Dağ yolunun hafif eğimli kısmında yürürken, ikisinin de ayakları kuru yapraklara bastıkça çıtırtılar çıkıyor, sessizlikten fazlası sanki artık kalplerinde uğulduyordu.
Deniz önde yürüyordu. Fotoğraf makinesi boynunda, bir ağacın kadrajını ayarlamakla meşguldü. Yiğit bir adım arkasındaydı. Gözleri Deniz’deydi… sadece orada. Gözleri, nefesi, zihni… artık başka bir yere odaklanamıyordu.
Yiğit – iç ses:
Yeter… daha ne kadar susacağım? Ne kadar daha “mış gibi” yapacağım? Senin gülüşüne her sabah uyanmak isteyip de hiçbir şey söylememek bana göre değil artık.
Deniz tam objektifi çekerken ayağı kayar, sendeleyip düşecek gibi olur. Yiğit bir anda kolundan tutar. O an zaman yavaşlar.
Deniz birden gözlerinin içinde bulur kendini. Hâlâ Yiğit’in ellerindedir. Dengesi yerine gelse de Yiğit bırakmaz. Göz göze gelirler.
Deniz – fısıltı gibi:
“Teşekkür ederim…”
Yiğit – alçak bir sesle ama kararlı:
“Yeter artık Deniz.”
Deniz – şaşkın:
“Ne?”
Yiğit bir adım daha yaklaşır. Gözlerinde biriken cümleler artık kaçamıyordur.
Yiğit:
“Ne zamandır susuyorum biliyor musun? İlk o dağda gördüğüm andan beri… öfkemin ardına sakladım kendimi. Ama artık saklayamıyorum.”
Deniz – nefesi kesilmiş gibidir:
“Yiğit…”
Yiğit:
“Birinin seni o her sabahki kahveni içerken izlediğini bilseydin ne yapardın? Ya da biri her sabah senin sesinle uyanmak isterse? Deniz… ben bu suskunluğun içinden sana düştüm.”
Deniz’in gözleri dolu dolu olur ama o alıştığı gibi hemen savunmaya geçer.
Deniz – titreyen bir sesle:
“Yiğit… ben… ben korkuyorum. Kaybetmekten, tekrar yaralanmaktan…”
Yiğit ellerini yüzüne götürür, baş parmaklarıyla göz kenarlarını siler hafifçe. Ardından alnını onun alnına yaslar.
Yiğit:
“Ben de korkuyorum Deniz. Ama senin yokluğundan daha çok korkuyorum.”
Deniz başını eğer. Konuşamaz. O an, o sessizlikte, sadece gözleri konuşur. Ve sonunda…
Yiğit, bir elini Deniz’in beline dolarken diğer eliyle saçlarını hafifçe yana çeker ve alnına usulca bir öpücük kondurur. Ama bu kez uyanıktır Deniz. Ve gözleriyle cevap verir.
Deniz – fısıltıyla:
“Geç kaldın biraz… ama olsun, tam zamanında da sayılır.”
Yiğit – gülümser:
“Çünkü sabırla bekledim. Sana yanlış bir adım atmak istemedim. Ama artık biliyorum… ne olursa olsun, seni istiyorum Deniz.”
Zirveye vardıklarında, ufuk çizgisi göz alabildiğine uzanıyordu. Gökyüzü turuncuyla mavinin iç içe geçtiği, rüyamsı bir manzaraydı. Deniz ayakta duruyordu, boynundaki kamerayı çıkarıp sırt çantasının üstüne bıraktı. Sonra kendini yere bıraktı, çimlere, taşlara, toprağa… doğaya.
Deniz – gülümseyerek:
“Gel… biraz gökyüzünü izleyelim. Konuşmadan sadece… burada olalım.”
Yiğit tereddütsüz yanına uzandı. Omuzları neredeyse değiyordu onun omuzlarına. Avuçları toprağa dayalı, bakışları bulutlara…
Bir süre sessizce uzandılar. Yalnızca rüzgârın sesi vardı ve arada bir ötüşen kuşlar.
Yiğit – iç ses:
İnsan bazen bir anda anlar her şeyi. Bu an, işte o an. Biliyorum. Bu kadın… hayatımın tam ortasına düştü. Ne zaman, nasıl olduğunu bilmiyorum ama içimdeki sessizliği susturdu.
Deniz başını hafifçe Yiğit’e döndürdü, onu izledi birkaç saniye. Sonra kamerayı aldı, objektifi çevirip bir selfie gibi havaya kaldırdı.
Deniz – gülerek:
“Bu anı kaçıramam… Gül biraz Komutan.”
Yiğit istemsizce güldü. Tam o anda Deniz deklanşöre bastı. Işık, manzara, iki insan… bir anlık sonsuzluk gibi dondu karede.
Kamerayı yere bıraktıktan sonra Deniz başını Yiğit’in omzuna yasladı.
Deniz – fısıltıyla:
“İyi ki geldin…”
Yiğit, o an her şeyi unuttu. Rütbesini, mesafeyi, geçmişi, korkularını… sadece orada, o kadının başı kendi omzundayken yaşadı. Elini usulca Deniz’in saçlarına götürdü, parmaklarıyla nazikçe dokundu.
Deniz başını kaldırıp ona baktı. Göz göze geldiler. Birkaç saniyelik bir boşluk…
Ve sonra…
Yiğit, hiç tereddüt etmeden eğildi. Dudaklarını, yavaşça ama kararlı bir tutkuyla Deniz’in dudaklarına bastırdı.
Öylece kalakaldılar. Güneş ardında son ışıklarını bırakırken, iki kalp birleşti.
Deniz, bir saniyelik duraksamadan sonra gözlerini kapatıp karşılık verdi. O öpücükte korkularını, geçmişini, özlemini ve bir nebze de olsa umudunu bıraktı.
Sarılırken artık gökyüzü bile daha yakın geldi.
Deniz – iç ses:
İlk kez… birine bu kadar yakın olup da, bu kadar güvende hissettim. Yiğit Ateş… sen ne zaman içime böyle sessizce sızdın?
Yiğit – iç ses:
Seni ilk gördüğümde bir karmaşaydın… Şimdi en net cümlemsin.
Havanın yavaş yavaş serinlemeye başladığı, güneşin iyice alçaldığı saatlerde Deniz ve Yiğit zirveden inişe geçti. Aralarında hiçbir şey konuşulmamıştı ama konuşulmasına da gerek yoktu artık. Yiğit, her zamanki gibi birkaç adım önünde yürümüyordu bu kez. Yan yanaydılar.
Deniz – iç ses:
Hâlâ gerçek mi bilmiyorum. Beni… öptü. Ve ben karşılık verdim. Düşünmeden. Korkmadan. İlk kez kalbimin sesine kulak verdim. Bu kez, geçmişten kaçmadan…
Yiğit – iç ses:
Yanımda yürüyor. Hiçbir kelime etmeden, susarak ama her şey söyleyerek. Artık geri dönüş yok. Bu kadın… benim için artık sadece bir komşu değil. Bir veteriner değil. O, benim.
İkisi de yürürken ara sıra göz göze geliyordu. Ama sonra aynı anda başlarını çeviriyorlardı. Küçük, utangaç kaçamak bakışlar, gülümsemeler… Kalp atışları ise adeta ayak seslerinden bile daha gürültülüydü.
Arabaya vardıklarında, Deniz kapıyı açmadan önce döndü.
Deniz – gülümseyerek, usulca:
“Tepeye çıkanlar aşağıya biraz değişmiş döner derler… Doğruymuş.”
Yiğit, gözlerini ondan ayırmadan başını hafifçe eğdi.
Yiğit:
“Eğer bu değişim buysa… hep seninle dağa çıkarım.”
Deniz, gözlerini kaçırdı. Yanaklarında hafif bir pembelik vardı.
Arabaya bindiler. Yolda müzik çalmıyordu, sadece motorun sesi vardı. Ama o sessizlik… huzurluydu. Yoğun, yormayan bir doluluktu aralarındaki.
Deniz – iç ses:
Sormayacağım. Ne bu, ne olacak… Şu an yetiyor. İlk kez bir şeyleri akışına bırakıyorum. İlk kez… bir adamın yanında sadece kadın oluyorum.
Yiğit – iç ses:
Henüz hiçbir şey söylemedim. Adını koymadım. Ama… o benim. Koruyacağım, güldüreceğim, seveceğim. Bir daha asla o videodaki gibi yalnız gülmeyecek.
Eve vardıklarında, binanın önünde birkaç saniye beklediler. Ne ayrılmak istediler ne de kalabildiler.
Deniz:
“Çay içer misin? Hani… balkonda.”
Yiğit hafifçe gülümsedi.
Yiğit:
“İçerim. Ama bu kez şekersiz. Şeker fazla geldi bugün.”
İkisi de güldü. O gülüşte yeni bir hikâyenin ilk cümlesi vardı.