9. Bölüm: Zaferin Gölgesi
Barışın ilanı, köy meydanında fiziksel bir rahatlama dalgası yaymıştı. Gerilimin bıçak gibi kesildiği an, Asım'ın boyun eğişiyle gelmiş, nefesler tutulmuşken ciğerler bir anda özgür kalmıştı. İnsanlar, bir an için donup kaldıkları yerlerden hareketlenmeye, fısıltılar yerine normal ses tonlarıyla konuşmaya başlamışlardı. Asım'ın adamları, yenilginin ağırlığıyla süzülürken, Boran'ın yanındakilerin yüzlerinde gurur ve zafer ışıldıyordu.
Ancak bu zafer, Boran'ın omuzlarında ağır bir yüktü. Yorgun bedeni her bir darbeyi hatırlatırcasına ağrıyor, aldığı yumrukların morartıları yüzüne, vücuduna kazınmıştı. Burak'ı öldürmeyi reddedişinin yarattığı sarsıntı, fiziksel acıdan daha derindeydi. Törenin, aşiretin beklediği son bu değildi. Bu bir zaferdi, evet, ama geleneksel olanın dışında, yumuşak bir devrim gibiydi ve kimsenin, hatta kendisinin bile tam olarak nasıl karşılayacağını bilemediği bir zafer.
Elif, ona doğru attığı birkaç adımda bunu hissedebiliyordu. "Bekliyordum," demişti, ve bu doğruydu. Onun kazanacağına dair sarsılmaz bir inancı vardı, ama bu zaferin onları nasıl birleştireceğine dair değil. Boran'ın gözlerinde, dövüşün bitmediğini görüyordu. Dışarıdaki savaş kazanılmıştı, belki, ama içindeki savaş, Zilan'ın hayaleti ve kendi yüklediği suçlulukla olan mücadele, hâlâ devam ediyordu.
"Yaralarını saralım," diye fısıldadı yanına vardığında, sesi yumuşak ve sakin, duygularını dışarı vurmaktan kaçınan bir tonda.
Boran, başını hafifçe sallayarak onayladı, ama gözleri meydanı süpürüyor, aşiretinin ve Asım'ın insanlarının yüzlerini okuyordu. "Evet," diye karşılık verdi, sesi yorgunluktan ve hâlâ devam eden adrenalin patlamasından pürüzlü. "Konakta bir oda hazırlattılar bize."
'Bize' kelimesi havada asılı kaldı. O kadar doğal söylenmişti ki, ama her ikisi de bu birliğin hâlâ kâğıt üzerinde olduğunu biliyordu.
Konaktaki oda, soğuk ve resmiydi. Taş duvarlar, Asım'ın saltanatının soğuk bir yansıması gibiydi. Rüzgar, bir kap su, temiz bezler ve şifalı otlar getirmişti. Boran, bir sandalyeye oturmuş, gömleğini çıkarmıştı. Vücudu, morluklar ve sıyrıklarla doluydu. Elif, suya batırdığı bezi sıkarak yanına geldi. Sessizlik, rahatsız edici bir şekilde odadaydı, sadece suyun hafif şıpırtısı ve ikisinin de derin, düşünceli nefes alışverişleri duyuluyordu.
Elif, ilk temastan ürperdi. Parmakları, Boran'ın sırtındaki bir sıyrığa değdi. Cildi sıcak ve gergindi. Her dokunuş, her temizleme hareketi, aralarındaki mesafenin farkındalığını daha da keskinleştiriyordu. O, onun karısıydı, ama bu yakınlık, bir yabancının mahremiyeti kadar garipti.
Boran, dişlerini sıkmıştı. Acıdan değil, belki de bu dokunuşun uyandırdığı karışık duygulardan dolayı. Elif'in elleri hassas ve dikkatliydi, ama her temasta, Zilan'ın onu iyileştirişi, farklı bir sıcaklık, farklı bir samimiyet geliyordu aklına. Bu anıları zihninden kovmak için kendini zorluyor, şimdiye, bu kadına, onun varlığına odaklanmaya çalışıyordu.
"Burak'ı öldürmediğin için... seni takdir ediyorum," diye kesti Elif sessizliği, sesi odanın soğukluğunda bir sığınak gibi. "Bu, bir ağadan beklenmeyen bir şeydi. Gücünü gösterdi."
Boran, derin bir nefes aldı. "Güç mü? Yoksa zayıflık mı, onu da bilmiyorum. Aşiret, kan görmek ister. Adaletin somut bir işaretini."
"Belki de sen onlara farklı bir adalet biçimi gösterdin," diye cevapladı Elif, bezini yıkayarak. "Merhametin de bir güç olduğunu."
"Merhamet," diye mırıldandı Boran, acı bir tebessümle. "Zilan merhametliydi. Bak ona neler oldu." Söz ağzından çıkar çıkmaz pişman oldu. Bunu neden söylemişti? Elif'i incitmek, aralarına yeniden bir duvar örmek için mi?
Elif'in eli bir an havada dondu. Yüreğine saplanan bir bıçak gibiydi bu sözler. Ama devam etti. Sırtındaki bir morluğa hafifçe bastırdı, bu sefer biraz daha fazla, belki de bilinçaltından gelen küçük bir intikam duygusuyla. "Zilan'ın anısı, daha fazla kan dökülmesini engellemek için bir sebep olmalı, daha fazlası için bir bahane değil."
Boran, bu sözler karşısında hafifçe irkildi. Elif, onun zihninden geçenleri okur gibiydi. İç çekti. "Haklısın. Ama bazı alışkanlıkları kırmak, bir devi yenmekten daha zor." Sonra, neredeyse fısıldayarak ekledi: "Ve bazı hayaletlerle yaşamayı öğrenmek..."
Elif, işini bitirmişti. Yaralar temizlenmiş, gerekli yerler sarılmıştı. Bir adım geri çekildi, araya güvenli bir mesafe koydu. "Bitti."
Boran, gömleğini usulca giydi, hareketleri ağır ve acılıydı. Ayağa kalktı ve pencereye yürüdü. Dışarıda, iki aşiretten insanlar bir araya gelmeye, tedirgin de olsa konuşmaya başlamışlardı. "Yarın dönüş yoluna koyulmalıyız. Buradaki hava... zehirli."
"Peki ya Asım? Sözünü tutacak mı sence?" diye sordu Elif, onun yanında durmadan, odanın diğer ucundan.
"Şu an için evet. Yenildi. Ama Asım'ın kindarlığı derindir. Gözümüz üzerinde olacak." Pencere camına hafifçe vurdu. "Dün gece... Söylediklerimi hatırlıyorsun."
Elif'in kalbi bir an hızla çarptı. 'Eğer kazanırsam, seninle, duvarlar örmeden konuşmak istiyorum. Gerçekten.'
"Evet," diye fısıldadı, "hatırlıyorum."
Boran, ona döndü. Yorgun yüzünde, içsel bir mücadelenin izleri vardı. "O duvarları örmeye alışkınım, Elif. Yıllardır onlarla yaşıyorum. Onları yıkmak... korkutucu."
"Ben de alışkınım," diye itiraf etti Elif, sesi sakin ama içten. "Yalnız yaşamaya. Kendi başımın çaresine bakmaya. Senin duvarların, benim bağımsızlığım... ikimiz de farklı kalelerde yaşıyoruz, Boran."
Bu itiraf, aralarındaki gerilimi bir nebze dağıttı. En azından, aynı savaşın farklı cephelerinde olduklarını anlıyorlardı.
"Peki," diye başladı Boran, yutkunarak. "Belki de... önce kalelerimizin kapılarını aralamakla başlayabiliriz. Yavaş yavaş."
Elif, ona baktı. Gözlerinde, korunaklı bir umut ışıldıyordu. "Belki."
O akşam, Asım'ın ikram ettiği, gergin bir akşam yemeğinden sonra, aynı odaya çekildiler. Oda içindeki oda gibiydi; iki yatak, bir şömine, ve aralarında konuşulmamış onlarca şeyle dolu bir sessizlik.
Şömineyi yakma işini Boran üstlendi. Ateşin alevleri, odanın soğuk taşlarını ve onların donuk yüz ifadelerini ısıtmaya çalışıyor gibiydi. Elif, pencerenin kenarında oturmuş, dışarıdaki yıldızları seyrediyordu. Köy, barışın getirdiği nispeten bir sakinliğe bürünmüştü.
"Bizim köye döndüğümüzde," diye söze başladı Boran, ateşe bakarak, "aşiretin ileri gelenleriyle konuşmam lazım. Bu barışı sağlamlaştırmak için adımlar atmalıyız."
Elif, başını ondan yana çevirdi. "Onlar seni destekleyeceklerdir. Bugün gösterdiklerin, sadece gücünü değil, bilgeliğini de gösterdi."
"Bilgelik," diye tekrarladı Boran, kendi kendine söyler gibi. "Bilge olmak için çok hata yaptım." Zilan'ı işaret ediyordu, belli ki.
"Herkes yapar," diye cevap verdi Elif yumuşak bir sesle. "Önemli olan, o hataların içimizdeki insanı öldürmesine izin vermemek. Sen ölmedin, Boran. Sadece... saklandın. Ama şimdi geri döndün."
Boran, sonunda ona baktı. Ateşin ışığı, gözlerinde turuncu pırıltılar oluşturuyordu. "Senin sayende."
"Hayır," diye başını sertçe salladı Elif. "Ben sadece... hatırlattım. Sen kendin döndün. Bu farkı bilmemiz gerekiyor. Ben senin kurtarıcın değilim."
Bu sözler, Boran'ı şaşırttı. Belki de içten içe, Elif'i tam da böyle görüyordu: onu karanlığından çekip çıkaran bir melek. Ama o, kendi ayakları üzerinde durmak, kendi kimliğiyle var olmak istiyordu.
"Anlıyorum," diye mırıldandı sonunda. "Haklısın." Bir süre daha ateşi seyretti. "Peki ya sen? Bu... aşiret hayatı. Liderin karısı olmak. Sana sormadım hiç. İstiyor musun?"
Elif, bu soruyu bekliyordu. Derin bir nefes aldı. "Boran, ben bir çiftçinin kızıyım. Ama İstabul’da büyüdüm biliyorsun evlatlık vermişler.Hayatım, okul ve geziler üzerine kuruluydu. Bu dünya, töreler, kan davaları, siyaset... benim için yabancı. Ama," diye ekledi, sesi kararlı, "kaçmayı sevmem. Bir kez bir şeyin parçası olduysam, sonuna kadar giderim. Evet, zor. Evet, korkutucu. Ama 'istemek'... bu çok kesin bir kelime. Bunu seçtim. Ve seçimlerimin arkasında dururum."
Boran, onun bu dik duruşuna, bu netliğine hayran kaldı. O, kendi iç karmaşasında boğulurken, Elif net bir su gibiydi. "Benimle kalmayı mı seçtin?" diye sordu, sesi neredeyse kırılgan.
Elif, ona doğru döndü. Yüz ifadesi yumuşak ama kararlıydı. "Şu an için, evet. Ama bu, senin kim olduğuna ve 'biz'in ne olabileceğine bağlı. Ben sadece bir berdel, bir intikam aracı ya da Zilan'ın yerini doldurmaya çalışan bir gölge değilim. Bunu kabul edersen, kalırım."
Bu, bir ültimatom değil, bir gerçeklik paylaşımıydı. Boran, başını salladı. "Kabul ediyorum. Ve... 'biz'in ne olabileceğini öğrenmek istiyorum. Yavaş yavaş."
Bu, onlar için yeni bir sözleşmeydi. Aşkla, tutkuyla ilgili değil, saygı, anlayış ve ortak bir gelecek inşa etme arzusuyla ilgili.
Ertesi sabah, yola koyulma hazırlıkları başladığında, aralarındaki mesafe fiziksel olarak aynıydı, ama hava farklıydı. Konuşmaları hâlâ temkinli, dokunuşları yok denecek kadar azdı, ama göz temasları biraz daha uzun, birbirlerine bakışları biraz daha derindi.
Boran, atını Elif'in yanına sürdü. "Yol uzun," dedi, sade bir şekilde. "Birlikte gidelim."
Elif, ona baktı ve hafifçe gülümsedi. Bu, ender görülen, samimi bir gülümsemeydi. "Birlikte gidelim."
Asım, onları uğurlamak için gelmemişti. Ama köyün girişinde, Boran'ın adamları ve Asım'ın birkaç sadık adamı, onlara eşlik ediyordu. Barışın ilk testi, bu uzun ve tedirgin yolculuk olacaktı.
Yola koyuldular. At adımlarının düzenli sesi ve rüzgarın uğultusu arasında, Boran ve Elif, yan yana, ama ayrı dünyalarda gibi görünüyorlardı. Biri geçmişinin ağırlığıyla, diğeri belirsiz geleceğin tedirginliğiyle meşguldü.
Ama ara sıra, Boran, yolun durumu hakkında bir uyarıda bulunuyor ya da Elif, uzaktaki bir dağ manzarasına işaret ediyordu. Küçük, önemsiz şeylerdi bunlar. Kalelerin kapılarındaki küçük aralıklardı.
Ve belki de her şey, bir savaş veya büyük bir tutkuyla değil, işte bu küçük, kırılgan aralıklarla başlıyordu. Zafer kazanılmıştı, evet. Ama asıl savaş, iki kırık kalbin kendi duvarlarını yıkıp, ortak bir dil inşa edip edemeyeceğiydi. Ve bu savaşın sonucu, bir dövüşten çok daha belirsiz, çok daha uzun solukluydu.