17. Bölüm

1110 Words
17. Bölüm: Kapanmayan Yara, Susmayan Töre Elif, o geceyi zar zor sabaha bağladı. Misafir odasının tavanına diktiği gözlerini bir türlü kapatamamıştı. Boran’ın “Benimle yaşayacaksın ama asla benim olmayacaksın,” diyen sesi, kulak zarına yapışmış gibi dönüp duruyordu. Yastığı gözyaşından sırılsıklam olmuştu, ama artık ağlamaktan bile utanır hale gelmişti. Bu evde, her gözyaşının bir zayıflık sayıldığını biliyordu. Sabah ezanı okunurken, nihayet derin bir iç çekip yataktan kalktı. Aynaya yaklaşınca kendi haline şaşırdı. Göz altları mosmor, yüzü solgundu; dudaklarının kenarında istemsiz bir titreme vardı. Elini yüzüne sürdü, saçlarını düzeltti, sonra derin bir nefes alıp kendi kendine mırıldandı: “Pes yok. Sabır, Elif. Sabredeceksin.” Kapıyı açıp koridora çıktığında, ev henüz tam uyanmamıştı. Aşağılardan hafif ayak sesleri, mutfaktan gelen tencere-tava takırtıları duyuluyordu. Boran’ın odasının kapısına kısa bir an baktı. Ardından başını eğip basamaklardan aşağı inmeye başladı. İçinden, “Belki bugün yüzü biraz yumuşamıştır,” diye geçirdi, ama bu düşünceye kendi bile inanmadığını biliyordu. Mutfakta birkaç kadın çoktan işe koyulmuştu. Elif içeri girince bir an sessizlik oldu. Sonra herkes, sanki herhangi bir şey olmamış gibi işine devam eder gibi yaptı. Ama havadaki gerilim, bıçakla kesilecek kadar yoğundu. “Günaydın,” dedi Elif, sesi olabildiğince sakin. “Günaydın Elif Hanım,” diye karşılık verdi kadınlardan biri. Ama “hanım” kelimesindeki saygı, eskisi gibi değildi; içinde çekingenlik, kuşku, biraz da mesafe taşıyordu. Elif, masanın kenarındaki önlüğü alıp bağladı. “Yardım edeyim,” dedi. Meyrem Ana, hafifçe boğazını temizledi. Yaşlı, ama dili keskin bir kadındı. “Sen zahmet etme gelin,” dedi. “Misafir odasında kalıyorsun nasılsa, yorgunsundur.” Mutfaktaki aşçı bile ona laf sokuyordu. “Ben misafir değilim,” dedi Elif, hafif bir inatla. “Burası benim de evim.” Bu cümle mutfaktakilerin gözlerini kısacık da olsa birbirine çevirmesine yetti. Bir tanesi, genç bir kız, başını önüne eğip hamuru yoğurmaya devam etti. Meyrem Ana ise içini çekti, belli belirsiz bir mırıltıyla, “öyledir inşallah,” dedi. Elif, belli etmemeye çalışsa da içten içe yutkundu. Onların bakışı bile, artık bu evdeki yerinin sallantıda olduğunun kanıtıydı. Yine de geri adım atmadı. “Çayı ben demlerim,” dedi. “Boran’ın sevdiği gibi olsun.” Meyrem Ana, bu sefer açıkça kaşını çattı. “Boran’ın neyi sevip sevmediğini , biz biliriz. Sen… işleri öğrenene kadar ağırdan al istersen.” Sözü bir tokat gibi yüzüne çarpmıştı. Elif bir an burkulduysa da, dudaklarının kenarını zorlayarak hafif bir gülümsemeye zorladı kendini. “Ben unutmamışım da, o yüzden dedim,” deyip çaydanlığa uzandı. “Uzun süre aynı evde yaşadık sonuçta.” “Yaşadık,” kelimesi mutfakta havada asılı kaldı. Sanki “bitti” ile aynı cümlede kullanılacakmış gibi… Boran, her zamanki gibi ağır adımlarla salona girdiğinde, sofranın çoktan hazır olduğunu gördü. Elif, masanın bir ucunda ayakta durmuş, çay servisi yapmaya hazırlanıyordu. Boran’ı görür görmez, istemsizce dikleşti. “Günaydın,” dedi Elif, sesi titremesin diye boğazını sıkmış gibi. Boran, sanki evde başka kimse yokmuş gibi davranarak sadece başını hafifçe salladı. “Günaydın,” kelimesi ağzından düşerken bile duygusuz, tok ve buyurgandı. Gözleri Elif’in yüzüne hiç çıkmadı; dikkatini masadaki zeytine, peynire, ekmeğe verdi. Ona bakan sanki bir yabancıydı. Elif, çayını doldururken eli istemeden fincanın kenarına vurdu, ince bir çınlama sesi çıktı. Boran’ın başı, refleksle o yöne kaydı; o kısa anda, Elif’le göz göze geldi. İkisinin de içinde bir şey olup bitti o saniyede. Elif, onun gözlerinde tanıdık bir sızı, saklanmaya çalışılmış bir kırgınlık gördü. Boran ise Elif’in yüzündeki mahvolmuş hali, yorgun gözaltlarını, titreyen dudaklarını fark etmemeye çalıştı. Bakışlarını hemen tabağına indirdi. “Elin titriyor,” dedi kuru bir sesle. “Burası, eli titreyenin taşıyabileceği bir ev değil.” “Titremesin diye uğraşıyorum zaten,” diye fısıldadı Elif. “Ama sen de yardım etmiyorsun.” “Ben kimseye yardım etmek zorunda değilim,” dedi Boran. “Herkes yaptığının hesabını kendi verir.” Masadaki sessizlik ağırlaştı. Sofrada onların dışında iki genç akraba daha vardı. Kaşıkların tabaklara değen sesi bile tedirgindi. Kimse araya girip lafa karışmaya cesaret edemedi. Boran, kahvaltıyı çabucak bitirip peçetesini masaya bıraktı. Sandalyesini geri iterken, “Bugün misafirler gelecek,” dedi. “Aşiretten birkaç kişi. Kendini ona göre hazırla.” “Nasıl yani?” diye sordu Elif. “Görüşecek miyiz?” Boran, o buz gibi bakışlarını ilk kez doğrudan ona çevirdi. “Sen bu evin kadını gibi duracaksın. Gülümseyeceksin. ‘Mutluyum’ diyeceksin. Kimseye ağlama, şikâyet etme. Kimseye Ömer’den, İstanbul’dan, kaçışından bahsetmeyeceksin. Anlaştık mı?” Elif’in göz bebekleri büyüdü. “Peki ya ben? Benim hikayem?” “Senin hikâyen çoktan yazıldı, Elif,” dedi Boran, acımasız bir sakinlikle. “Artık sadece törenin kitabında küçük bir satırsın. O kadar.” Bu cümle, Elif’in içine bir çivi gibi saplandı. Ama yutkundu. “Tamam,” diyebildi. “Madem töre diyorsun, ben de payıma düşeni taşırım.” Boran hafifçe alay eden bir hıh çekti. “Sen önce sırtına yüklediğin günahı taşımayı öğren, töreye sonra sıra gelir.” Ve hiçbir şey olmamış gibi çıkıp gitti. Aşiretten gelenler, öğleye doğru avluya doluşmaya başladılar. Yaşlılar, gençler, kadınlar… Her birinin bakışında başka bir niyet, başka bir soru vardı. Elif, üstüne sade ama düzgün bir elbise giymiş, saçlarını toplamış, yüzündeki şişkinliği hafifçe pudrayla gizlemeye çalışmıştı. Avluda kısa sürede fısıltılar dolaşmaya başladı: “Bak, geri dönmüş.” “Boran Ağa boşamadı demek ki.” “İstanbul olayı ne oldu? Kim bilir…” “Gerçekten ailesini mi görmeye gitti acaba?” Elif, tüm bu lafların farkındaydı. Ama başını dik tutmaya çalıştı. Boran içeriye girdiğinde ortalık bir anda toparlandı. Herkes saygı gösterip ayağa kalktı. Boran, sert adımlarla sedire yürüdü. Siyamend Amca, onun yan tarafına oturdu. “Elif,” dedi Boran, onu ilk kez insanların önünde adıyla çağırarak. “Sen de gel.” Elif’in kalbi küt küt atmaya başladı. Yanlarına gidip, biraz geride, ama onların sahasına dahil olacak kadar yakında durdu. Siyamend ona kısa bir bakış attı, o bakışta merhamet de vardı, sitem de, “Sabret,” diyen sessiz bir öğüt de… Aşiretten biri, yaşça büyük, kurnaz bakışlı bir adam, söze girdi: “Boran,” dedi, “kız geri dönmüş. Bu iyi. Ama milletin ağzı torba değil ki büzelim. Bu iş, tam anlaşılmadan kapanmaz.” “Kimseye hesap verecek değilim,” dedi Boran. “Bu evde ne olduğuna ben karar veririm.” “Doğru,” diye devam etti adam, “ama bu sadece senin evin değil. İki aşiretin namusu söz konusu. Berdel meselesi, bir kızın keyfine bırakılamaz. Gitti, geldi… Yarın yine giderse ne olacak?” Elif, bu cümlede kendini tokat yemiş gibi hissetti. Gözleri doldu ama ağlamadı. Boran’ın bakışları bir an ona kaydı, sonra tekrar adamın yüzüne döndü. “Kimse bir yere gitmeyecek,” dedi, net ve sert. “Bu kız bu evin içinde kalacak. Nereye giderse gitsin, dönüp geleceği yer burası. Bunu, o da, siz de böyle bileceksiniz.” Size söylemiştim ailesinin yanına gitti gelecek diye geldi işte bu konuyu kapattın. Elif benim karım ve öyle kalacak dedi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD