PATRON'UN TEKLİFİ.
* * *
Çıktısını aldığım dosyalar kolumun altında, bir miktar telaşla masama doğru ilerliyordum. Topuk seslerim şirket koridorunun cilalı zemininde yankılanıyor, her adımda beni biraz daha yükseltiyor ama aynı zamanda dengesizleştiriyordu. Bugün fazlasıyla yüksek bir topuk giymiştim; kadınlığımı bastırmak yerine ona tutunmak istemiştim sanki, güçlü görünmek, uzun ve dik durmak için. Ama o dik duruş bir anda sarsıldı.
Tam köşeyi dönerken biriyle çarpıştım. Sertçe. Dengemi yitiriyordum. Kalbim ağzıma geldi. Dizlerim bir an boşaldı. Düşmemek için içgüdüsel olarak karşımdaki kişinin omuzlarına tutundum. Ellerim, kumaşı pürüzsüz, pahalı kokan bir takım elbiseye gömüldü. O an vücudumda bir elektrik boşalması gibi hissettim. Ne olduğunu anlayamadan, refleksle o kişi de dirseklerimden tutup beni havada sabitledi.
Gözlerim korkuyla yukarı kayarken, göz göze geldiğim o kişi… patronumdu. Vâris Karan.
İçimden bir anda geçen düşünceler birbirine dolandı. Vâris Bey... Türkiye'nin en büyük özel güvenlik şirketlerinin sahibi. Eski asker. Soğukkanlı, ürkütücü karizmatik. Ailesinin ve sosyetenin gözdesi. Çoğu kadının gizli ya da açık hayali. Ama bana göre... garip. Anlaşılmaz. Çözülmesi mümkün olmayan bir bilmece. Evet, ben bu adamın sekreteriydim. Ve her sabah kapısını çalıp ona kahvesini uzatırken, göz göze gelmekten kaçınırdım. Çünkü o gözlerde, insanın içine işleyen bir karanlık vardı.
Kağıtlarım etrafa saçılmıştı. Şirketin önemli evrakları, zemin boyunca bembeyaz bir yağmur gibi dağılmıştı. Hâlâ kolumda bir sıcaklık varken, o bana bir adım uzaklaştı, o donuk, ifadesiz yüzüyle aşağıdaki kağıtlara baktı. Sonra gözlerini yeniden bana çevirdi ve buz gibi bir sesle, ama her zamanki kendinden emin gizemiyle fısıldadı:
“Bir dahaki sefere daha dikkatli olun, Tuğba Hanım.”
Sözleri emir gibi inmişti havaya, ama sesi bağırmıyordu, suçlamıyordu da. Sadece... hatırlatıyordu.
Beni sabit tutan ellerini bıraktı. Ardından hiç dönüp bakmadan yanımdan geçip gitti. Burnumda hâlâ parfümünün çarpıcı kokusu asılıydı. Saçımı telaşla kulağımın arkasına ittim ve başımı kaldırıp arkasından bakakaldım. Sanki bir fırtına geçip gitmişti içimden. Soğuk, sessiz ve iz bırakacak bir fırtına.
Vâris Karan... tanıdığım en karanlık, en tuhaf adamdı. Onunla çalışmak, her an bir uçurumun kenarında yürümek gibiydi. Sertti, mesafeliydi. Kimse karşısında sesini yükseltmeye cesaret edemezdi. Ama gariptir, bana hiç bağırmadı. Hiç küçük düşürmedi. Sadece... uyardı. Soğuk ve ölçülü bir biçimde. Tuhaf adam. Gerçekten çok tuhaf.
Mırıldanarak, dağılan evrakları topladım. Kağıtlar ellerimde titriyordu hâlâ. Masama geçip oturdum. Ellerimi kalemliğe götürürken gözüm onun ofisine kaydı. Masamdan odasının içini kısmen görebiliyordum. Aramızda sadece bir cam vardı. Bir pencere. Ama o pencere çoğu zaman jalüzlerle örtülüydü. Ne zaman kapatacağına hep o karar verirdi. Ne zaman dünyadan kopmak isterse, kendini tamamen izole ederdi. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Gri jalüzler kapanmıştı.
Bilgisayarıma dönüp işime odaklanmaya çalışıyordum ki, kişisel telefonum çalmaya başladı. Ekrana bakınca annemin adı belirdi. İçimde bir iç çekiş. Aramıştı işte. Tam da tahmin ettiğim gibi. Zaten ne söyleyeceğini biliyordum. Her seferinde aynı cümleler.
Annem çalışmıyordu. Yalnız yaşıyorduk. Kiradaydık. Maaşımın büyük bir kısmı evin kirasına ve faturalarına gidiyordu. Artan parayla yaşamak neredeyse imkânsızdı. Telefonu açtım, yorgun bir sesle:
“Alo?”
“Tuğba, konuştun mu o meseleyi?” dedi annem, hiç beklemeden.
İçimde bir bıçak gibi saplandı bu soru. Hayır, daha konuşmamıştım. Ve aslında konuşmaya da cesaretim yoktu. “Hayır anne, henüz konuşmadım,” dedim.
“Ne zaman konuşacaksın Tuğba? Faturalar yığıldı, para yetmiyor artık!”
Derin bir nefes aldım. Sakin kalmaya çalışarak, “Anne... bence biraz daha idare edebiliriz. Tutumlu olursak geçiniriz,” dedim. Ama biliyordum, o konuşacaktı. Susturamazdım.
“Nasıl geçinelim Tuğba! Zaten ağzımda diş kalmadı sıkmaktan! Bu mu yaşam yani? Aldığın parayı kiraya, faturalara veriyorsun! Zam iste şu patronundan! Milyarder adamla çalışıyorsun, hâlâ üç kuruşa talim ediyorsun. Ya doğru düzgün bir iş bul ya da zam iste! Başka yolu kalmadı bunun!”
Sözlerini yutkunarak dinledim. Gözlerim yanıyordu. “Tamam anne... konuşacağım,” dedim ve daha fazla bir şey söylemeden telefonu kapattım.
O an başımı kaldırdığımda... O oradaydı.
Vâris Karan.
Göz göze geldik.
Beni izliyordu. Ne zaman bakmaya başlandığını bile fark etmemiştim. Gözleri... siyah mıydı gerçekten? Bazen griye çalardı. Belki de değildi. Ama içine bakamadığım tek şey o gözlerdi. Şimdi ise doğrudan bana kilitlenmişti. Hareket edemedim. Sadece bakışlarına karşılık verdim. İçim ürperdi.
Ardından, masamdaki şirket telefonu çalmaya başladı. Onun telefonuyla senkronizeydi. Kulağında telefon, gözleri hâlâ üzerimdeydi. Sonra başını hafifçe eğdi ve parmaklarıyla bana işaret etti. “Gel,” dedi. Dudakları kıpırdamadan. Sadece bir el işaretiyle çağırdı.
Gergindim. Acaba azarlanacak mıydım? Yoksa konuşmam gereken “o mesele” hakkında bir fırsat mıydı bu? Kalbim deli gibi atıyordu. Sessizce ayağa kalktım. Titreyen parmaklarım dosyaları tutuyordu hâlâ. Kapısının önüne geldiğimde, iki kez kapıyı tıklattım.
Ve nefesimi tutarak içeri girdim...
“Buyurun Vâris Bey,” dedim sesim titrek ama kontrollü bir tona bürünmüşken. İçerideki hava her zamankinden daha soğuktu sanki. Belki de ben öyle hissediyordum, belki de onun varlığı, ofisin içindeki oksijeni bile şekle sokuyordu.
Vâris Bey, siyah deri koltuğunda oturmuştu. Elleri masasında bir kalemle oynuyordu. Gözleri üzerime dikilmiş, dikkatle beni süzüyordu. Bakışları… yine o derin, karanlık ama bir o kadar da gizemli ve sanki içinde bir sır taşıyan bakışlardandı.
“Biraz halsiz görünüyorsunuz Tuğba Hanım. Şayet hastaysanız, izin alıp çıkabilirsiniz,” dedi. Sesi her zamanki gibi sakin, derinden gelen bir bariton gibi odaya yayıldı. Ne yumuşaktı ne sert; sadece ölçülüydü. Aslında kendini hep böyle tutan bir adamdı.
Çok teşekkür ettim kısaca, ama sonra cümle dudaklarımdan kendiliğinden döküldü.
“Evet, biraz halsizim ve üzgünüm… Ama sebebi hastalık değil. Aslında, sizinle bir konuda konuşmak istiyordum. Hazır siz çağırmışken… cesaretimi toplayıp…”
Sustum. Kelimeler boğazıma düğüm düğüm dizildi. Çünkü ne söyleyeceğimi değil, onun nasıl karşılayacağını bilmiyordum. Belki küçümseyerek gülecek, belki de o soğuk sesiyle “güvenimizi kaybettiniz” diyecek ve bir çırpıda kapının önüne koyacaktı beni. İçinde olduğumuz ekonomik kriz de cabasıydı; böyle bir dönemde işsiz kalmak, uçurumdan yuvarlanmak gibi bir şeydi.
“Her neyse... boş verin. Ben işime döneyim,” dedim ve arkamı dönüp adım atmıştım ki...
“Dur.”
Sesi... bir emirdi. Sert, otoriter, alışılmışın dışında. Tıpkı bir komutan gibi, birliğinde sesini duyunca herkesin toparlandığı türden. İçimdeki kuş gibi çarpan kalp, o tek kelimede donakaldı.
Serçe gibi ürkek bir yutkunma ile yavaşça arkamı döndüm. Göz göze geldik.
Oturduğu koltukta dimdik ama rahat bir duruşu vardı. Üzerindeki siyah takım elbise jilet gibi ütülüydü. Gömleği tertemiz beyaz, yakası tam oturmuş, boynunda ince siyah bir kravat vardı ve onu tamamlayan altın bir kravat iğnesi gözüme çarptı.
Ne kadar özgüvenliydi... Ne kadar net...
Ve evet, ne kadar çekiciydi. Patronumdu. Bekârdı—en azından ben öyle biliyordum. Ben de bekârdım. Hiçbir ilişkim yoktu. Ona farklı bir gözle bakmam ne onu, ne de beni kötü biri yapmazdı. Kendimi böyle ikna etmeye çalışıyordum. Ama... yine de saçmaydı. Ya da öyle sanıyordum.
“Ne saçmalıyorsun Tuğba...!” diye içimden geçirdim. “Adamın gözlerinin içine bakıyorsun hâlâ konuşamıyorsun! Çıkar şu baklayı ağzından, yoksa kızacak!”
“Geçin oturun,” dedi. Elindeki kalemle masasının önündeki koltuklardan birini işaret etti. Tereddütle yaklaştım ve gösterdiği yere oturdum. Ellerim, eteğimin üstünde gezinip durdu. Aslında o sırada ellerimdeki teri siliyordum gizlice. Karşımdaki adamın ne söyleyeceğini bilmeden konuşmak… işte gerçek risk buydu.
“Söyleyin Tuğba Hanım. Benimle açıkça konuşabilirsiniz,” dedi. Sesi… yumuşaktı bu sefer. Ama yine de içinde bir sis vardı. Bir göl gibi derin, sakin ama dibini göremediğiniz türden.
Kafamdan geçenleri sustur! Söyle artık! dedim içimden kendime.
“Patron... ben zam istiyorum,” dedim bir anda, kelimeler dudaklarımdan istemsizce fırladı.
Sanki tokat gibi söyledim. Ne biçim cümleydi bu böyle, Tuğba!
O an odada bir sessizlik oldu. Sanki hava durdu. Tüm zaman durmuş, sadece kalbimin atışları kalmıştı geriye.
O bir şey demedi. Hiçbir ifade belirtmedi. Bekledim... boğazım kurudu. Ve ben, o sessizlikle baş edemediğim için panikle konuşmaya başladım.
“Yani şu aralar zor bir dönemden geçiyorum… Evet, farkındayım kriz var, herkes zor durumda… Sadece ben değilim, bunu biliyorum. Ama biliyorsunuz, tek başıma geçiniyorum, kiradayım, evde bir tek ben çalışıyorum…”
“Tamam, olur.”
Sustuğum yerden yeniden başımı kaldırdım. Kaşlarım hafif çatılmıştı, çünkü duyduklarım gerçek olamazdı.
“Yani… şey... siz ‘olur’ mu dediniz?”
Başını hafifçe salladı. “Evet. Ne kadar zam istiyorsunuz Tuğba Hanım?”
Kelimeler ağzımda düğüm oldu. “Yani... şimdi... bilemedim ki...” dedim utangaç bir mırıltıyla.
“Benim daha iyi bir fikrim var,” dedi.
Kaşlarımı çatarak baktım. Merakla.
“Bu konuyu akşam yemekte konuşalım mı?”
Donup kaldım. Gözlerimi kırptım. “Yani… siz… beni… yemeğe mi davet ediyorsunuz? Yoksa… yanlış mı anladım?”
Gülümsedi. Ama o gülümseme… herhangi bir gülümseme değildi. Soğuk. Karizmatik. Gücünü bilen bir adamın yüzüne yakışan, mesafeli bir gülümseme.
Elleriyle masada hafifçe öne doğru eğildi. Gözleri gözlerime kilitlenmişti.
“Yanlış anlaşılmasın. Sadece konuşacağız. Size bir teklifim olacak, Tuğba Hanım.”
Tüm vücudumdan sıcaklık çekildi sanki. Panikledim. “Yani… şey… siz beni kovacak mısınız? Lütfen… Lütfen öyle bir şey yapmayın. Şu an işsiz kalmam... gerçekten çok zor olur.”
Hayır, dedi. “Kovmayacağım. Ama şu anki zor durumundan çıkabileceğin bir teklif yapacağım. İş çıkışında eve gidip dinlenebilir, hazırlanabilirsin. Akşam dokuzda seni alması için bir araba göndereceğim. Anlaşıldı mı?”
Nefesim kesilmişti. Sadece başımı sallayabildim.
“Evet… efendim. Anladım.”
“Peki. Çıkabilirsin.”
Ayağa kalktım. Dizlerim hafif titriyordu. Odanın kapısını açarken arkamı dönmedim. Sessizce yürüdüm. Masama geldiğimde ise... olduğum yerde kalakaldım.
Gözlerim boşluğa dikilmişti. Kafamın içi karmakarışıktı. Bu adam benimle ne konuşacaktı ki? Hangi tekliften bahsediyordu?
Ve beni bu “zor durumdan kurtaracak” olan şey neydi?