18. Bölüm: Çelikten Bir İrade, Camdan Bir Kalp
Boran'ın "Elif benim karım ve öyle kalacak," sözleri avluda gümbür gümbür yankılandı. Bu bir açıklama değil, bir buyruk, bir nihai karardı. Ortalığı, laf yetiştirememenin verdiği ağır bir sessizlik kapladı. Fısıltılar kesilmiş, herkes Boran'ın çelikten yüzüne ve orada, onun sözünün gölgesinde kalmış Elif'e bakıyordu. Elif, Boran'ın bu beklenmedik sahipleniciliği karşısında içinde garip bir kasılma hissetti. Bu, bir sevgi ya da affediş değil, bir mülkiyet beyanıydı. Tıpkı kaybolmuş bir koyunu sürüye geri çağıran çobanın sesi gibi, soğuk ve mecburi.
Siyamend Amca, sakalını sıvazlayarak başını hafifçe salladı. "Madem öyle Boran Ağa, sen bilirsin. Ama milletin dilini bağlayacak olan senin sözün değil, gelinin davranışlarıdır. Zaman gösterecek."
Boran cevap vermedi. Cevap vermeye ihtiyaç duymuyordu. Siyamend'in sözleri, onun iradesine çarpan bir dalga gibi etkisiz dağılıp gitmişti. Misafirlere döndü, gündelik işler, aşiretin sorunları hakkında konuşmaya başladı. Konu kapanmıştı.
Elif, orada, sanki görünmez bir cam fanusun içindeymiş gibi hissetti kendini. Dışarıdaki her şeyi duyabiliyor, görebiliyordu ama ona dokunulamıyor, ondan bir ses çıkmıyordu. Boran'ın 'karısı' olarak oradaydı, ama yine de yalnız başınaydı. Ayakta durmaktan bacakları ağrımaya başlamıştı ama yerinden kıpırdayamazdı. Bu bir sınavdı. Sabrının, dayanıklılığının sınavı.
Ziyaretçiler öğleden sonra yavaş yavaş dağılmaya başladı. Elif, kadınlarla birlikte avluyu toparlarken, bu seferki sessizliğin farklı olduğunu hissediyordu. Önceki küçümseyen, mesafeli bakışların yerini, bir nebze olsun kabullenmiş, hatta içlerinde hafif bir korku karışmış bakışlar almıştı. Boran'ın net ifadesi, onu korumaktan ziyade, evdeki otoritesini bir kez daha tüm cemaatin önünde ilan etmişti. Ve Elif, bu otoritenin şimdilik gölgesinde bir nefes alabiliyordu.
Akşam yemeğine Boran'ın babası, sert ifadeli Hüseyin Ağa da katıldı. Yemek masası, sabahkine göre daha ağır, daha resmi bir havadaydı. Hüseyin Ağa, Elif'e doğru baktı, gözleri yaşlı bir kartalın bakışları kadar delici ve yargılayıcıydı.
"Boran senin için ağzından laf aldırdı cemaatin önünde," diye başladı, lokmasını çiğnemeden yutarcasına. "Umarım o lafın kıymetini bilirsin. Bir ağanın sözü, namustur. Yerine getirilmezse, hem onu hem seni yakar."
Elif, çatalını usulca bıraktı. "Ben de sözümü tuttum, baba. Döndüm. Ve buradayım."
Hüseyin Ağa'nın dudakları belli belirsiz bir tik yaptı. "Dönmek bir şey değil, kalmak her şey. İstanbul... o iş bitsin artık. Boran'ın sabrı sonsuz değil."
Boran, masanın başında, babasının bu sözlerine hiç tepki vermedi. Hatta, Elif'in savunmasını da duymamış gibiydi. Kendi dünyasının, kendi planlarının içine gömülmüştü. Bu, Elif için en acı verici olan şeydi; vardı, ama yoktu. Fiziken orada, ruhen dipsiz bir kuyunun dibindeydi.
Yemekten sonra Boran odasına çekildi. Elif ise, artık alıştığı o misafir odasına değil, kendi yatak odasına doğru yürüdü. Kapıyı açtı, içeri girdi. Oda, her şeyiyle Boran'ın varlığını yansıtıyordu. Ağır bir ahşap yatak, koyu renk perdeler, duvarda asılı bir tüfek ve birkaç ata resmi... Kendi eşyaları, bir köşede özenle katlanmış, sanki bir misafirin bavulu gibi duruyordu.
Odaya girmekle, o odanın bir parçası olmak arasındaki uçurumu iliklerine kadar hissediyordu. Pencereye yürüdü, avluyu seyretti. Ay, bulutların arkasına saklanmış, etrafa loş, kararsız bir ışık yayıyordu. Tam perdeyi çekecekken, aşağıda, avlunun kuytu bir köşesinde yanan bir çakmak alevi gördü. Kısa bir süre sonra, bir sigaranın kırmızı ucu karanlıkta dalga dalga sallanmaya başladı. Sigarayı içen kişi, Boran'dı.
Orada, kimsenin onu görmediğini zannederek, sırtını kalın bir dut ağacına dayamış, dumanı gökyüzüne üflüyordu. O anki hali, gündüzki çelik iradeli ağa portresinden çok farklıydı. Omuzları çökmüş, yüzündeki ifade derin bir yorgunluk ve belki de, kimsenin görmesine izin vermediği bir tür sızıyla doluydu. İç çekişi, rüzgarla karışıp Elif'in kulaklarına kadar gelmese de, beden dilinden okunabiliyordu.
Elif, onun bu gizli yarasını görünce, içinde garip bir sıkıntı hissetti. Bu adam, onu deliler gibi sevmişti. Onsuz geçen günlerde, belki de işte böyle ağaç diplerinde, karanlık köşelerde içini kemirmişti. Şimdi ise, hem onu evinde tutmak istiyor, hem de ona tahammül edemiyordu. Bu, sevgiden mi, yoksa sahip olma içgüdüsünden mi kaynaklanıyordu? Belki de ikisinin arasında sıkışıp kalmıştı.
Tam o sırada Boran başını kaldırdı. Elif, panikle perdenin arkasına çekildi. Görülmüş müydü? Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Bir süre nefesini tutup bekledi. Aşağıdan bir ses gelmedi. Yavaşça perdenin kenarından baktı. Boran, sigarasını yere atıp ezmiş ve ağır adımlarla evin arka kapısına doğru yürüyordu.
Elif, perdeye yaslandı. İçi altüst olmuştu. Boran'ın o anki kırılgan halini görmek, ona bir zafer hissi vermemişti. Aksine, içindeki öfkenin ve kırgınlığın arasına, incecik bir merhamet sızısı karışmıştı. Bu evdeki herkes, kendi yaralarıyla boğuşuyordu. Boran, Ömer, kendisi... Hepsi bu töre denilen çarkın içinde ezilip duruyordu.
Ertesi sabah, Elif kalktığında bir karar vermişti. Pasif bir kurban olarak bu evde duramazdı. Boran'ın ona biçtiği 'küçük satır' rolünü oynamayı reddediyordu. buradaydı, kalacaktı, o zaman bunu kendi iradesiyle, kendi onuruyla yapacaktı.
Mutfakta yine Meyrem Ana ve diğerleri vardı. Elif içeri girdiğinde, bu sefer selamını daha tok bir sesle aldı. Boran'ın dünkü sözlerinin etkisi sürüyordu. Meyrem Ana, "Günaydın gelin," dedi. Bu sefer 'gelin' kelimesi, 'hanım'dan daha sıcak, daha içtendi.
Elif, önlüğünü bağlarken, "Meyrem Ana," dedi, "Boran'ın en sevdiği yemekler nelerdir? Onları bana öğretir misin? Ve baba Hüseyin'in... Onların damak zevkini bilmek isterim."
Meyrem Ana, şaşkınlıkla bir an Elif'e baktı. Sonra, yüzündeki keskin ifade yumuşadı. Bu, bir teslimiyet değil, bir meydan okumaydı. Elif, savaş alanını değiştiriyor, kendisine yabancı olan bu topraklarda, kendi silahlarını arıyordu.
"Öğretirim kızım," diye mırıldandı yaşlı kadın. "Ama unutma, yemek sadece karın doyurmaz. Bu evde, her tencere aşiretin bir meselesini, her tabak bir hesabı taşır."
"O zaman hepsini öğrenmem lazım," diye karşılık verdi Elif, kararlılıkla. "Hem yemekleri, hem de taşıdıkları mesajları."
O gün, Elif mutfakta sadece yemek yapmayı öğrenmedi. Meyrem Ana'nın anlattığı küçük hikayelerle, Boran'ın çocukluğunu, Hüseyin Ağa'nın gençliğini, bu aşiretin geleneklerini ve tabularını da öğrenmeye başladı. Her bir detay, bu kapalı kutuyu anlaması için bir anahtardı.
Akşamüstü, Elif bahçeye çıktı. Boran'ın dün gece sigara içtiği dut ağacının yanına gitti. Yerde, ezilmiş bir sigara izmariti duruyordu. Ona baktı. Bu, Boran'ın görünmeyen yüzüydü. O anda, korkusunu geride bırakmaya karar verdi.
Boran akşam yemeğinde, masaya konan tabağa şaşırarak baktı. İçli köfteydi. Ama sadece herhangi bir içli köfte değil, tam da annesinin yaptığı gibi, belirli baharatlarla, incecik açılmış bir hamurla hazırlanmıştı.
"Bunu kim yaptı?" diye sordu, sesindeki şaşkınlığı tamamen gizleyemeyerek.
Meyrem Ana, Elif'e baktı. Elif, başını hafifçe eğdi. "Ben yaptım," dedi sakin bir sesle. "Umarım beğenirsin."
Boran, Elif'e, yemek boyunca ilk kez, gerçekten baktı. Gözlerinde bir sorgulama, bir şaşkınlık vardı. Bu basit bir yemek değildi. Bu, bir dil meselesiydi. Elif, onun dilinde, onun dünyasına dair bir şeyler söylüyordu. Sessizce bir lokma aldı, çiğnedi. Sonra, sadece "Beğendim," dedi. Cümle kısaydı, ama içindeki buzdağının küçük bir kısmı erimişti sanki.
Yemekten sonra Boran yine odasına çekildi. Ama bu sefer kapıyı tam kapatmadı. Elif, salonda oturmuş, Meyrem Ana'nın verdiği bir danteli örmeye çalışıyordu. Bu da buradaki kadınların dilinden bir kelimeydi.
Boran, bir süre sonra kapı aralığından göründü. "Sen," diye seslendi, alışık olduğu üzere ismini kullanmadan. "Yarın sabah, köydeki yaşlı Nine Zeynep'i ziyaret edeceğiz. Hastaymış. Benimle gel."
Bu bir soru değil, yine bir emirdi. Ama bu sefer, onu dış dünyaya, aşiret içindeki bir sosyal göreve çıkaracak bir emirdi. Elif'in kalbi hafifçen hızlandı. Bu küçük bir adımdı, belki. Ama önemli bir adımdı.