ayakları ile gelecek. Ve tüm bunların hesabını soracağım!”
Gustov kalenin bahçesine toplanmış cesur askerlerine bakarak “Sizinle gurur duyuyorum!” diye bağırdı. “Çakal’ı inine geri göndermeyi başardınız. Tanrı İngiltere’yi korusun!”
Askerler hep bir ağızdan komutanlarının son cümlesini tekrar ettiler. Kendilerine güvenmek için sanki bu zafere ihtiyaçları vardı. Uzun süredir İngilizlerin başına bela olan Andreas McGray’e sonunda iyi bir ders vermeyi başarmışlardı. Gustov yardımına koştuğu Grenwod kalesinin Lordu ile vedalaşıp, askerleriyle hemen ertesi sabah yola çıktı. Kazandığı zaferin asıl kahramanı şüphesiz yeğeni Olivia’ydı. Onun yolladığı haber sayesinde, kısa sürede toparlanıp, ordusu ile buraya gelmiş, McGray’in askerleri gelmeden pusuya yatmış, İskoçlara saldırmak için doğru anı beklemişti. Evet, sonunda kazanmışlardı ama Andreas’ı elinden kaçırdığı için mutlu değildi. Birdenbire geri çekileceğini hiç tahmin etmemişti. Gerçi o anki durumda yapacak başka bir şeyi yoktu. Eğer savaşmaya devam ederse askerlerinin çoğunu kaybedeceğini gayet iyi biliyordu. Yani adam aptal değildi ve doğru olanı yapmıştı.