21 Eylül 2015
Gözlüğümü başıma takıp Oğuz'un ölümünün ardındaki sırları çözmek için, cenaze evine doğru yürümeye başladım. Çaylak haklıydı. Bunu kabullenmiş olmam her ne kadar sinirlerime dokunsa da geç olmadan bu işi çözmem lazımdı.
Ağlama sesleri bir kaç metre öteden duyuluyordu. Yoldaki araba yoğunluğundan yeni gelenler park edecek yer bulamıyorlardı. Arabalar farklı il plaka kodlarına sahiptiler. Kapıdan çıktığına şahit olduğum her insanın yüzü hüzünlüydü. Bütün bunlar adamın sevilen biri olduğunu gösteriyordu. Bu denli sevilen birisi sevgi gösterdiği için seviliyor olmalıydı. Böyle bir adam neden öldürülsün ki?
Bahçeden giriş yapıp kalabalığı süzerek evin kapısına ilerliyordum. İnsanların sözlerine kulak vermeye çalışınca genel olarak: " Çok gençti, yazık oldu, Allah karısına sabır versin..." gibi sözler işittim.
Kapıdan girdiğimde hemen sağda 50li yaşlarda kır saçlı kır sakallı bir adam gördüm. Gelen geçen taziye sözleri söylüyordu. Belli ki bu adam Oğuz'un babasıydı. Taziyelerimi bildirip, hemen girişin sağında yer alan, kadınların oturduğu salona yöneldim. Fazla içeri girmeden incelemeye başladım. Genç bir kız kenardan bir valiz alıp bağırdı:
"Abla! Bunu yatak odasına çıkarıyorum!"
Kime seslendiğini anlamak için salonun kapısına biraz daha yaklaştım. Ardından birisi kolumdan tutup ona dönmemi sağladı.
-Birini mi arıyorsunuz?
Temaslı konuşmalar gerginliğin habercisidir. Arkamı dönüp:
-Evet...
Ancak temas eden kişi eski bir dostunuzun, hatta nişanı bozan eski nişanlınızın babasıysa...
-Salih amca!
-Cihanım ne işin var burada?
Diye soru sorarken sesinin titrediğini hissetmiştim. Beni mi özlemişti, yoksa biraz stres mi yapmıştı?
-Ben bu cinayetten görevli polis memuruyum Salih amca. Asıl sizin ne işiniz var Bursa'da? Yakınınız mıydı ölen kişi?
Gözlerine yerleştirdiği nefret duygusunu görmüştüm. Yüzümde herhangi bir ifade bırakmamaya çalışıyordum. Zira bu nefret pek de normal bir nefrete benzemiyordu. Hatta kime olduğu anlaşılmayan bir nefret de diyebilirdim.
-Asya'nın eşiydi oğlum.
-Asya'nın mı...
Az önce verdiğim mimiksizlik sözünü bozmak zorunda kalmıştım. Kaşlarımı varıp elimi karnıma koydum.Midemdeki kıpırtılara hakim olamıyordum. Asya ha! Nasıl olur da dikkat etmezdim dosyaya? Çaylak beni uyardığı için bir ödülü hak etmişti. Gittiğimde ona bir yemek ısmarlayıp gönlünü almalıydım.
Salih amcanın Asya'nın eşinden bahsederken bu denli nefretle bakması aklımda soru işaretleri bırakmıştı. Tekrar mimiksiz bir şekilde sordum:
-Hakan da burada mı?
Hakan, Asya'nın ağabeyiydi. Benim çocukluk arkadaşım. Birlikte düştüğümüz maceraların haddi hesabı yoktu. Ta ki Asya'yla nişanı bozana kadar...
-Gelemedi.
Dedi. Sinirleri hayli gergin görünüyordu. Stresli ve endişeli bir şekilde geçiştirmeye çalışır gibi omzuma dokunarak devam etti:
-Akşam misafirimiz ol oğlum.
Tebessüm ederek başımı "tamam" anlamında salladım. Salih amca kapıya doğru giderken ben de dışarı çıktım. Bu serin havada içimde bahar çiçekleri uçuşuyordu sanki. Sonbaharı, ilkbahara çevirmişti sadece onunla aynı ortamda bulunuyor olmam. Yüzünü görsem kaç yaz birden yaşardım kim bilir.
Profesyonel adama bak sen! Kişisel hayat işe karışmamalı. Yegane kuralın buydu. Nasıl unutursun Cihan! Hem Asya'nın şuanda yası var. Ayrıca yüzünü görmek isteyeceğini de nereden çıkardın? İç sesim bugün hayli acımasız davranıyordu.
İç muhasebemden kopup bahçedeki çardağa girdim. İçerde 40 yaşlarında, siyah paltolu bir adam vardı. Biraz stresli görüntüsü etrafındakileri dinlemediğini gösterİyordu. Eliyle sürekli kaşlarının bir bölgesini didikliyor hatta yoluyor demem daha doğru olurdu. Bir çok insan yanına gidip taziyede bulunuyordu. Belli ki aile için önemli biriydi.
Bir süre sonra karanlık çökünce, insanlar evlerine dönmek için arabalarına binmeye başladılar.
Çardağın diğer ucundaki düşünceli adam sessizliği bozan kişi oldu. Boğazını temizleyip dikkatimi ona yöneltmemi sağladı.
-Siz polis misiniz?
Tuhaf bir Rus aksanına sahipti. Kaşlarım istemsizce havaya kalktı. Ne yani tebrik mi edeyim? Belimde silah var herhalde anlamaması tuhaf olurdu.
-Evet.
Diyerek elimi uzattım. Oturduğu yerden doğrulup uzandı ve el sıkıştık. Kendinden emin bir edayla:
-Ben Sinan. Sinan Gümüşçü. Size ulaşan kişi bendim.
-Cihan, Cihan Keskin. Memnun oldum.
-Dosyanın sonuçlandığını sanıyordum. Bir sorun mu çıktı?
Dedi ve arkasına yaslandı. Rus aksanı konusunda tereddüt etmeye başlamıştım doğrusu... Paltosunun iç cebinden sigara paketi çıkardı.
-Başsağlığı için geldim.
Diyerek geçiştirdim. Adamın kendinden emin tavrı sinirlerimi oynatmaya yetmişti. Bu tavrını az da olsa çökertmek için sözüme devam ettim:
-Bu konuları bizzat maktulün eşiyle konuşmak isterim.
Dedikten sonra dudakları alaycı bir şekilde kıvrıldı. Sigara paketinden bir sigara alıp dudaklarının arasına yerleştirdi. Ardından sigara paketini bana uzattı. İçinden bir adet alıp teşekkür ettim. Beleş sigara için bu adamın kışkırtan alaycı suratına tahammül edebilirdim. Tekrar boğazını temizledi ve:
-Tanıyor muydunuz Oğuz'u?
Cebimden çakmağımı çıkarıp sigaramı yaktım. Adının Sinan olduğunu öğrendiğim adam da sigarasını bana doğru uzattı. Elimle siper edip sigarasını tutuşturdum. Sonra arkama yaslanarak sorusuna cevap verdim.
-Eşinin ailesini tanıyorum.
Kaşlarını kaldırıp şaşırmış gibi yüzüme baktı.
Arkadan yürüyen bir kaç kadın dikkatimi dağıttı. Cenaze evinden herkes çıkmıştı. Park edilmiş herhangi bir araba kalmamıştı. Bu yüzden içlerinden birinin Asya olma ihtimali büyüktü. Arkaları dönük olduğu için tanıyamıyordum ama hislerim ayağa kalkmamı ve onları takip etmemi söylüyordu. Biliyorum çok hislerimle hareket ettiğim düşünülemezdi. Ancak konu Asya'ydı.
-Yarın Asya hanımla birlikte büronuza uğramak istiyoruz.
Gözlerimi arkadaki kadınlardan ayırmadan geçiştirerek cevap verdim.
-Tabi tabi...
Kadınlar bahçeden çıkarken ayağa kalktım ve çardağın kapısına yöneldim.
-Tanıştığıma memnun oldum Cihan Bey.
Diyerek arkamdan seslendi. Ona döndüm ve:
-Ben de memnun oldum Sinan Bey. İyi akşamlar.
Hızla çardaktan çıkıp, dışarıya doğru giden kadınları takip etmeye başladım. Yaklaştıkça içimdeki heyecan da artıyordu.
Yolun kenarına gelince beyaz bir aile arabası geldi. Kadınlardan ikisi vedalaşıp arabaya bindiler. Araba uzaklaşırken dışarıda kalan kadın el sallıyordu. Arkasını yavaş yavaş dönerken elim istemsizce kalbime gitti. Sonbaharda ılık esintiler yüzümü yıkıyordu sanki. İlkbahar havasını soluyordum. İlk baharımdan...
Tamamen arkasını döndüğünde göz göze geldik. O an liseli çocuklar gibi ellerimi nereye koyacağımı dahi bilemedim. Az önceki mimiksizlik kuralım yerle bir olmuştu artık. Ne mimik ne jest...
Hiçbir şeyi kullanacak kontrolde değildim.
Bana bakıyordu. Bakışlarından ne hissettiğini çözemiyordum. Belki de tanıyamamıştı. Yıllar saçlarımı ağartmış, belki acımasız davranmıştı bana. Ne de olsa artık 30 yaşındaydım. Ama onca yılın ardından hala aynı Asya olarak kalması beni maziye götürmüştü. Elimi uzattım ve:
-Merhaba.
Benim aksime o yüzünde hiçbir mimik barındırmıyordu. Bir kaç adım yaklaşıp elini uzattı ve tokalaştık. Gözlerimi uzattığı eline indirmeden önce yanlış görmüyorsam eğer tebessüm ediyordu.
-Merhaba Cihan...
Sadece bu iki kelime bu yıl duyduğum en güzel kelimeler olabilirdi. Aynı atmosferde acı çekerken mutluluk da hissedebilmek hayatın başlıca tuhaflıklarındandı.
Asya'nın acı günü benim hayatıma baharın geldiği gündü. Haberi bile yoktu o an ne hissettiğimden. Yıllar sonra buluşunca içim kıpırdamaz, soğurum sanmıştım. Fakat ne yazık... Ne yazık ki onun yaslı gününde bile kendime uygun görecek kadar bencil hissediyordum.
Kuşkusuz o bana karşı hiçbir şey hissetmemişti gördüğü anda. Buna bile razı olarak hislerimi içimde tekrar ettim. Yıllar geçse de bazı şeyler değişmiyor, midedeki kelebekler ölmüyormuş. Gençlik terk edip gitse de insanı, toyluk hakimiyetini koruyormuş.
Sonbaharda, İlk baharımı yeniden bulmuştum.