Devam

502 Words
Yiğit’le aramızda hâlâ kıvılcımlı bir sessizlik vardı. Kahveler neredeyse soğumak üzereydi ama kimse fincanına dokunmamıştı. O an kapı açıldı. Ayak seslerinden tanıdım. “Ben döndüm! Sana sürprizim var Deniz! Elimde taptaze Erzincan tulumu var! Bi deeee…” Sözleri yarım kaldı. Gözleri Yiğit’e takılmıştı. İkisi de hareketsiz kaldı bir an. Sonra Mert, ellerini beline koyarak dudağının kenarını kıvırdı. “Vay vay vay… Kliniğimize teşrif mi ettiniz komutanım?” Sesinde o tanıdık alay vardı. Yiğit hafifçe başını salladı. “Mert.” “Yok artık. Baya bildiğin… kliniğe mi geldin yani? Yoksa yanlışlıkla mı girdin, yol mu karıştırdın?” Gülerek Deniz’in yanına geldi. “Deniz, şahit ol. Bugün tarih yazıldı. Bu adam, yani bu Yiğit Ateş, bu kliniğe ayağıyla geldi!” Ben de ister istemez gülümsedim. “Evet, şoktayım. Tarihe not düştüm bile. Sadece geldiğini değil, bir de kahve içtiğini yazacağım.” Mert gülüyordu ama gözleri Yiğit ile benim aramdaki tuhaf havada bir şeyleri tartıyordu. Aramızdaki mesafe, içilmeyen kahveler, Yiğit’in hâlâ sert olan çenesi, benim gergin ama hafif tebessümüm. Bir şeylerin farkındaydı. Ama adı konmayan, şekli olmayan bir şeydi bu. “Neyse,” dedi Mert. “Ben şu tulumu dolaba koyayım” Alayla güldü, sonra Yiğit’e döndü: “Yani cidden… ne ara böyle kliniğe kahve içmeye gelen ‘abi’ye evrildin? Yoksa bir veteriner yardımcılığı planın mı var?” Yiğit cevap vermedi. Sadece kaşının birini kaldırdı. Ben kahkaha atmamak için dudağımı ısırdım ama başaramadım. İlk kez… gerçekten içimden geldiği gibi güldüm. Ve o kahkaha, fark ettirmeden kalbimin bir katmanını daha inceltti. Gün yiğitin sessizce incelemesiyle gelip giden miüşterilerle geçmişti. Şimdiyse bir sessizlik hâkimdi. Mert koltuğa yayılmış, elindeki son çayı yudumlarken homurdanıyordu: “Bugün klinikten sağ çıkan mucize sayılır. Eğer bu tempo devam ederse ben tıbbi destek isteyeceğim, vallahi.” Gülümsedim, yorgun ama keyifliydim. “Yarın hafta sonu. Bence bu akşam kafa dağıtmalık bir şey yapmalıyız. Ne bileyim, gider bir iki kadeh içeriz, güzel bir bara uğrarız. Hani şu caz çalan sakin mekân var ya… Oraya gidelim mi?” Mert gözlerini iri iri açtı, hemen atladı: “Ooo evet! İşte aradığım teklif. Caz mı? İçki mi? Ben varım. Vallahi giyinip hemen çıkabilirim.” Gülüşümüz ortamı biraz gevşetmişti ama o sırada gözüm köşedeki sessiz varlığa takıldı. Yiğit… Başını kaldırmadan çayını karıştırıyordu. Yüzünde belli belirsiz bir kasılma vardı. Çenesi kilitlenmiş gibiydi. Bir saniye duraksadım. Bu teklifin ona yapılmadığını biliyordum. Ama yine de onun bakışını görmek istemiştim. Hiç tepki vermedi. Mert fark etmişti gerginliği ama bozuntuya vermedi. Ben içimden “belki çağırmalıyım” dedim ama… sonra sustum. Yiğit’le aynı ortamda içki içmek? Ona göre zayıflık. Bana göre nefes. “Mekânı ben ayarlayayım,” dedi Mert, “Sen bana saati söyle yeter.” Başımı salladım. Yiğit ise ayağa kalktı. Çayını çöpe döktü . Kısa bir bakış attı banave gitti. Gözleri sertti.Kliniği terk ettiğinde içimde aniden bir huzursuzluk çöktü. Sanki onu dışlamışım gibi. Sanki bana bir şey anlatmak istiyormuş gibi ama susmuştu. Mert omzuma dokundu. “Boş ver… O tarz yerler Yiğit’in tarzı değil. Seninle zaten başka bir dünyadan.” Ama bilmediği bir şey vardı. Ben o iki dünyanın arasında sıkışıp kalmıştım.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD