2. BÖLÜM
KARŞI KARŞIYA1
FROST’DA SERİ KATİL HALA YAKALANAMADI
Altı genç art arda kayboldu, günler sonra Sara Fox dışında hepsinin cansız bedenleri bulundu. Katile dair iz yok; FBI devrede, kasabada korku hakim.
Frost Kasabası, arka arkaya yaşanan kayıplarla sarsılıyor. Sara Fox, Jane Davidson, Lauren Lee, Kevin Hardy, Ralph Russell ve Maxine Littman… Her biri genç, her biri “yanlış zamanda, yanlış yerde” oldukları için hedef oldular. Son göründükleri yerler, kamp alanı, yürüyüş yolu gibi alanlar. Kaybolmalarının ardından birkaç gün sonra Sara Fox dışında herkesin cesetlerine ulaşıldı. Ancak polis cinayetlere dair ayrıntıları güvenlik gerekçesiyle medya ile paylaşmadı.
Kasabanın duvarları ve vitrinleri kayıp ilanlarıyla kaplı; meydanda, okul çıkışlarında ve evlerin önlerinde fısıltı halinde aynı soru dolaşıyor: “Sıradaki kurban kim olacak?” Aileler adalet istiyor; gözyaşları, öfke ve belirsizlik tek bir duyguda birleşiyor: korku.
Katile dair hiçbir iz yok. Soruşturmanın merkezindeki en kritik gerçek, katile dair herhangi bir iz bulunamaması. Sahadaki tüm aramalara, yapılan değerlendirmelere ve genişletilen arşiv taramalarına rağmen somut bir ilerleme kaydedilemedi. Bu belirsizlik, kasaba genelinde tedirginliği daha da derinleştiriyor. Ölüm sebepleri ise medya için hala bir gizem.
Güvenlik önlemleri artırıldı; FBI da devrede. Polis güvenlik önlemlerini artırmış durumda. Buna paralel olarak FBI soruşturmaya dahil edildi. Ancak hala bir gelişme yok. Bu tablo, hem ailelerin adalet çağrısını hem de halkın endişesini büyütüyor. Frost yerel halkı katilin yakalanmasını istiyor. Cevap arıyorlar.
Yerel gazetenin bayisinden neden gazete almadığımı bana bir kez daha hatırlatan haberi, belki bininci kez okuyordum. Sayfaların solmuş mürekkebi ve ucuz kâğıdın keskin kokusu burnuma çarptıkça sabırsızlanıyor, paragrafları göz ucuyla tarıyordum. Kasabanın gündemi yine aynıydı: kayıplar ve cinayetler. İnsanlar umut etmek isterken bu haberler yalnızca içlerini karartıyor, çaresizliği büyütüyordu. Satırların arasında kaybolurken kendimi daha da boşlukta hissediyordum. Çünkü o satırlarda bana fayda sağlayacak tek bir bilgi kırıntısı bile yoktu.
Gazeteyi hışımla buruşturdum. Parmaklarımda kâğıdın çıtırtısı yankılanırken, top gibi yaptığım gazete parçasını şöminenin içine fırlattım. Anında alev aldı, kızıl sarılar içinde kıvrılarak yandı ve birkaç saniye içinde siyah kül yığınına dönüştü. Çıtırdayan odunların kokusuna, kâğıdın keskin yanık kokusu karıştı.
Kanepeye sırtımı yasladım, bacaklarımı çaprazlayıp orta sehpanın üzerine uzattım. İki haftadan sonra eve dönmek cennete kavuşmak gibiydi. Cehennemin ortasında gizlenmiş küçük bir cennetim… Sessizliği, tanıdık kokuları ve dört duvarın güvenini derin derin içime çektim.
Kollarımı iki yana açıp gerindim. Kaslarım bütün gün Jeep’in direksiyonunda kaskatı kesilmişti. Alaska’nın sonsuz gibi görünen yollarında saatlerce dolanmıştım. Tobias, dayanıklı olmasına rağmen, bir saatten sonra bile sıkılıp yanımdan ayrılmıştı. Onun canını asıl sıkan şey, geçmişteki kaçamaklarımdan bahsetmemdi. Bunu duymaya dayanamıyordu. Kim, hoşlandığı kişiden böyle şeyleri duymak isterdi ki? Wampirler ne kadar güçlü olursa olsun, soğuk buzdan kalpleri bazı gerçekleri kaldıramazdı.
Ellerimi ensemde birleştirdim, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Şöminede çıtırdayarak yanan odunların sıcak kokusuna, annemin akşam yemeğinde içtiği beyaz şarabın ince, ekşimsi aroması karışıyordu. Bunun üzerine bir de annemin gül ve yasemin kokan parfümü eklenince, hava neredeyse elle tutulur hale gelmişti. Ciğerlerime dolan bu karışım, huzurla melankoliyi aynı anda taşıyordu.
Üst katta, kendi çalışma odasında olduğunu biliyordum. “Bir kaç evrak doldurmam gerek.” demişti. Her zamanki gibi cümleleri kısa, ses tonu mesafeliydi. Sessizce akşam yemeği yemiştik; tabakların çatal bıçak sesleri arasında konuşmaktan kaçınmış, sonra bulaşıkları beraber yıkamıştık. Ama bir kez olsun, gururumuzdan ödün verip ağzımızı açmamıştık. “Okul nasıl geçti?” diye sormamıştı. Ben de “İş nasıldı?” diye sormamıştım. Sanki bu basit sorular, aramızdaki çatlakları daha da büyütecekmiş gibi suskun kalmıştık.
Başımı kanepeye yasladım. Sessizlik, birazdan beni dinlendirecekmiş gibi hissettirmişti ama yanıldım. Çünkü başım zonklamaya başlamıştı. Elli yıldan sonra ilk kez gerçek bir baş ağrısı hissediyordum. Bu, sıradan bir migren değil, onun bin katıydı. Sanki beynimin içinde binlerce kilise çanı aynı anda çalıyor, üzerine detone bir çocuk korosu ilahi söylüyordu. Sesler birbirine karışıyor, her çınlama sinirlerimi paramparça ediyordu.
Gözlerimi kapatıp ellerimi şakaklarıma bastırdım. İçimden Evan ve Kyra’ya karşı bir umut yükseldi. Belki o veletler bir şey bulurlardı… Evan’ın babası kasaba şerifiydi, Kyra’nın abisi de kıdemli polis memuruydu. Ellerinde haberin dediği gibi mutlaka medyaya açıklanmamış, güvenlik gerekçesiyle saklanan raporlar olmalıydı. Eğer o bilgilere ulaşabilirsem, annemin hastane odasında bulduğum adli tıp raporlarıyla karşılaştırabilirdim. Parçaları birleştirebilirsem, belki çan sesleri de susardı. Ama o an, sadece ağrı vardı.
Basamaklardan aşağı inen adım seslerini duydum. Her bir basamakta çıkan gıcırdama, sesleri beynimi oyuyordu. Annem kırk dakikanın sonunda merdivenlerden indiğinde başımı ağır bir hareketle kaldırdım, omzumun üzerinden ona baktım. Oturma odasının eşiğinde belirdi. Işığın gölgelerle bölünmüş o ince çizgisinde, bir anlığına duraksadı. Sanki beni görmek için aceleyle gelmiş ama tam da o anda gördüğünde nasıl davranacağını kestiremeyen birine benziyordu.
Gözlerindeki hızlı parıltı bir isteği, belki de özlemi ele veriyordu. Fakat ardından gelen tereddüt, aynı anda ikimizin de içinde bir boşluk yarattı. Ben de irkilmiştim. Çünkü, farkında olmadan ben de annemi görmek istemiştim. O kısa anlık şaşkınlık, aramızda sessiz bir ayna gibi asılı kaldı.
O an Vanessa içeri girdi. Elinde, hâlâ beyaz şarabın yarısı duran kristal kadeh vardı; ince camın içindeki sıvı ışıkla kıpır kıpır oynamaktaydı. Parmakları kadehin boynunu yavaşça döndürürken, salona adımlarını atıyordu. Annemin varlığıyla havadaki sessizlik daha da ağırlaştı. Ben hızlıca başımı çevirdim; annemin bakışından kurtulur gibi, Vanessa’nın da gölgeli siluetinden kaçmak ister gibi.
Yavaş adımlarla yan taraftaki koltuğa oturdu. Annemin gözleri birden orta sehpaya kaydı, oradan da ayaklarıma. Ayaklarımı sehpanın üzerinden hızla indirip karnıma çektim. Çenemi dizlerime yasladım. Kendi bedenim küçülüyor gibiydi; sanki annemin önünde yaramazlık yaparken yakalanmış küçük bir çocuğa dönüşmüştüm. Vanessa bacak bacak üstüne atarak, sırtını ağır bir rahatlıkla kanepeye yasladı. Parmaklarının ucundaki kadeh, loş ışıkta parıldıyordu; her döndürüşte şarap kırılan ışıkla kıpkırmızı bir göz gibi dalgalanıyordu. Sessizlik aramızda kalın bir perde gibi asılı kaldı. İkimiz de gergindik.
“Eve geri döndüğüme göre kabuslara bir son verebilirsin,” diye fısıldadım. Sesim, sanki odanın ağır perdelerinin arasından sızmaya çalışan ince bir rüzgâr gibi ürkekti. Küçük bir kız çocuğu gibi şikâyet ediyordum şimdi. “Mezarlığı görmekten bıktım. Serena’ya yakarmaktan da böylelikle kurtulabilirim.”
Vanessa kadehi dudağına yaslamıştı, kristalin kenarında parlayan beyaz şarap titredi. Bir anlığına duraksadı; gözleri, kandil ışığının altında hafifçe parladı. “Kabuslar mı?” diye sordu. “Son günlerde doğru dürüst uyudun mu ki? Kabus görmeye zamanın olsun...”
“Bebekler gibi uyudum,” dedim usulca. Fısıltımın ardında gizlenen sertliği saklamaya çalıştım ama kaşlarımın istemsizce çatılmasına engel olamadım.
Vanessa, bardağı sehpanın üzerine bıraktı. İnce parmakları kadehin ayak kısmında gezinirken bana baktı. “Gözlerinin altında morluklar var. Tenin normalden daha soluk. Dudakların kurumuş. Hatta kilo vermişsin... İki haftada çökmüşsün.” Sesinde hem endişe hem de beni köşeye sıkıştıran bir kesinlik vardı. “Hayır, haklı değildi,” diye düşündüm, hemen ardından içimde sessizce itiraf ettim: Belki biraz haklıydı. Ama sadece biraz. “Evimizin çevresinde beni korumak için nöbet tutacağına, eve gelebilirdin Mary.”
“Mevsim değişimindendir,” dedim, kelimeler ağzımdan aceleyle döküldü. Beni ele veren solgunluğumu örtbas etmek için uydurulmuş sıradan bir bahane. “Ve nöbet tuttuğumu nereden çıkardın? Saçmalık.”
Vanessa’nın dudakları hafifçe kıvrıldı. Yüzünde belli belirsiz bir gölge, neredeyse yüzyılların deneyimini taşıyan bir alay vardı. “Ben bin yıldan yaşlıyım Mary. Yedi yüz yıldan fazladır senin annenim. Yedi yüz yirmi üç yıldır.” Sesinde zamanın ağırlığıyla yıllanmış bir şarap gibiydi. “Yakında yedi yüz yirmi dört olacak... Dahası wampir değilim diye duyularım gelişmemiş olmuyor. Aramızda hâlâ efendi bağı var. Varlığını her yerden hissedebilirim.”
O an sırtımdan aşağı ince bir ürperti indi. Elimde olmadan gözlerim pencereye kaydı; dışarıda, gölgelerin içinde bile bana görünmez zincirlerle bağlanmıştım. “Elbette, nasılda aklımdan uçup gitmiş?” dedim can sıkıntısıyla, alayla. “Varlığımı hissedersin. Sen benim efendimsin.”
“Annenim,” diye düzeltti, kelimenin üzerine eğilir gibi.
“Aynı şey.”
Kıkırdadı. Gülüşü, boş odada yankılanırken gözlerinde tuhaf bir yumuşama belirdi. Yüzünün solgunluğunu delen hafif bir pembelik yanaklarına yerleşmişti. “Seni azat etmek isterdim ama biliyorsun, aramızdaki bağ bozulmuyor.” Sesi derinden gelmişti, neredeyse duygusal. “Seni rahmimde hissettiğim andan itibaren bir şeyler değişmişti. Doğurduğumda ise emin olmuştum.”
Gözlerimi yere indirdim. Ayak parmak uçlarım döşemenin sert dokusunu hissetti. “Hiç pişman olmadığım tek ölümsüz bağ.” diye mırıldandım, bu defa itiraz eder gibi değil, kabullenir gibi. Sözlerin onu şaşırtmıştı. “Keşke Sara ile de öyle bir bağın olabilseydi. Varlığını hissetmeni isterdim.”
Vanessa, koltuktan kalktı ve yanıma oturdu. Ellerini kaldırıp yanaklarıma dokundu; dokunuşu sıcak ve huzur vericiydi. “Lysander’da da aynısı olmuştu. Onunla da aramda böyle bir bağ yoktu. Varlığını hissedemezdim Sara gibi ama buna rağmen Sara beni seviyordu. En içten, en masum ve en güzel şekilde.”
Gözlerim buğulanmıştı, kelimelerim titrek ama inatçı bir keskinlikle dudaklarımdan döküldü. “Ölmüş gibi konuşma anne.” dedim, sesim neredeyse çatlayacak kadar sertti. “Ölseydi… bunu bilirdim. Aramızda öyle mistik bir bağ olmasına da gerek yok. O ölmedi.”
Vanessa’nın bakışları, karanlık bir göl üzerinde kırılan dalga gibi titredi. Yüzünde öylesine derin, öylesine yorgun bir gölge belirdi ki, onu ilk kez bu kadar yaşlı gördüm. “Ona hiçbir şekilde ulaşamıyoruz Maryinn…” dedi, sesi neredeyse fısıltıya karışıyordu. “Ne büyünün, ne insanları , ne de kurtların yardımı oldu. Ve sen de ona ulaşamıyorsun. O kayboldu. Sanki hiç var olmamış gibi.”
“Böyle söyleme!” dedim aniden, sesim tizleşmiş, öfkemle çatlamıştı. Ellerinden yüzümü kurtardım, o sıcak temastan kaçarken kalbim daha da üşüdü. “Sen umudunu kaybedersen, ben ne yapacağım?”