1. Bölüm (Eylül..)
Ankara’da, dar bir sokağın başında durdu sarı taksi. Arabadan inen şoförün beyaz saçları şakaklarını aşmış, neredeyse tüm başını kaplamıştı. Yılların yorgunluğu bedeninde fazlasıyla hissediliyordu. Geçen sene nükseden bel fıtığı nedeniyle yeniden ameliyat olduğu için direksiyon başında artık bu kadar uzun süre oturmuyordu.
Birkaç adım attıktan sonra ellerini beline koydu, ağrıdan dolayı bir süre öyle kaldı. Yavaş yavaş avucunun ortasıyla belini ovaladı, biraz olsun rahatlamaya çalıştı.
O sırada taksinin arka kapısından hızla inen genç kız, babasına hem öfkeyle hem de üzüntüyle baktı.
“Canım babam,” dedi. “Sana ‘ver, ben kullanayım’ dedim ama dinlemedin. Kaç kilometre yolu tek başına gelmişsin, haberim bile olmamış. Bak işte ağrıdan duramıyorsun.”
“İyiyim ben. Endişelenme,” dedi Ekrem bey, ne kadar gülümsemeye çalışsa da yüzünde derin bir acı vardı. “Biraz yürürsem geçer,”
“Hadi istersen ağrıların çoğalmadan hemen bir doktora gidelim, ağrı kesici iğne yaptıralım.”
“Yok istemem. Hastaneye alınca kesip biçmeden çıkartmıyorlar.”
“Öyle söyleme, yakışıklı babam. Hepsi senin sağlığın için,” dedi Eylül gülümseyerek.
O sırada Ekrem Bey yüzünü buruşturdu.
Eylül, endişeyle tekrar sordu: “Çok mu ağrın var?”diye ısrarla bir daha sordu.
Ekrem Bey, başını hafifçe sallayarak, “Ne bileyim kızım böyle olacağını? Hem sen Ankara’nın sokaklarına alışık değilsin diye düşündüm… Zorlanırsın sandım,” dedi, mahcup bir ifadeyle.
“Bu hiç iyi bir bahane değil. Uyuyup kaldığım bir an oldu sadece. Uyumasaydım, alırdım direksiyonu elinden.”
Ekrem Bey, ona sevgiyle bakarken, “Benim güzel yavrum… hem gündüz hem gece zaten hep sen çalışıyorsun. Yorgunsun. Nasıl içim rahat edip de direksiyonu sana verirdim? Daha İstanbul’dan çıkmadan gözlerin kapandı,”diye söyledi.
Eylül, yaklaşıp babasının elini tuttu.
“Bu gece gerçekten çok yorucuydu… ,Yine de bir saat uyusam yeterdi be babam…” dedi. Hâlâ kendine kızıyordu. “Keşke bana bıraksaydın. Şimdi böyle kıvranmazdın burada.”
Ekrem Bey, kızının elini avucunun içine aldı.
“Benim derdim ağrı değil Eylül… Senin üstüne daha fazla yük binmesin istiyorum. Zaten her şeyi sırtladın. Bir de ben olmayayım omuzlarında,” dedi, sesi yumuşak ama içi buruktu.
Eylül, gözlerini kaçırdı.
“Sen omuzumda değil, her zaman dayanak oldun bana. Bilmeden söyleme böyle şeyler.”
Bagajdan eşyaları alan annesiyle ablasına bakarak. “Bari siz uyandırsaydınız ya!” diye homurdandı Eylül..Tamam, babası izin vermemişti ama annesi veya ablası onu dinlemeyip uyandırsalardı, belki bu kadar direksiyon başında oturmak zorunda kalmazdı.
Anne Gülşen, kızının güzel yüzüne sevgiyle bakarken gözleriyle adeta okşuyordu onu. “Ben bir iki niyetlendim yavrum ama baban müsade etmedi ki kızım… Hem senin de dinlenmeye ihtiyacın vardı. Nasipse dönüş yolunda sen kullanırsın.”
**********
O sırada, ortalama 165 cm boyunda, zayıf, esmer tenli, ayakkabısının topuğuna basmasından kaynaklı hafif aksak yürüyüşüyle, 35 yaşlarında bir adam taksinin yanına yaklaştı.
“Ekrem amca, hoş geldiniz,” dedi, elini öperken. Ardından, “Gülşen yenge, sen de hoş geldin… Aynur, Eylül, sizler de hoş geldiniz,” diye ekledi.
Eylül, ablasına yanaşıp fısıldadı:
“Tipe bakar mısın abla ya? Gece rüyamda ağzının üstündeki o diken gibi dimdik duran bıyıkları görsem, altıma kaçırırım,” diyerek kıkırdadı.
“Sus kız! Duyacak şimdi,” dedi ablası.
“Çok da umrumda, duyarsa duysun. Çirkin şey!”
Genç adam, sararmış dişlerini göstere göstere sırıtırken, Hayal ve Gökhan’ın başını sevmeye yeltendi. Hayal hemen teyzesi Eylül’ün arkasına saklanırken, Gökhan uzun saçlarının karıştırılmasından hoşlanmadığı için suratını astı.
“Maşallah Aynur abla, çocuklar kocaman olmuşlar,” dedi adam.
“Sağ ol İsmail, büyüyorlar işte,” dedi Aynur, hafif yorgun bir tebessümle.
Gülşen Hanım, kendi ve eşi Ekrem’in çantasını almak için uzandığında, İsmail hemen atıldı.
“Aman yenge, ben alırım. Sen kendini çıkar yeter. Ne varsa verin, ben taşırım.”
Gülşen şaşkınlıkla adama baktı. Sonra göz ucuyla eşine döndü. Kadının yüzünden ne düşündüğünü anlayan Ekrem, “Ben de anlamadım,” der gibi dudaklarını bükerek omuz silkti. Gülşen, İsmail’in bu aniden artan hürmetkârlığını çözmeye çalışıyordu. Oysa Gülşen onların gözünde hiçbir zaman kıymetli biri olmamıştı.
Eylül, sırt çantasını İsmail dokunamadan aldı ve omzuna geçirdi. İsmail yine sarı dişleriyle sırıttı.
“Seninkini de çıkarayım Eylül,” dedi pişkince.
“Ben kendim taşırım,” diye yanıtladı genç kız. İçinden ise, “Çanta kadar boyu var zaten… Ver de, bir iki adım sonra bu bayır sokakta aşağı kaçan top gibi yuvarlanırsın,” diyen iç sesine gülümsedi. Kenara çekilip babasının arabayı kilitlemesini bekledi. Annesi, ablası ve iki yeğeni çoktan yokuş yukarı merdivenleri çıkmaya başlamışlardı.
Nihayet işi biten babası da ağır adımlarla onların peşine düştü. Eylül ise amca oğlu İsmail’in yanında gitmek istemediğinden, “Şu bakkaldan su alacağım, siz çıka durun,” diyerek küçük mahalle bakkalına doğru yürüdü.
Bakkalda gereğinden fazla oyalanmıştı, Eylül. Bir gözü kapıdaydı. Bakkalın önünde dikilen İsmail’in gitmeye niyeti olmadığı anladığında, sinirle aldığı birkaç atıştırmalık ve suyun parasını ödeyip çıktı. Belliki çıkmazsa direk gibi dikilmeye devam edecekti.
Ankara’nın merdivenli yokuşlarını her zaman zorlanarak çıkardı ama nedense bu sefer ayağının biri ileri gitse, diğeri yanına gelmek yerine geri geri gidiyordu. Son bir umut, arkasına döndü. Şimdi kaçmaya başlasa, daha merdiven basamaklarının sonuna gelmeden babasının “Eylül!” diye haykırması yankılanırdı bu küf kokan sokakta.
Bu babaanne ziyareti şimdi nereden çıkmıştı, başına? Önce gözlerini kapattı sonra derin bir nefes aldı. Arkasında onu bekleyen amca oğlunun yüzüne iğrenir gibi baktı ve soğuk beton merdivenlerini tekrar tırmanmaya başladı.
Sonunda varış noktasına geldiklerinde, gözlerini değişiklik olmuş mu diye şöyle bir etrafta gezdirdi. En son iki yıl öncesine göre babaannesinin sevgili gecekondu mahallesinde biraz daha küf kokusu hakim olmuş gibiydi. İç içe girmiş evlerin arasından geçtiler. Eskiden mavi renkte olduğunu düşündüğü soluk kapının önüne, en önde babası, arkasında annesi, ablası ve çocuklar içeri girdi.
Eylül mavi gözleriyle “Hoş geldin oğul, bir bilsen ne özledim seni,” diyen babaannesini izlemeye başladı Eylül. Babaannesi, annesini hiç sevmezdi ve bunu saklama gereğini duymamıştı. Sanki kendi elindeymiş gibi, Gülşen’in beş kızı olmasını yıllarca yüzüne vurmuştu.
Meliha, oğlunu sıkıca sarıp kucakladıktan sonra gelinine döndü. Şöyle bir gerildi, ağzını yana büzerek. Elini uzattı, “Öp bakalım gelin, sen de hoş geldin,” dedi.
Eylül sıkıntılıydı. Yüreğinin bir köşesinde bastırmaya çalıştığı huzursuzluk gittikçe büyüyordu. Annesiyle babaannesi arasında geçen kısa ama tuhaf yakınlık, alışık olmadığı bir görüntüydü. Bu zamana kadar hep mesafeli, soğuk ve çoğu zaman kırıcı bir ilişki vardı aralarında. Babaannesi Meliha Hanım’ın yüzünde ilk kez farklı bir ifade gördü. Yumuşak değildi belki ama alışıldık çatık kaşlı, taş sertliği de yoktu. Ne oluyordu böyle? Bu kadının içinde ne değişmiş olabilirdi ki yıllardır yüzüne bile bakmadığı gelinine şimdi elini uzatıyor, öpmesini istiyordu?
Bu durumun altından ne çıkacağını düşünmek dahi istemedi. Ama hiç iyi şeyler hissetmiyordu.
……
Gecekondu olan ev oldukça eskiydi. Meliha hanım ısrarla evine dokundurmak istemiyordu. Ev gibi içindeki eşyalarda eskiydi.Eylül gözlerini salonun duvarlarında gezdirdi. Zaman burada durmuş gibiydi. Her şey, hatta halının püsküllerine kadar geçmişin tozunu taşıyordu. Televizyonun üstünde hâlâ dantel örtüler, köşedeki büfenin üstünde sarkan yılbaşı çiçeği çiçeklikten çıkmış ağaç olmuştu. Ve neredeyse sararmış aile fotoğrafları babasının ve amcasının yakışıklı zamanından kalma halleri… Her şey yerli yerindeydi. Babaannesi “Bunlar beni öldürür ben ölünce de ne yaparsanız yapın,” diyordu.
İnce uzun salonda, kalabalıktan oturacak yer olmadığı için sobanın yanında yer minderine oturdu. Kış, sanki bu yıl erken gelmişti Ankara’ya, soba sıcacık yanıyordu. Babaannesinin arada kendine kaçamak bakışlarla bakmasına anlam veremedi. Tıpkı annesi gibi, onu da hiç sevmezdi; sebebi de erkek olmadığı içindi. Zamanında annesine “Bu da kız olacak,” diye aldırması için baskı yaptığını öğrendiğinde ne çok ağladığı aklına gelince acı bir tebessüm belirdi yüzünde. Daha dün gibi aklındaydı. ‘Sokakta misket oynarken kavga ettiği oğlanları güzelce dövmüştü. Ama ne dövmek. Hepsinin yüzünde birer hatırası kaldığına emindi. Eline aldığı deynekle hepsine ninja hareketli yapmıştı. Hepsinin yüzü -kaşı gözü - kanamıştı çünkü. Çocuklarını o halde gören anneleri şikayete geldiğinde, sinirli kadınları zor ikna etmişti. Onların yanında, “Seni olsun aldır dedim, o uyuz anana, dinlemedi sözümü. Beş kızı oğlumun başına bela diye doğurdu,” demesi küçücük yüreğine taş gibi oturmuştu. O oldu bir daha da hiçbir yaz gidip kalmadı onun yanında.
Peki, şimdi ne vardı bu kadında? Şimdi, hiç sevmediği gelinine elini uzatıp öpmesini istiyordu. Neden babasına “Özledim hepinizi, kızları ve gelini al da gel,” demişti. Belki de bu kadar zaman sonra yalnızlık korkusu sardı içini. Ya da ölümün ayak seslerini duyuyordu artık. Hasta falan mıydı acaba günah çıkartmaya mı çalışıyordu…Eylül, gözlerini babaannesinden kaçırarak ellerini dizlerine koydu. Ne hissedeceğini bilemiyordu. Bir yanda yıllarca sevgi yerine utanç, kabul yerine reddediliş yaşamış bir çocuk vardı içinde; diğer yanda ise yıllar sonra ilk kez sıcak soba karşısında, kendine gülümseyen gözlerle bakmasına tanık olan genç bir kadın…
*~*~*~*~*~**~*~*~
Eylül, babasına kızgın gözlerle bakarken sesi titreyerek, “Baba, Allah aşkına ne diyorsun? Benden nasıl böyle bir şeyi kabul etmemi bekliyorsunuz?” dedi. Sinirden sesinin ne kadar yükseldiğinin farkında bile değildi. Annesine döndü; ama annesi başını yere eğmiş, her şeyi kabullenmiş bir halde duruyordu. Bu hali Eylül’ün içindeki öfkeyi daha da büyüttü.
“Anne, sen bir şey demeyecek misin? Hani ‘Benim dünya güzeli kızım’ derdin, ‘Evin bereketisin, sen gidersen halimiz ne olur’ diye sarılırdın bana. Şimdi ne oldu? Sırf babaannem istiyor diye, öyle uygun görmüş diye, beni yarı boyumda, doğru düzgün iki kelimeyi bir araya getiremeyen İsmail’e mi layık görüyorsun?” Sözleri, Eylül’ün içinde biriken tüm öfkeyi dışarı fırlatmıştı. Sesindeki ton, daha önce hiç olmadığı kadar keskin ve sertti. “Seden ve diğer kızların uzakta olduğu gibi, bana da mı her gün hasret çekip duracaksınız?” diye ekledi, sesi titreyerek.
“İsmail,” dedi Gülşen, başını yavaşça kaldırarak, “Babam, İstanbul’da dükkan için uygun bir yer bulabilirse, kızından ayrılmazsın, dedi bana.”
“Anne, Allah aşkına!” diye haykırdı Eylül, gözlerinden öfke fışkırarak. “O, daha amcamın izni olmadan tuvalete bile gidemez! Hangi kıçına güvenip sana böyle bir laf söylüyor?!”
“Eylül…” dedi Ekrem Bey, sesi sertti. Eylül hemen babasına döndü.
“Efendim baba?”
“Sesini yükseltmeden konuş bizimle.”
“Baba, neden ya? Neden? Ben 24 yaşındayım, evlenmek istemiyorum! Ne İsmail’le, ne de başka biriyle! Ben senin kanatlarının altında durmak istiyorum. Beni kimseye verme, ne olur!”
Ekrem Bey, kızının üzgün bakışlarına kayıtsız kalamayarak derin bir iç çekti. Gözlerinin önünde, yıllar öncesinden küçük Eylül canlandı. Daha 18’inde, babasının ilk bel fıtığı ameliyatından sonra, kimseye muhtaç olmamak için saçlarını kısacık kestirip taksinin direksiyonuna geçmişti. Gece gündüz çalışmış, evin geçimini üstlenmiş, ablası Merve’nin düğün masraflarını sırtlanarak tüm borçları kapatmıştı. O, onun her şeyiydi. Ama annesi Meliha, hâlâ erkek torun sahibi olamamış olmanın acısını diliyle kusuyor, soyun devamı için 35 yaşındaki, evde kalmış yeğeni İsmail’le evlenmesini şart koşuyordu.
“Yarın akşam nişan olacak,” dedi Ekrem Bey, gözlerinden kararını çoktan verdiği anlaşılıyordu. “Yaşın geldi. Artık küçük değilsin. Evinin kadını, çocuklarının annesi olmalısın.”
“Baba… Anne, ne olur! Bunu benden istemeyin! Kabul etmiyorum!” diye bağırdı Eylül, elleri titreyerek.
“Senden kabul etmeni beklemiyorum zaten,” dedi Ekrem Bey, yüzündeki kararlı ifadeyle. “Ben kararımı verdim. Yarın akşam nişan olacak, yaza da düğün.”
Eylül’ün yüzü kıpkırmızı oldu. Nefes alışları hızlandı. “Ben o tohuma kaçan, kısa bacaklı İsmail’le asla evlenmem!” diye bağırdı. Tam o sırada kapı gıcırdayarak açıldı. İçeriye bastonuna dayanarak giren Meliha Hanım’ın sesi, buz gibi bir rüzgâr gibi odaya doldu.
“Senin de o şimşir bacağından daha uzun dilin var maşallah! Her yere, herkese ulaşıyor. Büyüklerine karşı saygısızlık almış başını gitmiş! Bu ne edepsizlik, bu ne terbiyesizlik!”
Oğluna, Ekrem’e baktı, sonra Gülşen’e. “Siz de yüz verdiniz bunlara, böyle oldular. Şimdi kalkmış bize dil uzatıyor. Yazıklar olsun, sizin gibi anne babaya, bu yaşa gelmişsiniz ve hâlâ çocuklarınızı terbiye edememişsiniz! Ama bu bana sökmez, yarın bu kız İsmail’imle nişanlanacak. O yüzük de parmağında olacak, o kadar!”
Odaya ağır bir sessizlik çöktü. Sobanın çıtırtısı dışında kimse konuşmadı. Eylül’ün gözleri yere kilitlenmişti. Boğazı düğümlendi. Kalbi, bedenine sığmıyordu artık. Sanki hayatı, onun iradesi dışında başkaları tarafından çizilmiş, elinden alınmıştı.
Peki bunun olmasına izin verecek miydi?