Doğduğum günmüş bugün. Mayısın tam bugünün de doğmuşum. Annem söylemişti hatırlıyorum. Kimliğim kırk gün sonra çıktığı için doğru yazmamışlardı. "Azem sen bana iğde çiçeklerinin yeni açtığı zamanlarda geldin. Hazirandan iki gün önce. Bahar bitimi yazın başlangıcında güneş gibi doğdun " demişti. Doğduğum günmüş bugün takvime bakınca anladım. Aklımda canlandı doğduğum o her gün.
Ilk okula gittiğim sıralarda İzmir'li bir bayan öğretmenimiz vardı. Kadriye hoca. Eşide kendiside yıllarca bizim köye hizmet vermiş insanlardı. Beni çok severdi. "Gözün açık, çok akıllı bir kızsın. Ileride öyle güzel yerlere geleceksin ki ben eminim. Kendini Hiç etme Azelya olur mu" derdi hep bana. Öğütlerini severdim. Diğer öğretmenlerimizin aksine seve seve verirdi bize vermesi gerekenleri. Bir nevi diliyle bağlardı kendisine.
Ne imrenirdim ona o zamanlar. Kahverengi ayakkabısından tut da boynuna bağladığı çiçekli flarlarına kadar. Sapsarı saçları vardı. Beline kadar. Sarı sulu boyayla simsiyah saçlarımı boyamaya kalkardım onun gibi olsun diye.
Akıl işte. Parmak kadar boya anca bir tutamına yeterdi o da tövbe estağfurullah pislik bulaşmış gibi yalam yavşak birşey olur çıkardı.
Benim akıl o zamanlarda terelelli çalışırmış.
Kara tahtaya tebeşirle yazı yazarken gözlerim hep ellerine takılırdı. Benim bu el merakım o zamandan gelirmiş de yeni anımsadım. Ne anamın elleri ne de nenemin elleri gibiydi elleri. Bembeyaz. Çeşit çeşit yüzükleri vardı. Kırmızı tırnaklı beyaz parmaklarına taktığı.
Sırf benim tırnaklarım ellerimde öyle olsun diye nice gelincikleri heba etmiş olurdum..
Anamın yazmalarından etek yaptığımdan tut da dedemin hamam takunyalarıyla sokak sokak gezmişliğim bile vardır.
Bir küçük zır deli Azeymişim işte. Hoş şimdi de değişen birşey yok ya dediklerine göre..
O takunyalarla düğün evlerinde alkış tutan misafirlerin önünde "karabiberim vur kadehlere. Hadi içelim içelim her geçe " diyerek milletin içinde göt sallayan benden ne beklen..
Her neyse işte. Severdim benden büyük işler bekleyen öğretmenimi.
Okullar yaz tatiline gireceği sırada elinde gül çiçekleriyle şekillenmiş bir pasta ile gelmişti. Bütün sınıf öyle şaşırmıştık ki herkes o pastanın yiyecek değil de dokunulmaması gereken mühim birşeymiş gibi etrafında toplanmıştık.
Yüzümüzde ki ifade dün gibi aklımda.
Ben ve benim gibiler ilk pastayı o gün görmüştük..
"Bugün size bahsettiğim sürprizi Nevzat öğretmeniniz bizim için şehire giderek getirdi. Biraz kreması dağılmış olabilir ama eminim tadı çok güzeldir" derken bizim söylemeye cesaret edemediğimizi arkadaşımız Mahmut dile getirmişti.
" He gayrı. Örtmenim şimci biz bunu yiyecağzmı. Tahtaya yapılmış resim değil mi o " diyerek.
Abartmıyorum. O zamanlar tamda böyle söylemişti.
Öğretmenimizin hepimize öyle bir bakışı vardı ki sanki Mahmut tekme tokat girişmişte ağlamaya yüz tutmuş gibiydi.
"Bu bir resim değil Mahmut. Şekerli bir yiyecek. Elbette yiyeceğiz. Hemde hepinize kare kare şeklinde keserek yedirteceğim" diyerek başını okşamıştı.
"Hatta ne yapalım biliyormusunuz. Bugün gelişim raporlarınızı hazırlarken Azelya arkadaşınızın doğum günü olduğunu gördüm. Normalde sizden ayrılacağım için bir pasta ile veda etmek istemiştim ama madem Azelyanın günü öyleyse üzerine birkaç mum koyarak kutlayabiliriz öyle değilmi " dediģinde içimdeki heyecanı tarif etmeye kalksam imkansız.
Öylesi çocuk kalbim yerine dar gelmiş, dışarıya çıkıp patlayacak sanmıştım.
O pastanın manası o gün için tek bendim.
Sonrası yine hüsran. Olsun adım anılmıştı ya o da yeterdi..
kimsenin gönlü razı gelmemiş herkes doğduğu günü "âmâ öğretmenim bende bugün doğmuşum "diyerek itiraz etmişlerdi. Tek benim gönlüm olması için kimsenin gönlünü yıkmayacak kadar değerli olan öğretmenimiz nerede bulduğunu anlam veremediğimiz mumlarla bütün sınıfın doğum gününü kutlamıştı.
Herkese özel.
Ya sekiz ya dokuz yaşına girecektim. Sanki o gün doğmuşum gibi bundan sonra ki doğum günlerimde annemin başının etini yemiştim pasta diye.
Doğum günümü güllü pastalarla kutlayarak mum üfleyeceğim diyerek.
Sadece bana özel olsun istemiştim.
Mayıs gelsin diye gün saydığım olmuştu. Taa ocak dan itibaren.
Nenem çok azarlardı köy yerinde nerede bulacağız o dediğini diyerek. Zavallı annem sırf ben üzülmeyeyim diye sağdan soldan temin ettiği malzemelerle öğrendiği pudingle yaptığı bisküvili pastanın üzerine yaşımca mum dikerdi.
Saçlarımı örer uçlarına bayaz kurdeleli toka bağlıyarak bayramlıklarımı giydirerek akşam olunca hep birlikte kutlardık doğum günümü.
Dedemim ve nenemin gevur icatlarını çıkardınız birde başımıza diyerek söylemelerine rağmen.
Topu topu üç sene daha annemlerle kutladım o günü.
Annem ve babamın ölümünden sonra ne babaannem tandırda ekmek dışında pudingli pasta yapmayı bildi ne de saçlarımı örüp ucuna kurdale takacak zamanı buldu..
Yeri gelip dört yetimin saçının banyodan banyoya tarayamadığı çok oldu.
...........
"Abla ne yapıyor sun Allahını seversen ya " diyerek arkamdan cırlayarak gelen Aydan olmasaydı eğer, duvarın üzerinde çakılı olan takvimin önünde kaç dakika daha sap gibi bekleyecektim Allah bilir..
"Heyy kime diyorum. Baksana bana " dedi sırtımdan dürterek.
Dönemedim yüzümü. Insan göz yaşından utanır mı. Sanki ben bir damla döksem kardeşlerim göl içinde boğulacak sandım.
"Nevar Aydan." Diyebildim.
"Hıı ağladın mı sen " diyerek çabucak önüme geçti. Gözlerimi ayaklarıma sabitledim eğilip içine baktı.
Sorusunu cevaplamadan "Ne istiyorsun " diyerek elimde tuttuğum takvim yaprağını yerine koyacaktım ki çekip aldı elimden.
"Bugün mayısın yirmi dokuzu. Hayırdır annem ile babamın ölüm yıldönümünümü karıştırdın ne bu halin " dedi. Elleriyle gözümün yaşını sildi ama ablasının doğduğu günün bugün olduğunu akıl edemedi.
Teselliler farklı olurdu. Adamına göre, çekenine göre. Kimi insan narin olur eline kıymık batınca etrafinda pervane olanı çok olur, kimi insan da sert görünür kalbine hançer batar da vah edeni olmazdı.
Narin değildim de taş da değilim ki.. diyemedim derdimi. Dökemedim içimi.
"Haaa şeyyy. Sen ondan yani böylesin " dedi.
"Neyden Aydan. " dedim bir umut
Düşüncelerimi geri sarıp akıl etti diyecektim ki sağolsun söndürüverdi azıcık yanan kıvılcımı..
"Şeyy diyorum ya. Aaa neyse onu bunu boşver de dedem çağırdı seni haydi acele et " diyerek arkasını döndüğü gibi kıyafetlerimizi koyduğumuz dolabın kapağını açtı.
Neyse dedim. Kız Aze büyüyen zaten büyüyor. Koskoca on sekiz yaşında kızsın artık. Bunu mu dert ediverecen kendine.
Kendi kendimi teselli ettikten sonra " ne yapacakmış dedem beni "dedim.
"Eh be ablam. Sabah dedi ya sana!. Bugün kafandaki dikişler alınacağı gün. Hastaneye gitmek için birilerini bulacağını söyledi ya. Kendisi veteriner geleceği için gelemiyor, ikimizi gönderiyor. Aaa haydi âmâ ya.."
"Unutmuşum ben onu. Kimi bulmuş ki " derken bir taraftanda Aydan'ın benim için hazırladığı elbiseyi elime alıp üzerimdekileri çıkartmaya başladım..
"Mert ağabeyi " deyince ortada don atlet elimde elbise kalakaldım. Doğrumu duydum acaba.
"Mert ağabey?"
"He gıı. Hani şu kafanı bozup yaran var ya. Şimdi de tamiri bitmiş mi diye bizi hastaneye götürecek. Sağolsun Adil amca ya Azeyi hastaneye götürecek adam arıyorum diye söyleyince dedem o da hemen Ali MERT götürür demiş. "
"Dedemin işi de iş yani. Ne gerek varmış canım ona. Sanki onlara mecburmuşuz gibi. Başka adam bulamamış mı " dedim kızarak.
Aydan elinde tuttuğu daracık sert kumaşlı kotmuymuş neymiş - dedemin 'kızım düzgün birşeyin yokmu. Heryerin ortada 'diye sürekli kızdığı pantolonu üzerine giyerken dediklerime gözlerini belertererek yüzüme baktı.
"Anlamıyorum seni. Vallahi şu neredeyse on gündür yaptıklarını aklım almıyor " dedi.
Yine şehirden aldığı beyaz üzerinde siyah çizgileri olan gömleği üzerine geçirdi. Dedem görmese ıyiydi.
Hoş bahanesi hazırdı ya.
Dedem ben şehirde okuyorum. Şalvarla mı gezeyim ortalıkta diyerek yine ikna edeceği kesindi.
"Neyimi anlamıyorsun " dedim onu izlemekten üzerimi tamamlamayı unutarak.
Onun gibi gözümü yüzümü boyayacak olmasam da yine de gözüme kalem çekip saçlarımı topladığım tokadan kurtardım. Birde hastanede saç baş uğraşmayayım diye.
Hazırdım işte. Küçük hanım yarısı kırık aynanın önünde oturup saçıyla başıyla uğraşırken birde bana lâf yetiştirmeye çalışıyordu. Hâlâ hazırlanması mümkün olmayanın kendisi olduğunu unutarak.
" neyini olacak. Adamlar geldiğinden bugüne düşmanmış gibi davranıyorsun. Hayır yani ne yaptılar sana. Hadi başının yarılmasından dolayı desem kaza olduğunu sürekli söyleyen sensin. Üstelik o kadar iyi insanlar ki. Adil amca da Nazan teyze de sanki kırk yıldır bizi tanıyorlarmış da yakınen akrabamızmış gibi. Hele MERT ağabeyimi hiç söylemiyorum. Köyden duydukların yeter zaten. Adam herşeyiyle bomba ya. " dedi tepesinde patlıyasıca bacım.
Ben ne kadar uzak olmaya çalışsam da bizimkiler burnunun dibinde bitiyorlardı. Bundan rahatsız olan ise eminim sadece bendim. Bende anlam veremiyordum niçin böyle yaptığıma.
Tek bildiğim; her gece karşı evin ikinci katında bulunan balkondaki sallanan sandalyenin üzerinde oturup kitap okuyan adamı izleyeceğim diye uykusuz kalmamın suçlusu olduğu içindi. Uyuyamıyordum.
Bu adam bu köye geldiğinden beri tam on gündür uyuyamıyordum..
..........
Aydan ile hazır olduktan sonra bahçeye çıktığımızda nenem dedemi bir güzel paylıyordu.
"Ah saf adam. Darmadan danışmadan iki cahil civeleği ne diye deve gibi oğlanla şehire gönderin. Elalem ne der hiç düşünmedin mi. Ha akılsız adam " diyerek.
Haklıydı. Tamam dedem elimde büyüdüler diye güveniyordu onlara ama sonuçta oğullarını hiç birimiz tanımıyorduk. Üstelik daha ne iş yaptığını bile bilmiyorduk.
Adları almancıydı işte. Meslekleri de almancı bize göre.
"Bana bakın dedeniz yemiş bir halt, geri dönmek olmaz. Sarı kızım hasta olmayaydı bende gelirdim sizinle. Edebinizle gidin gelin. Elin çocuğuna yavşamayın vallahi depenize vurur birde ben pekmezinizi akıtırım "dedi. Bunların hiç birini yapmayacağını bildiğimiz halde gözümüzü korkutmaya çalışarak..
"Aman be nenem. Yiyecek değil ya bizi. Seksen yıldır yaşıyorsun ama aklın takıldı kaldı kendi gençliğinde. " diyerek altta kalmayan Aydan çoktan nenemin çimdiğini yemişti.
"Gösteririm sana şimdi aklım nirede takılıymış. Edepsiz çocuk "
Aydan'ın çığlığı karşı evin bahçe kapısının sesine karışınca, sustuk.
Adil amca ile oğlu yan-yana sohbet ederek bize doğru yürüyorlardı. Elimde tuttuğum çantamı önce koluma astım, olmadı tekrar elime aldım. Şu kafam yarıldığı günden bu güne ne elim söz dinler oldu ne ayağım. Hele birde şu bize doğru yürüyüp gelenleri gördüğümden beri karnımda oluşan ağrının adını da koyamıyordum..
"Ooo kızlar hazır olmuş bile. Beklettik mi Gülderen teyzem " dedi Adil amca nenemi hesaba alarak.
"Yoo beklemedik. Oğlum sizinde işiniz gücünüz vardır. Bizim adam tutmuş size demiş. Kusura kalmayın"
"Olurmu teyzem. Biz artık hem komşu hemde aile sayılırız. Şu civarda bizim işimiz düşse geldiğimizden beri ilk sizin kapıyı çaldık. Azelya kızımız da sağolsun Nazana çok faydası oldu. Biz götürmeyeceğiz de kim götürecek. Hem Ali Mert'in de işi var şehirde. Değil mi oğlum " dedi.
"Öyle baba. Elimize yapışmaz. Hazırsanız gidelim mi " diyerek önce Aydan'a sonra da baştan aşağı süzerek bana baktı. Üstüm başım kirli mi diye inceledi anlamadım.
Eğer öyle ise tertemiz giyinmiştim. Bu halime de burun kıvıracak sa değil bir daha karşı karşıya gelmek yüzüne bakmazdım..
"Aze kızım hadi bakalım son pansumanını da yaptır gel. Yarından itibaren bizimlesin artık " diyerek arabanın ön kapısını açıp binmem için bekledi.
"Inşallah Adil amca" diyerek ona saygısızlık değil de arka koltuğa oturmayı tercih ettim. Zaten açtığı kapıdan çoktan Aydan oturup yerini almıştı.
"Hadi işiniz rast gelsin " diyerek yolcu ettiler bizi.
Kanlı rast gelmemize iyi dileklerde bulunarak.
......
Bindiğimiz arabanın rengi siyahtı. Tekerlekleri tıpkı traktör tekeri gibi irice birşeydi. Binince kamyon gibi görünse de dışarıdan baktığında gayrette güzeldi.
Camları siyah olunca içinde kim olduğu belli olmuyordu. Bir-kac kez evin önünden geçerken Adil amca mı yoksa Ali Mert mi kullanıyordu çözemiyorduk. Köyün içinden çıkarken millet merakla arabayı süzmüş olsa da eminim bizi görmüyorlardı..
Hiç konuşmadan köyü çıkıp şehir yoluna saptık.
Dümdüz asvalt yolda ilerlerken sessizliği Aydan bozdu. Herzamanki gibi.
"Mert ağabey. Sana nasıl hitap edelim. Hani iki adın var ya. Ikisini söyleyince uzun oluyor. Birini söylerken de diğerine haksızlık etmiş gibi oluyoruz " diye ön koltukta yüzüne bakıp konuşunca elleri direksiyon da başını geri savurup kahkaha attı.
"Ilahi Aydan. Nasıl söylersen kabulüm. Ikisi de benim. Niçin haksızlık olsun. " Dedi.
"Bence Mert daha havalı. Kesinlikle halin Mert adını tasdikliyor " diyerek eliyle bedenini işaret etti. Nenem haklıydı. Güya adama yavşamadan gidip gelecektik. Ona kalmadan arkada otururken kucağımda sıkı sıkıya tuttuğum çantamı kafasına geçirecektim görecek ti.
"Hımm öyle diyorsun yani. " Diye söyledikten sonra önünde ki dikiz aynasından bana baktı. Aslında bana değil de gözlerimin içine içine baktı. Ne zaman karşı karşıya gelsek dokuma kilimin desenini inceliyor gibi bakıyordu.
"Peki Aze kız. Sence hangi adımı kullanmalıyım. Sen hangi ismimi daha çok yakıştırırsın bana. "Diyerek çekmedi gözlerini gözlerimden.
Cevap vermesen onca yolu bizim için çeken birine ayıp edecektim. Versem de biliyorum bundan sonra soracağı bütün soruları mecbur yanıtlamak zorunda kalacaktım.
Içimden geleni yaptım. Daha doğrusu şu tutulası dilimden firlayana zapt gelemedim.
"Bence Ali daha güzel. Söylerken sade, dilini yormuyor ama anlamı sanki derin. Ali yakışır " dedim
Dilimi ısırdım. Ali de kestirip at işte. Illaki mana mı bulmammı lazımdı. Ya da herkes ne söylüyorsa o.
"O zaman sen hep Ali de Aze. Bak bende sana Aze diyorum. Dilimi yormasın diye " diyerek aynadan gülümsedi.
"ALİ ILE AZE . aaa birleştirince ne güzel oldu. Ikisi de üç harfli ya " diyerek yersiz alkış tutan Aydan'ı gebertecektim ama ne zaman. Ne alakaysa yersiz yersiz konuşuyordu.
"Üç harfliler basmadan sus sen bacım. Böyle saçmalarsan nemelazım musallat oluverirler görürsün " dedim dişlerimi sıkarak..
"Ay abla ne alakası varya. Ne dedim de hemen homurdanıyorsun. Değil mi MERT ağabey " diyerej birde ondan onay beklemesi iyice çileden çıkarttı beni.
"Bence de Aze. Ne dedi Aydan şimdi. Kötü bir söz etmedi ya. Isimlerimiz üzerinde analiz etti.
Ali ile Aze yi birleştirmek sövmek anlamında mı sizin buralarda " diyerek imayla gülmesini acaba bir-tek ben mi yanlış anlıyordum çözemedim.
......
Hasteneye gelip işlemimizi hallettikten sonra bahçeye çıktığımızda, Aydan bir ara etrafında fır döndüğü sevgili ağabeyi ile fısır fısır birşey konuşmuş sonra yanıma gelmişti..
Ali ise bundan sonra dilimde tek adı olan şahıs bizi hastanenin karşında kapalı çay ocağına oturtup birkaç işi olduğunu, hallettikten sonra gelip bizi alacağını söyleyerek çıkışa doğru yürümeye başladı.
Yan masada bulunan kızların dediklerini duymuş olmalı ki arkasına dönüp birde onlara göz kırptı.
Dört kız tıpkı Aydan gibi giyinmişler "taş bu taş. Tövbe buradan değil" gibi bir-çok şey söylediklerinde benim yüzüm kızardı.
Allah için rabbimin güzel yarattıklarındandı. Kızların aksine taş gibi değil de şu doğada erişilmesi zor güzellikteydi.
Gözleri güneşi görünce açık kahve, saçları gür ve siyahtı. On gündür bıraktığı sakalları beyaz tenini örtmüş olsa da yüzüne bir bakan bir daha bakardı. Boyu dersen bizim kapılardan zor geçer, seçilmiş at gibiydi. Şişko değil ama iriydi bedeni.
Dedim ya ulaşılması zor güzellikte bir adamdı. Insanın huyu güzel olsundu.
En çirkini güzelleştiren huy değil de neydi..
Insan kendini bilmez mi. Biliyordum işte. Bu adama yakın olduğum sürece hep inceleyecek, ince ince işleyecektim içime. Beni rahatsız edenin bu olduğunu anlamam için birilerinin bunu gözüme sokması gerekiyormus ki onu da şu yanımda öve öve bitiremeyen kızlar yapmıştı. Evet ben tam olarak da bundan rahatsız oluyordum.
Değil dengi dengime, aynı yolun hizasında bile yürüyemeyecek birinin aklımda durduğu gezintiden epey rahatsız oluyordum.
Içim icimi yedi dışım dudaklarımı. Beş dakikalık pansuman işi yaşadığım sürece anlımın ortasına ömürlük iz bırakmıştı.
Ne yaramı düşündüm ne de izi. Gidenin ardından baktım kaldım. Önümde bulunan çay soğudu yanımda oturan Aydan kaç telefon görüşmesi yaptı.
Bir saat sonra elinde kocaman paketle geri geldi. Masanın üzerine bıraktı. parlak renkli kare kartonu tek söz etmeden kenarlarından sökerek açmaya başladı.
Ortaya çıkan kenarları kırmızıgül desenli beyaz pastanın üzerine mumları dizerek cebinden çıkarttığı çakmakla yaktı.
Beni yaktı. Yüreğimi yaktı. Çocukluğumun kilitlendiği kara sandığın anahtarını yaktı.
"Iyiki doğdun Aze kız. Ömrün pasta gibi tatlı bahtın şu gözlerin gibi aydın olsun "dedi
Ayağa kalktım. Elimi ağzıma kapatıp etrafımda ki milleti takmadan omuzlarımı çeke çeke ağladım. Kardeşimden daha bu sabah sakladığım gözyaşlarımı milletin içinde saldım koyurdum.
Benden uzun adamın gözlerinin içine bir daha iflah olmam ki ne bu pasta diyerek baktım..
...