SONDAN BAŞA

1580 Words
Fil dişi renkli duvarlar, odadaki pencerenin önüne yerleştirdiğimiz yatağım, karşı duvardaki ikinci el çalışma masam ve üstünde duran dayımın hediyesi dizüstü bilgisayar, çalışma masamın bitişiğindeki kitaplığım, başucumdaki duvara yapıştırdığım renkli kartonlardan oluşan ders notlarım... Üçüncü sınıfa mı dönmüştüm emin olamamıştım, bir bilgi, bir ipucu bulmak için bakınırken, içeriye pat diye giren Deniz'in "Yataktan mı düştün Safiye, o gürültü neydi yaa?" sorusuyla dikkatimi ona verdim. Geçiştirmek amacıyla elimi boynuma atıp cevap verdim. "Evet, düştüm Deniz." ardından sabırsızlanarak hangi yılda olduğumuzu anlamak için aklımdaki soruyla devam ettim. "Hangi yıldayız biz Deniz?" Sorumu duyunca iri kahverengi gözleri kocaman açılıp korkuyla ve hayretle bana baktı, "Safiye sen iyi misin?" Beklediğim cevabı alamamanın sıkıntısıyla sorumu yineledim. "İyiyim Deniz, hangi yıldayız onu söyle." Karşımda ellerini beline koyup beni incelemeye koyulan Deniz'in bakışları gibi, sesi de tedirgindi. "Yok, yok iyi değilsin. Ya kafanı vurdun, ya çok çalışmaktan sürmenaj oldun. Kalk hastaneye gidelim." Deniz'i rahatlatabilmek için zoraki şekilde gülümseyip durumu şakayla geçiştirmeye çalıştım "Yok zombi oldum Deniz, mezardan çıkıp geldim. Seneyi söylemezsen ilk kurbanım da sen olacaksın." Deyip garip homurtular çıkardım. Durumdan hiç hoşnut olmadığı göz devirişinden belli olan Deniz, dişlerini ve yumruklarını sıkıp söylenmeye başladı. Sinirlendiği anlardaki bu tepkisi hep sabitti. "Komik mi bu Safiye? 2005 yılındayız, o boktan mezarına geri dön şimdi!" Homurdanarak odadan çıkan Deniz'in cevabıyla aklımda yerine oturması gereken tek eksik parçayı bulmanın rahatlığını hissederek yatağıma oturdum. Tahminim doğruydu, üçüncü sınıfa dönmüştüm. Yatağın üstünde oturur vaziyette perdeyi araladığımda şafak söküyordu. Ruhu otuz dört, bedeni yirmi yaşında bir kadın olmuş, tadamadığım aşkı dolu dizgin yaşamak için gelmiştim. Bu şafak sadece bu sabahın değil, Yılmaz'la benim yeni hayatımızın da başlangıcıydı... Oturduğum yataktan kalkıp çalışma masama doğru ilerledim. Masanın üstündeki on dört yıl sonraki sürümlerine göre takoz sayılabilecek dizüstü bilgisayarıma ve hemen yanındaki tuşlu telefonuma bakıp gülümsedim. Gerçekti her şey, tam on dört yıl öncesine dönmüştüm. Dizüstü bilgisayarımı açtığımda karanlık ekrana yansıyan çene hizamdaki kısa saçlı görüntümü görmenin mutluluğu tarifsizdi zira önceden istediğim modelden daha kısa kesen acemi kuaföre içten içe küfretmiş ve eve geldiğimde sinirlerimi bozan görünüşüm yüzünden çok gözyaşı dökmüştüm. Ne gereksiz şeylerle üzüyordu insan kendini, çözümsüz gibi görünen ufak tefek detaylar için nasıl da dünya yıkılmış gibi mesai harcıyordu! Çözümü olmayan tek şey ölümdü halbuki... Geri döndürülemeyen, telafisi olmayan tek acı gerçek! Ölümü düşünmek bile çaresizliğimi anımsatıp içimi titretmişti. Sonra bana verilen bu ikinci şansın ne kıymetli bir ödül olduğunu düşündüm. Gözlerim bu kez mutluluktan dolmuştu, Yılmaz'ı canlı olarak karşımda görecektim, heba olan hislerimizi doyasıya yaşayacaktık. Bundan daha güzel ne olabilirdi ki? Hayali bile yüzümde sebepsiz bir gülümseme doğuran bu anı sabırsızlıkla bekliyordum. Diğer taraftan da ağrılı ve yorgun bedenimin dinlenme isteğine kulak verip kendimi yatağıma bıraktım. Zamanında anneannemin vermiş olduğu kocaman gül desenleri bulunan uçuk pembe renkli nevresim takımlarıma da gülümseyerek baktım. Gün aydınlanırken birkaç saatliğine de olsa uyumak için gözlerimi kapattım ve uykuların en umutlusuna kendimi bıraktım. Kapı sesiyle açılan gözlerim, istemsizce geri kapanmaya meylederken tepemde dikilen Deniz'in buna müsaade etmeyeceği ve uyandırma yöntemlerinin ikinci seviyesi olan dürtme eylemini tatbik etmek üzere geldiği belliydi. "Safiye, Safiye kalksana be geç kalacağız!" Bir taraftan da tuttuğu omzumdan nazik sayılamayacak şekilde beni sarsıyordu. Bu tarz bir uyandırma şekline önceden olsa "Kibar olsana biraz ağaç mı silkeliyorsun? Karşındaki insan evladı!" diyerek çemkirirdim ancak bugün bedenimi saran uyku haline ben bile kızmak üzereydim. Bu duruma son vermek üzere yataktan çıktım ve neşeyle gerinip "Günaydın Deniz." diyerek giyinmek üzere ayağa kalktım. Bana yine hayretle bakan Deniz, elini ince dudaklarının üstüne koyup neşeli halimi tartıyor gibiydi. Ehh haklıydı da, bu tarz sarsıntılı uyandırılmalara karşı böyle sevgi kelebeği gibi bir tepki vermişliğim vaki değildi. Deniz'e yaklaşıp uzun kıvırcık saçlarının örttüğü yanaklarını hafifçe sıktım. Gözlerindeki şaşkın bakışlarından yansıyan sorulara cevaben "Hasta filan değilim korkma, sadece neşeli uyandım oldu mu?" "Normal değilsin Safiye, Allah sonumuzu hayır etsin! Hazırlan da çıkalım." Deyip altı beyaz, üst kısmı açık mavi pijamalarıyla kalçasını kaşıyarak odamdan çıktı. Arkasından kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum, önceden bu anların tadını böylesine çıkaramadığımı da ileriki yaşamımın stresini görünce fark etmek biraz acı gelmişti. Odam ziyadesiyle dar olduğu için, gardırop yerine tercihimi kitaplıktan yana kullandığımdan kıyafetlerimi yerleştirdiğim yatağımın bazasını açtım. Gözüme kestirdiğim siyah boydan askılı, diz altına kadar uzanan elbisemi ve telefonumun takviminde gösterdiği nisan ayı ılımanlığına uygun bej rengi kısa kollu ceketimi giydim. Odamdan çıkıp dış kapının hemen yanında duran boy aynasına baktım, yüzümdeki olgun ifade ile ufak tefek çizgi ve kırışıklıkların yerini alan taze, capcanlı görüntüye adeta sarılmak istedim. Ne harika bir olayın içine düşmüştüm ben böyle! En büyük ödülüm Yılmaz'ı görmeye ise sadece birkaç saat kalmıştı... Kırmızı tişörtü ve mavi kot pantolonuyla benim odamın yanındaki odasından çıkan Deniz ile birlikte fakülteye gitmek üzere evden ayrılıp otobüs durağına ilerledik. Heyecandan içim içime sığmıyor, gençliğimin geçtiği bu caddedeki her ağaca, her taş duvara dokunmak istiyordum. Şimdi düşünüyorum da gelecek kaygısıyla en güzel çağları öğütülen tüm gençler gibi; derskolikliğim anı yaşamayı nasıl da unutturmuş bana... Ucu ucuna yetiştiğimiz otobüse beklemeden binmek de ayrı bir keyif vermişti. Bugün yataktan biraz geç çıkmış olmam, önceden evham yapıp Deniz'i de peşimden sürükleyerek erkenden durağa götürmemi ve Deniz'in "Kök salacağız bir gün. Durakta bekleme fantezine beni ortak etmesen keşke!" isyanını engellemişti. Ancak oturduğumuz yan yana konumdaki otobüs koltuklarında gözlerini bana dikip tuhaf tuhaf bakmasına zemin hazırlamıştı. "Bu sabah sende bir şeyler var ulan, normal değilsin. Genelde erkenden uyanıp beni evden sürükleye sürükleye çıkarır durakta otobüs beklemekten anamı ağlatırdın. Ben bir tek hafta sonu gelir uyuzluğuna erkenden kaldırırdım seni, bugün dokunmasam hâlâ uyuyordun. Ne iş aslanım?" Deniz ve bu erkeksi tavrı, beni her zaman güldürürdü. Bu kez de aynısı oldu ama bu defa daha bir içten güldüm. Dört abi ile büyümenin etkisi olan sert ve erkeksi mizacı, kimine göre Deniz'in avantajı, kimine göreyse dezavantajıydı. Benim içinse hep eğlenceli olmuştu, bazen öyle katlanılmaz olurdum ki girdiğimiz ağız dalaşları dostluğumuzu zerre kadar etkilemez; küsüp gitmezdi, gerçek bir dosttu. Ne anılar biriktirdik... Dediği gibi, hafta sonları başıma ekşir silkeleyerek uyandırırdı beni, hain Deniz! O zamanlar ufak çaplı küfürler havada uçuşurdu ama bugün yalnızca tadını çıkarmak istediğim günleri yaşıyor olmaktan dolayı gülüyordum sadece. "Bugünlük de böyle olsun be aslanım!" Deyip yanağından makas aldım. Bu cevabımla daha da afallayan Deniz, dili tutulmuşçasına sessizliğe gömüldü. Yaklaşık on beş dakika sonra fakülteye ulaşıp otobüsten indik. Hepsini hatmettiğin derslere yeniden girmek zorunluluğu ise yaşadığım durumun tek sıkıcı yanıydı fakat alacağım ödül için bu bedeli ödemeye değerdi. Yoğun ders trafiğinin ardından sabırsızlıkla beklediğim öğle vakti gelip çatmıştı. Deniz ve diş hekimliği öğrencisi ortak arkadaşımız Esra ile kantine doğru hareket ettik. Yanımda sohbet ederek yürüyen Deniz ve Esra'nın sohbetine dahil olamıyordum, heyecandan ritmi yükselen kalp sesimin uğuldadığı kulaklarım adeta duyma işlevini yitiriyordu. Bir müddet sonra yüksek tonla bana seslenen Deniz'in çağrısıyla onlara dönüp boş bakışlarla "Efendim" dedim. Birbirlerine bakan Deniz ve Esra durumumdaki tuhaflığı sorguluyor gibilerdi. Çok geçmeden "Safiye biz ne anlatıyoruz iki saattir? Bir uyan artık!" diyerek söylenen Esra'ya karşılık verdi Deniz, "Bugün bir tuhaf zaten, Sofi'nin kafa komple gidik! Aramızda idare edeceğiz artık Esra." "Sofi" Deniz'in bana taktığı lakaptı. Neden bu hitabı kullandığını sorduğumda "Safiş desem çok alelade olurdu, anangiller babaannenin adını koyarak seni yeterince sıradanlaştırmış. Ben sana ecnebice sesleneyim ki farkın olsun kızım." diyerek açıklamıştı eskiden. Deli kız! Deniz'e dönerek alaylı bir bakışla "Senin kafan çok sağlam Deniz, benimki de gidik oluversin ya!" deyip sesli şekilde güldüm. Kızlar birbirlerine bakıp "Sofi'yi de kaybettik" diyerek gülüştüklerinde varış noktamız olan kantin birkaç adım ilerimizdeydi. Kantini görmek dahi dizlerimi titretirken Yılmaz'ı görmeye derin derin nefesler alarak kendimi hazırlamaya başladım çünkü heyecandan düşüp bayılmam an meselesiydi. Esra ve Deniz kantine girdiklerinde ben kızların biraz gerisinde kalarak nefesimi düzenlemeye çalıştım. Yokluğumu fark ettikleri an, Deniz'in "Sofi hadi be!" diyen gür sesiyle adımlarımı hızlandırıp beş altı masanın dolu olduğu, bugün sakin olan kantine giriş yaptım. Değişmez öğle yemeğimiz olan tost siparişi vermek üzere kasaya doğru ilerlediğimizde gür siyah saçları, buğday teni, oval bebeksi yüzü, ufak burnu, dolgun dudakları ve çimen yeşili gözleriyle bana bakan Yılmaz'ı görmek başımı döndürdü. Bir an için dengemi kaybedip sendelediğimde kolumdan tutan Esra'nın "İyi misin Safiye?" sorusuna "İyiyim, açlıktan oldu galiba." diyerek cevap verdim. Esra ile aramızdaki konuşmayı işiten Deniz, Yılmaz'a hitaben "Bizim tostları biraz öne alsan be Yılmaz, bizim kızın şekeri mi tansiyonu mu neyi düşmüşse kaldıralım hemen." deyip durumun aciliyetini şaka yollu anlatmayı tercih etti. Ahh Deniz! Zaman neşeni hiç kaybettirmedi sana bir bilsen, hep böyle kaldın! Masaya geçmeden evvel başımı kaldırıp Yılmaz'a baktığımda, endişeyle bana baktığını görmek içimi ısıttı. Bu sıcaklık, kaybını öğrendiğim an buz kesen ruhuma bir cemre gibi düştü; baharımız yakındı artık. Gidip boynuna sarılmak, yıllar boyu sürüp tüm varlığını ateşe veren o büyük aşkının devası bir sevgiyle kucaklamak, sımsıkı sarmak istiyordum çimen gözlümü. Ancak bu erken davranış kendimi toptan deli ilan edişim olurdu. Sabretmek gerekiyordu, Yılmaz'ı senelerce susturan, çelikten bir sabır gerekti şu anlık. Tostlarımız hazır olduğunda elinde tepsiyle siparişlerimizi getiren Yılmaz, evvela benimkini verip ardından Deniz ve Esra'nınkileri koydu. Deniz'in "Eyvallah birader" diyerek teşekkür etmesinin ardından ben de güzel yüzüne bakarak "Teşekkürler Yılmaz" deyip gülümsedim. Bebeksi yüzünde beliren o masum gülüşü tesirli kılansa gözlerine kuzey ışıklarını andıran büyülü dalgalar yayılmasıydı. Bu kadarcık bir sözle bile böylesine mutlu olan güzel yürekli bir adam nasıl sevilmez ki! Bu kez başımı eğmeden anlık fakat derin bir bakışla baktım o güzelim yeşil ışıltılara. Önceki kaçamak ve korkulu bakışlarla kıyaslanınca öylesine eşsiz bir andı bu defa yaşanan... Mümkün olsa, tereddütsüzce kalbimi avuçlarına bırakırdım. Tostlarımızı bitirdikten sonra kalan tek derse girmek üzere hareketlenen Deniz'in bana dönüp "Kaldır mabadını Sofi, gidiyoruz." demesiyle ben de istemeden de olsa onlarla birlikte Yılmaz'ı arkamda bırakarak koşar adım kantinden çıktım. Cam kapıdan çıktıktan sonra arkama dönerek bir kez daha Yılmaz'a bakıp bu son olacak dedim kendi kendime... Bu gönülsüz vedalar ve suskunluk bitecekti artık! Zaman, ilk kez lehimize işliyordu...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD