5. BÖLÜM
MEDUSA
Pekala, bu beklenmedikti. Soğuğun bütün sertliğine karşın, kollarında gizlenen tuhaf bir sıcaklık vardı. Dokunuşu buzdan yapılmış bir zincir gibi kemiklerime işliyor, ama aynı anda kahkahasının içtenliği o zinciri çatlatıyordu. Coraline’ın varlığı, birbirine zıt uçların bir araya geldiği garip bir düğümdü: Ölümün soğuk parmak uçlarıyla yaşamın sıcak coşkusunu aynı bedende taşımak... Daha önce tanık olduğum hiçbir ilk karşılaşma böyle değildi. Bu yüzden reflekslerim şaşırmış, kaslarım bir ileri bir geri gerilmişti. Onu itmek, tutuşundan sıyrılmak istedim; ama başını omzuma yasladığında içimdeki bütün hazırlık yerle bir oldu.
Saçlarım topuz yapılmıştı; normalde kokumu gizlerdi. Ama bu kadar yakınlaşan birine karşı hiçbir maske işe yaramazdı. Coraline Blackson ise tam da öyle yapıyordu: bedenimi sıkıca kavrayarak, kokumun en çıplak haline ulaşıyordu.
“Çok leziz kokuyorsun.” diye fısıldadı kulağıma. Sesi, yağmurun uğultusunu yaran bir bıçak gibi girdi araya. “Şey... bu bir iltifattı.”
Çantam elimden kayıp, ıslak toprağın üzerine düştü. Omuzlarını giydiği kürk yeleğin üzerinden hızla kavradım, aramızda mesafe yaratmak için kendimi geri çektim. Dudaklarımdan sert, kontrolsüz bir ses döküldü.
“Bunun için teşekkür etmeyeceğim.” Başımı yana eğip yüzünü görmeye çalıştım. “Tobias sevecen derken cidden öyleymişsin. Ama bu... bir wampirden beklenmeyecek kadar sıcak bir şey.”
Coraline bir an sessiz kaldı. Sonra dudaklarının kıyısında beliren ince gülümsemeyle başını hafifçe yana eğdi. O gülümseme, karanlığın içinde neredeyse acı verici bir saflıkla parladı. “Arkadaşlarımı severim, Maryinn. Peki sana Mary diye mi hitap etmeliyim, yoksa tam adını mı tercih edersin?”
Bir adım geri çekildim, ellerim kendiliğinden yumruğa dönüştü. İçimde yükselen gerginliği saklamadım. Coraline bunu fark etti; gözlerinde bir an için incinmiş, kırılgan bir ifade belirdi. O ifade hemen kaybolmadı. Yine de bana gülümseyebildi.
“Mary diyeceğim sanırım.” dedi sonunda, sesini alçaltarak. “Kulağa melodik geliyor.”
Melodik? Bu isim nesillerce genç kızlara ve kadınlara korku salmıştı. Şimdi cılız kadın wampire melodik mi geliyordu?
Kollarımı göğsümün üzerinde kavuşturdum, yumruklarımı sertçe sıkarak. “Bana ne dediğin çok da umurumda değil. Ben sana Coraline diyeceğim...” Çenem hafifçe dikleşti. “Bir klan olacağınızı sanıyordum.”
“Merhaba.” Ürkek bir ses, karanlığın ve yağmurun içinde titrek bir ışık gibi süzüldü. Başka bir kız, Coraline’in üzerinden atlayarak ağacın dibine inmişti. Tobias’ın ustaca gizlemesi sayesinde, varlığını önceden hissedememiştim.
Coraline’in arkasında, ağacın gövdesine yaslanmış olan kıza baktım. Açık kumral saçları omuzlarından göğsüne kadar uzanıyordu, rengi kahverenginin koyu tonlarıyla birleşiyor, doğal bir geçiş oluşturuyordu. Gözleri, saçlarından biraz daha koyu kahverengiydi; bakışları kararsız ama merak doluydu. Ortalama boya sahipti ve teni, Coraline kadar parlak olmasa da solgun, bir parça renksizdi; tıpkı uzun süre güneş görmemiş bir yaprak gibi.
Yüzünde tedirgin bir ifade vardı. Ellerini montunun ceplerine sokarak ayaklarını biraz daha toprağa gömdü. Sanki kaçmak ve kalmak arasında bir ikilem yaşıyordu. Gözlerini benden çekip yere indirmişti. Masumiyeti, onu savunmasız kılıyor gibi görünüyordu. Ama aynı masumiyet, beklenmedik bir saldırı avantajı da sunabilirdi. Kahverengi gözleriyle bir kez daha bana baktı, ve sanki bir şeyden emin olmuş gibi hafifçe gülümsedi. Bu gülümseme, ardında hiçbir art niyet taşımıyordu; tıpkı Sara’yı hatırlatan bir sıcaklıkla doluydu. Ona karşı ben de istemsizce gülümsedim. On yedi yaşından büyük olamazdı. Dikildiği yerde kalmayı tercih etmişti.
Coraline’a yeniden baktığımda, yüzümdeki gülümsemeye elmas bulmuş bir madenci gibi hayran hayran bakıyordu. Gri gözlerinin içi neredeyse parlıyordu; o küçük gülümseyiş, onun için bu kadar anlam taşımamalıydı. Arkasında duran kız, bizi sessizce, dikkatle izliyordu; aslında daha çok benim hareketlerimi gözlemliyordu Şişme montunun içine gömüldü. Coraline onun efendisi olmalıydı; aralarındaki bağ, kuvvetli görünüyordu. Yeteneği olup olmadığı konusunda aklımda küçük bir merak kıvılcımı belirdi. İçgüdülerim hâlâ devreye girmemişti. Şimdilik tehdit oluşturmuyorlardı.
Coraline bir kez daha bana sarılmak için uzandığında geriye doğru kaçtım. Kolları havada, havaya asılı kaldı; bir anlık boşluk, gerilimi arttırıyordu.
“Sanırım ikinci bir sarılma senin için fazla olur.” Sesinde buruk bir kabullenme vardı. Geri çekilerek bunu kabul etti; duruşu biraz kırılgan ama hâlâ kendine güvenliydi. “Resmi bir şekilde tanışalım. Ben Coraline Blackson.” Ardından arkasındaki kıza işaret etti: “Ve Violet Blair Blackson.”
Evlatlık kızı mıydı yoksa? Bu soru kafamda yankılandı.
Tam o anda Fransız aksanlı bir kadın sesi duyuldu: “Girişler konusunda çalışmalıyız.” Başımı Violet’in bulunduğu noktaya çevirdim; Tobias da oradaydı. Kadını yere indirmiş, kucağından bırakmıştı. Kadın elbisesinin eteklerini silkelerken bana bakıyordu. Mürekkebi andıran siyah saçları ense hizasında kesilmişti; alnına düşen kısa perçemler yüzünün hatlarını çerçevelemişti. Başında bağlı renkli bir fular vardı, çikolata rengi teniyle kırmızı elbisesi arasındaki kontrast göz alıcıydı. Doğrulduğunda boyu Tobias ile neredeyse aynıydı. Vücudu kıvrımlı, göğüsleri ve kalçaları belirgindi; ayakları çıplaktı, bedeninin her hareketi kendine özgü egzotik bir ritim yayıyordu. Boynunda ve kollarında altın ve boncuklarla işlenmiş takılar şıngırdıyor, her adımında hafif bir melodi yaratıyordu. Bu cadı olmalıydı. Sürmeli siyaha yatkın koyu renkli gözleri kısılmıştı; benden hoşlanmadığı belliydi. İlk izlenim olarak.
“Sende Navier Damaris olmalısın.” dedim, sırıtarak. Tobias’a baktım: “Beni onlarla daha önce tanıştırmalıydın. Çok daha önce... Onları kendine saklayacak kadar bencil miydin? Beklediğimden de güzeller. Belli ki yetenekliler de.”
Tobias omuz silkerek uyardı: “Onlara o gözle bakamazsın. Anlıyor musun, Mary?”
“Elbette.”
Başını salladı, ciddiyeti yüzüne yansıdı: “Coraline klanın lideri. Bir nevi annesi. Violet evlatlık kızı, benim kız kardeşim. Navier ise klanın cadı üyesi. Ona aksi büyükanne diyebilirsin. Onlar ailem.”
Navier Tobias’a kızgın bir bakış attı. “Bu sıralamada sende yaramaz çocuk mu oluyorsun Toby?”
Tobias cevap vermedi. Biraz gergin görünüyordu. Doğrudan bana bakıyordu.
Ormanın derinliklerinde, yağmurun ağır damlaları gölgeli ağaçların arasından sızarken, her birini dikkatle inceledim. Coraline hâlâ önümde, vücut dili hem davetkâr hem de sınır koyucuydu; her an kontrolü elinde tutuyor gibiydi. Gözleri, gri irisleri bana sevecen bakıyordu. Violet, ağacın dibinde hâlâ dikiliyor, hafifçe eğilmiş ama dik duruşunu bozmuyordu. Masumiyetin ve tedirginliğin ince bir dengesi vardı üzerimdeki algıda. Kahverengi gözleri sürekli bana kayıyor, sanki benim niyetimi tartıyor, bir yanıyla güvenmeyi deniyordu ama diğer yanıyla her an geri çekilmeye hazırdı. Belki Coraline’nın bir şey demesini bekliyordu. Navier ise tam zıt bir enerji yayıyordu. Siyah saçları, kırmızı elbisesi ve altın-boncuklu takılarıyla bana güzellik standartlarımı sorgulatıyordu. Kadın çarpıcıydı. Ciddi anlamda. Her hareketi, küçük bir ritimle senkronizeydi. Gözlerindeki sürmeli çizgi, bana karşı mesafeli, hatta az biraz düşmancaydı. Belki de biraz da korumacı.
Bedenimde, reflekslerim tetikteydi; adrenalinin ısısı ve buz gibi soğukluk aynı anda dolaşıyordu damarlarımda. Her birinin aura’sı farklı, ama bir araya geldiklerinde oluşturdukları enerji bir tuzak gibi sarıyor, nefesimi ve dikkatimi tamamen ele geçiriyordu. Derin bir nefes aldım ama orman dışında başka koku yoktu. Tuhaf bir çekim hissettim. Bedenim geri çekilmek istese de zihnim merakla ileriye itilmişti. Coraline’ın gülümsemesi, Violet’ın tedirgin ama çözülmüş bakışı, Navier’in dikkatli ve kısıtlı hareketleri… Bunlar yalnızca yüzeydeki izlenimlerdi. İçlerinde saklı olan güç, geçmiş ve gizemli yetenekler, benim içgüdülerim tarafından henüz tam olarak çözülememişti. Onları daha yakından tanımak istiyordum.
Coraline’ın soğuk ince parmaklarını omzumda hissettim. “Ailemizin geri kalanıyla da tanışmanı isterdim ama dikkat çekmemek için sadece biz geldik.”
Coraline’ın sesi, yağmurun uğultusu ve ormanın sessizliği arasında ince ama keskin bir tınıyla yankılandı. Omzumda hissettiğim hafif baskı, yalnızca fiziksel bir temas değildi; aynı zamanda sınırları ve güveni test eden bir işaretti. Gözlerimi ondan ayırmadan, Violet ve Navier’e yeniden baktım. İkisi de hâlâ sabit duruyor, her hareketimi ince bir dikkatle süzüyorlardı. Ormandaki hava, nem ve toprak kokusu nefesime karıştı.
“Coraline, rica etsem Mary’den uzaklaşır mısın?” Tobias’ın sesi, yağmurun dallardan süzülüp yapraklara çarpan ritmini yararak ulaştı bana. Fısıltı kadar hafifti ama uyarıcıydı. Yanımda, omzuma düşen bakışlarını hissediyordum; maviye çalınan açık yeşil gözleri ay ışığının bulanık gölgelerinde tetikte parlıyordu. “Benim bile onun çekimine ve kokusuna alışmam aylar aldı. Böyle bir anda ona yaklaşma.”
Yağmur, toprağı çamura dönüştürürken nemli koku havada ağırlaşıyordu. Violet bir adım öne çıktı. Ay ışığının kırıntıları saç tellerine tutunuyor, titrek bedenini ele veriyordu. Küçük bir ürperiş geçti içimden; Violet’ın kararsızlığı açıkça görülüyordu ama merakı onu adım adım ileri itiyordu. Gözlerindeki ışık, yağmur damlalarıyla parıldayan bir ateş gibiydi—heyecan ile korkunun birleşimi. Coraline’ın arkasına geçti, ince kollarını ona sardı ve biraz geri çekti. “Coraline... Lütfen.” Sesi, yağmurun altındaki rüzgâr gibi titrek ve savruluyordu.
Coraline, Violet’ın kollarını elleriyle kavradı. Nemden ıslanmış saçları yüzüne yapışmıştı. “Ben iyiyim, en az senin kadar Violet. En az senin kadar iyiyim.” Sözleri güçlüydü ama dudaklarının kenarında beliren gerginlik, içinde sakladığı direnci açığa çıkarıyordu.
Violet’ın bakışları titremeye başladı. Kahverengi gözleri ansızın kırmızıya dönüştü; yağmur damlaları göz kapaklarının kenarında titreşirken melodik ama titreyen bir fısıltı dudaklarından döküldü: “Dayanamam...” Coraline anında onun yanında belirdi. Violet kendi kendine mırıldanıyordu. "Kokusu çok baskın. İnsan ya da hayvan kanından çok daha keskin. Daha önce karşılaştığımız hiçbir varlığa benzemiyor. Çok etkileyici ve benim iradem çok zayıf!”
Coraline, Violet’ın yüzünü avuçları arasına aldı. Küçük oval yüzünde yağmur damlaları süzülüyordu. “Sorun yok Violet,” dedi sakinlikle. Gözlerini hızlıca Tobias’a çevirdi. “Mary’nin kokusunu gizler misin?”
Tobias, yağmurun altında ağır bir iç çekti. Bana doğru birkaç adım attı; ormanın zemini her adımda suyla dolmuş çamuru şapırdatarak açığa çıkarıyordu. Gözlerinde koyu bir gölge vardı. Nefesim kesildi. Ne yaptığını biliyordum ama daha önce hiç deneyimlememiştim. Bir şey oldu—etrafımda görünmez bir örtü serildi. Topuzumu çözdüm, saçlarım omuzlarımdan yağmurla ağırlaşarak belime kadar düştü. Saçlarıma dokunup kokladım ama hiçbir şey yoktu. Kendi kokum silinmişti, boşluğun ortasında gibiydim. Wampirlerin üzerimde yeteneklerimi kullanmasından nefret ederdim, ama Violet’ın rahatlayan yüzünde ilk kez huzura yakın bir ifade görünce bir şey demedim.
Navier, yağmurla kararmış gövdenin önünde, bir ağacın altında hala izliyordu. Yaklaşmaya pek niyetli görünmüyordu. Başını hafif yana eğdi, gözlerini kısarak beni süzdü. Gecenin loşluğunda sesi buz gibi bir çınlama oldu: “Çekimin var. Bu, annenden sana geçmiş olabilir. Belki de yeteneğinin bir uzantısıdır. Ama kokunla birleştiğinde... dayanılmaz hâle geliyor. Hem cadılar hem de wampirler için.”
Coraline, Violet’ın üzerinden bakışlarını bana çevirdi. Yağmur damlaları yanaklarından süzülürken gülümsemesi gölgeli ormana ışık düşürdü. “Navier haklı. Tıpkı bir mıknatıs gibisin. Bu bence yeteneğinden kaynaklanıyor. Sen eşsizlerdensin... Tobias gibi.”
Tobias’ın bakışları beni delip geçerken sesi yağmurun uğultusuna karıştı: “Onun ‘eşsiz’ demesi, kanlarının çekici, kokularının büyüleyici ve yeteneğinin yeni özelliklere de yol açması anlamına geliyor.”