Alastor, Aura’dan etkilenmişti. Onunla daha fazla vakit geçirebilmek için bilerek gücünü harekete geçmesine yardımcı olmuyordu. Cesaret vermiyor, sadece izliyordu.
Bu duruma daha fazla dayanamıyordum. Kıskançlık içimi yakıyordu.
Biraz nefes almak için dışarı çıktım. Derken Aura’yı yalnız başına otururken gördüm. Sessizdi, düşünceliydi. Yanına gittim.
Beni fark ettiğinde arkasını döndü. Ama içimdeki dürtüye engel olamayıp zihnini dinledim. Kanatlarım ilgisini çekmişti. Ama en çok da başaramamış olmanın verdiği o hüzün canımı acıttı.
Buna izin veremezdim. Onu motive etmek zorundaydım.
Cesaret verici sözler söyledim ama ilk başta söylediklerimi yanlış anlayıp bana çıkıştı. Açıklama yapınca sakinleşti. Zihni hâlâ başarabilme isteğiyle doluydu. İnanıyordu. Yeter ki birileri ona inansın istiyordu.
Gözlerini kapattı. Tüm dikkatini eline verdi. Kendine inandı… Ve başardı. Eli su formuna dönüşmüştü. O gözlerini hâlâ kapalıydı, ama ben başardığını görmüştüm. Gülümsedim.
Gözlerini yavaşça açtığında, büyük bir sevinçle bağırdı. Elini tekrar insan formuna döndürdü. Sonra beklemediğim bir şey yaptı… bana sarıldı.
İstemsizce yüzümü ekşittim. Temas… hiçbir zaman hoşlanmadığım bir şeydi.
Ne olduğunu sordu. Temastan hoşlanmadığımı söyledim. Üzüldü. Bu hali hoşuma gitmedi.
Onu yeniden gülümsetmek için içimden geçen kelimeyi söyledim: “Apagorevméno louloúdi.”
Tabii ki anlamadı. Neden böyle dediğimi sordu. Anlamını ve sebebini açıkladım.
“Yasak çiçek,” dedim. “Sen su, ben ateş. Birbirimize yasak iki elementiz. Ama aynı zamanda bir bütünüz. Ve… güzelliğin çiçekleri andırıyor.”
Yüzü tekrar güldü. İşte görmek istediğim Aura buydu. Güçlü, inanan, kendinden emin. Onun tek ihtiyacı olan şey inançtı. Sadece korkuyordu… yanlış yapmaktan, zarar vermekten.
Zaten etrafta benden başka onun yaşlarında kimse yoktu.
Alastor… Aura’yla vakit geçirmek için onun kolayca yapabileceği şeyi bile geciktiriyordu. Sırf yanında kalabilmek için… Öğretmenlik kisvesi altında, Aura’nın potansiyelini engelliyordu.
Aura’nın zihninde ona dair özel bir düşünce oluşmamıştı. Yalnızca yakışıklı bulmuştu ve beyefendi tavrı dikkatini çekmişti. Ama bu bile zihninde yalnızca birkaç dakika yer bulmuştu.
O kadarı bile fazla gelmişti bana.
Biraz yürüdük. Sessizdi ama yanımda yürüyordu. Onu kaldığı yere kadar götürdüm. Sabah onu ilk gördüğüm anı düşündüm. Güzelliği büyüleyiciydi. Bella ve Doris’in seçtiği kıyafetleri öyle güzel taşıyordu ki gözlerimi alamamıştım.
“Bugün bana çok yardımcı oldun,” dedi. “Teşekkür ederim, Draven.”
“Rica ederim, apagorevméno louloúdi,” dedim.
“Çok yoruldum. Yarın yeni bir gün, yeni dersler var. Dinlenip uyuyacağım. Tekrar teşekkür ederim.”
Başımla onayladım. Ardından uzaklaştım.
Biraz yürüdükten sonra dönüp arkamı kontrol ettim. İçeri girmesini bekledim. Girdiğinde ancak kendi yoluma devam ettim. Kaldığım yere vardığımda pencerenin önüne geçtim.
Dışarıyı izlemeye başladım. Düşüncelerim… hep onda kaldı.
İçimdeki büyüyen bir duygu vardı… Bu duygunun ne olduğunu henüz kendime bile açıklayamıyordum.
Aura... O çok güzeldi. Alastor’un ona kurmaya çalıştığı yakınlık içimdeki ateşi farklı bir şekilde canlandırıyordu.
Oturduğum pencereden kalktım. Ejderham Ignarion’un yanına gidecektim. O benim sadık yoldaşımdı. Elementler arasında ejderhalarla iletişim kurabilen, onları eğitebilen Ateş elçilerinden biriydim. Her ejderhanın bir ateş sahibi olurdu.
Ignarion, dünyaya Aura’yı bulmaya gitmeden önce hastalanmıştı. Onu görmek için zaman ayıramamıştım. Şimdi ise olduğum yer Ignarion’a çok uzaktı; ışınlanma gücümü kullanarak hemen yanına geçtim.
Onu ilk gördüğümde, hastalığının daha da ilerlemiş olduğunu fark ettim. Gözlerim kısıldı, içimde korkuya yakın bir öfke kıvılcımı çaktı. Gitmeden önce onu iyileştirmesi için bir şifacı ayarlamıştım. Ancak o şifacı Toprak asıllı bir elçiydi ve ejderhalar Ateş elçileri dışında kimseyi tam olarak kabul etmezdi.
Kaelan bana dönüp temkinli bir sesle konuştu:
“Draven, endişeni anlıyorum ama ejderhalar yanlarına ateş elçileri dışında kimseyi almıyor. Yanına girmem önemli ölçüde hayatım için risk taşıyor.”
Kaşlarım çatıldı, gözlerim çakmak çakmaktı.
“Ben sana Ignarion’u öldürmen için görev verdiğimi hatırlamıyorum Kaelan.”
Kaelan başını eğdi. Haklı olduğumu biliyordu.
“Görevi uzaktan yapıyorum ama güçleri onu tamamen iyileştirmeye yetmiyor. Ejderha seni istiyor Draven.”
“Beceriksizliğine güzel bir kulp bulmuşsun,” diye homurdandım.
Kendi içimdeki Toprak gücümü kullanarak Ignarion için kuvvetli bir büyü yaptım. Parmak uçlarımdan yayılan sıcaklıkla ona dokundum. Gözleri yavaşça aralandı, içinden yanan kızıl bir ışıkla bana baktı. O hâlâ yaşıyordu. Ve hâlâ bana aitti.
Sabahın ilk ışıkları gökyüzünü boyamaya başladığında Draven, siyahın en koyusunu taşıyan, ateşin gücünü yansıtan kasvetli ama ihtişamlı bir kıyafet giydi. Omuzlarından yere dökülen pelerin ateş dokuması gibiydi, içinde kor gibi bir sıcaklık saklıydı. Ardından simsiyah, kılıç gibi keskin, görkemli kanatlarını açarak gökyüzünü yararcasına Aura'nın yanına indi.
Aura başını ona çevirip dudaklarını hafifçe bükerek konuştu:
"Geç kaldın."
O an, Draven’in gözleri Aura’nın üzerine kaydı. Beyazlar içindeki Aura, saf bir büyünün vücut bulmuş hali gibiydi. Tenine değen kumaş ipek gibi akıyor, göğüs dekoltesi dikkat çekici şekilde belirginleşiyor, hem zarifliğini hem de cesaretini ortaya koyuyordu. Beline dolanan gümüş işlemeli kemer, bedeniyle bütünleşmişti. Uzun bacakları zarif adımlarına eşlik ederken, saçlarına ilişen sabah güneşi onu neredeyse ilahi bir varlık gibi gösteriyordu.
Bazı bekleyişlerin sonucu güzeldir, apagorevméno louloúdi…
Konuşmaya başlamak ister gibi dudaklarını araladı Aura, ama tereddüt vardı bakışlarında.
“Sen… Bu günde eğitimde yanımda olmayacaksın, değil mi?”
“Ne yazık ki olamayacağım,” dedim, sesimde katılaşan bir tonla. “Su eğitimlerini Alastor veriyor ve ben Alastor’a karşı gelemem.”
Yüzü hafifçe düşmüştü. Dünkü başarısızlığının ardından gelip yanımda başardığı o tek şey, onun bana karşı güvenini derinleştirmişti.
Ama bu doğru değildi. Bu güven büyümemeliydi. Çünkü günü geldiğinde Atlantis’in kurtuluşu için… Aura’yı öldürmem gerekecekti.
Ancak içimde büyüyen duygular, bu gerçeği her geçen an daha da boğuyordu.
Bugün yine eğitim alanına geldi. Onu yalnızca uzaktan izleyebildim. Aura, dün birlikte başardığımız su kontrolünü Alastor’a gösteriyordu.
Alastor dışarıdan memnun görünse de, içinde bana karşı büyüyen öfkesini saklayamıyordu. Onun otoritesini kırmıştım.
Bugünkü eğitiminde tüm bedeniyle su formuna geçmeyi ve suyu kendi iradesiyle şekillendirmeyi öğrenecekti.
🌫️💧🔥🌾
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandığımda Draven hâlâ ortada yoktu. Gecikmişti.
Dışarıda hafif esen rüzgarın etkisiyle birlikte ufak bir sıcaklık hissettim. Karşımda onu gördüğümde yine siyahın en koyusu ama alev gibi hareket eden parıltılara sahip kıyafeti üzerindeydi. Sırtında ise simsiyah, ihtişamlı kanatları…
Kanatları öyle görkemliydi ki, Bella’nın dediğine göre, o kanatlar ateşin tanrıçası olan Chantico’da bile yoktu. Draven bu yönüyle eşsizdi.
Benim de kanatlarım vardı. En azından Draven öyle söylüyordu. Ama henüz onları görmemiştim. Onları ancak Ateş eğitiminde öğrenecektim.
Alastor’un dün beni saatlerce çalıştırmasına rağmen bir şey öğretememesi hâlâ içimde bir öfke bırakmıştı.
Eğer Draven olmasaydı, hâlâ dünün eğitiminde tıkanıp kalmış olurdum.
Draven’a içim sıkıla sıkıla beni onun çalıştırıp çalıştıramayacağını sordum. O ise, Alastor’a karşı gelemeyeceğini söyledi.
Bir süre sonra eğitim alanındaydım. Dün Draven sayesinde başarabildiğim o dönüşümü uzvumu su formuna çevirmeyi Alastor’a gösterdim. Bu duruma sevinmişti.
“Hırslı bir öğrenci olman, başarımızın hızlı olacağına işarettir, Aura,” dedi. “Ama bir şeyi söylemeden edemeyeceğim. Draven’la, ateş eğitimlerinin dışında fazla vakit geçirmeni önermem.”
“Draven, dünyada tanıştığımdan beri hep yanımdaydı. Bana destek olmak dışında bir şey yapmadı. Ona güvenebilirim.”
“Aksine, Aura…” dedi Alastor, gözlerini kısmıştı. “O, ateş prensi. İçinde, annen yüzünden yıllardır biriken bir intikam ateşi var. Ve bir gün o laneti bozmak adına seni öldüreceğine adım kadar eminim.”
“O zaman… bu benim kaderimdir, Alastor. Belki de bu dünyaya, annemin yarattığı o iğrenç laneti sona erdirmek için geldim. Kaderim... ölümdür.”
“Ah, Aura...” dedi usulca. “Kendine haksızlık ediyorsun. Sen, Draven’dan çok daha güçlü olabilirsin. Ama onun sana bu kadar yakın durmasına izin verirsen, o senin bu kadar güçlenmene izin vermeyecektir.”
“Öyle mi, Alastor?” dedim gözlerimi onun gözlerine dikerek. “O zaman, dün senin saatlerce uğraşıp öğretemediğini neden o birkaç dakikada öğretti? Belki de, bizim güçlenmemizi istemeyen sensindir...”
“Beni kesinlikle yanlış anlıyorsun Aura.” Sesi hâlâ sakindi. “Benim tek amacım gerçekleri göstermek… ve seni korumak. Daha fazla tartışmayalım. Uzvunu su formuna dönüştürebiliyorsan, şimdi tüm bedenini suya dönüştürmeye çalış.”
Alastor’un sesi değişmemişti ama söyledikleri aklımı bulandırmıştı.
Eğer zamanı geldiğinde laneti bozmak için gerçekten öleceksem, bunu kabullenebilirdim. Bu dünyadaki tek amacım buysa... belki buna değerdi.
Ama Draven’ın ellerinde ölmek? Bu... gerçekten katlanabileceğim bir şey miydi?
O, hem dünyada hem burada beni korumuştu. Eğer bana zarar vermek isteseydi, güçsüz hâlimle bunu çoktan yapabilirdi.
Ama yapmadı.
Aksine, beni koruyordu. Ve onu her gördüğümde içimde kabaran o garip his... O his, ona olan güvenimi biraz daha büyütüyordu.
İntikam güçlü bir duyguydu. Eğer Draven, sadece intikam peşindeyse ben hâlâ neden hayattaydım?
Kafam karışıktı. Ona güvenmeli miydim... yoksa uzak mı durmalıydım?