Dost

4888 Words
Kader, acıyı emer. Çünkü kader; kötüyü yazmakla hükümlüdür. İyi olan her ne varsa, seçimdir. Aşk, mutluluk ve daha güzel olan bir çok şey, insanın kendi seçimleridir. Fakat nefret etmek, üzülmek ölüm ve yaşam, insanın elinde değildir. Seçilmez, ancak insanı insan yapan yegane şeylerdir. Kötüdürler. Ve bu dayatılmış bir zorunluluktur. Bu nedendir ne iyiliğin, ne de kötülüğün safını tutmamam...yalnızca kendi doğrularımla yaşamam. Benim doğrularım arasında sıra başı gelen, yaşamı geçerek nefeslerimin bir parçası haline gelmiş olan bir şey daha vardı. Kan ve ölüm. Ve tam da bu sebepten, suçlu gibi dizilmiştik salonda. Saltuk, öfkeden delirmişcesine etrafımızda dolanıyordu. Herkesi dağıldıktan sonra, üçümüzü salona, karşısına dizmiş ve sadece etrafımızda tur atmıştı. Bunu dakikalarca yapmayı sürdürürken, birden aklına annem gelmiş ve daha da sinirlenmişti. Telefon elinde, öylece dönüp dururken anneme ulaşmaya çalışıyordu. Sonunda açmış olacak ki kulaklarımı çınlatacak bir şekilde bağırarak "Neredesin sen anne?" dedi. Bir süre onu dinledikten sonra ses tonunu biraz daha indirerek devam etti. "Orada kal. Adamları yolluyorum, onlar gelmeden sakın çıkma...Çıkma diyorsam çıkma anne! bekle orada." "Ya ne oluyor anasını satayım?" dedi Toygar. Saltuk'un bu panik halleri, onu sinirlendirmiş gibi. "İlk defa mı birini öldürüyor bu adam, ne bu haller?" Saltuk, telefonu cebine atarken ona ters ters baktı. "Ne alakası var oğlum?" dedi hala üzerinden atamadığı öfkesiyle. "Kadın sabahtan beri yok ortalarda. Bir de onla uğraşmayalım." Tamay, oldukça sessiz bir şekilde koltukta yayılmış oturuyordu. Gömleğinin düğmelerini açmış, kollarını katlamış ve kemerini çıkarıp yanına koymuştu. Kadehini elinde tutarken, içindekini hafifçe sallıyor ve git gelleri izliyordu. Saltuk, ona kısık gözleri ve seğiren çenesiyle bakıyordu. Toygar ise yalnızca başı ağrıyormuş gibi şakaklarını ovuşturuyordu. "Alo?" dedi Toygar, Tamay'ın yukarı topladığı ayağına vurup bacağının uzayarak dengesinin dağılmasını sağlayarak. "Toplan abi biraz." Tamay, elindeki kadehi bir hışımla fırlatırken sarsılmış gibiydi. Kadeh, binlerce parçaya ayrılarak salonun bir ucundan diğer ucuna kadar dağılmıştı. Parçaların yuvarlanarak dağıldığı yerleri izlerken Tamay, öfkeyle soludu. "Sikerim elini ayağını,pezevenk." dedi ona doğru atılarak. "Canımı sıkma." Toygar onu kaile dahi almadan güldü ve önüne döndü. "Tamay," dedim ona dönerek. "Misafirlerin içine kan revan daldın. Bize bir açıklama yapmayacak değilsin herhalde." Tedirginliğimi onlara belli etmeden ruh halinden çekinerek sordum. "Öldürdüğün kimdi?" Bazı zamanlar, bakışları bile susmama yetiyordu. Bu da o zamanlardan biriydi. O, kini öylesine yoğun yaşayan bir insandı ki tüm benliğini şeytana köle satmıştı sanki. Emindim ki şeytanın etrafında dolaşmaktan zevk aldığı biriydi. Nefretin en güçlü sahibiydi. Ve şeytan, bir kardeşten sıkılarak diğerinin sırtına tökezledi. "Bana bakma," diyerek uyardım onu. "Cevap ver." Dudakları aşağı büzüldü ve başını sallarken bana 'vay be' diyen gözlerle bakıyordu. O da mı sarhoştu? "Saltuk ağabeyine iki seçenek sundum." dedi. "Beni cevapsız bıraktı. Bilirsiniz; benim sorumun karşısında cevapsız kalmak, bana istediğimi yapabilecek olduğumu düşündürür." Toygar burnundan soluyarak ona alayla güldü. "İstediğin bizim verdiğimiz cevap olmadığı sürece sen hep istediğini yapan bir adamsın." dedi. Bu Tamay'ın pek umurunda olmamıştı fakat hepimiz biliyorduk ki Toygar haklıydı. "Sen soruyu sadece sormadın denmemesi için sorar; yine yapacağını yaparsın." Saltuk ağabeyim lafını kesip devraldığında, alaycı bir gülüş sunup bir bacağını diğerinin üzerine atarak ona sanki palavra sallayacakmış gibi küçümseyici bakıyordu. "Şirketteki tüm hisselerimizi sana devrettik." dedi. Ağzım, şaşkınlıkla aralanırken "Ne?" diyebildim yalnızca, dehşet içinde. Başım öne çıkmış, yüzüm limon yemiş gibi bir ifadeye bürünürken ona bakakalıp yerimde dikleşmiştim. Anlamsızca bakıyordum çünkü söylediklerini bağdaştıramıyordum. "Şirket bir süredir zarar ediyor, Derin." dedi. Bana bildiğim değil bilmediğim kısmını anlatmasını ister şekilde baktım. Bunu geçmesini ister gibi el hareketi yaptığımda konuyu daha da ele alarak gözlerime dimdik baktı. "Seni, şirketin tek vasisi olarak gösterip, sabah gümrükte gördüğün dallamanın babasıyla bir ortaklık kurduk. Bu yüzden gece bizimle masadalardı." "Aslında gümrükten çıkan mallar, o deyyusa ait. Ortaklığı kabul etmek için bu şartı sundu ve biz de kabul ettik." dedi Toygar. "Ülkeye bu maddeleri sokan herkesin, iş bitiricisi Renan Sargın. Adam bir lafıyla ülkenin gelir kaynaklarını yok edebilecek biri. Sermiyan Devleti'nin göz bebeği yani." Her birine gerçekten hayrete düşmüş bir şekilde bakıyordum. Oturduğum koltuktan destek alarak daha da doğruldum ve kuşkusuz güvenimi yıkan adamların gözlerinin içine baktım. Beynime sıçrayan vücudumdaki tüm kanımla, yumruklarımı sıkarak, içimden çekilen ruhumla baktım. "Bana yalan söylediniz. Oraya hırsızlık yapmam için mi gönderdiniz?" dedim onay bekleyerek. "Arkamdan iş çevirdiniz. Hem de ben bu iş için uğraşırken, siz adamlarla alem yaparken, öyle mi?" Cevap yoktu. Yüzlerine bakmaya devam ederken, bakışları ben hariç salonun her bir köşesinde dolanıyordu. "Öyle," dedi Tamay. İçimde sağlam bir temel attığımı sanırken, güvenim aslında fay hattının üzerindeki bir gökdelenmiş meğerse. Aklım almıyor ve almadıkça içeride bir şeyler yiyip kemiriyordu aklımı. Alkış tutmak istiyordum...bu tiyatroyu ayakta alkışlamak. "Seninle ne alakası var bunun?" diye sordum Tamay'a kaşlarımla kolunu işaret ederken. "Dedim ki; ya bu ortaklığı bozarsın, ya da ben onları teker teker öldürürüm." Sinsi bir şekilde baktı bana. Yutkunamadığım tükürüğü yüzlerine atmak istiyordum. "Sen işi bitirene kadar bekledim, belki anlarsın diye ama senin de salaklığına geldi işte. Ben de onlar evimizde alemdeyken, büyük oğluna bir şarjör boşalttım." Ellerim, yüzüme uzandı ve titreyen ellerimle yüzümü kapattım. Paramparça olan kadehten daha da parçalanmıştım. Yeterince düşmana sahip değilmiş gibi, bir tane daha eklenmişti ve bu kez düşman, tam dibimizdeydi. Şirketimizi paylaşıyorduk. Ve bu çok saçmaydı. Parmaklarım yüzümden kayarak saçlarım arasına bir tarak gibi dalarken çekiştirerek bıraktım ve ellerim bacaklarımın üzerine düşerken yalnızca izledim. Tepkilerini...her şeyi. "Derin, mübrem...özür dilerim." dedi Tamay, bana elini uzatarak. Onun yalnızca eline bakmakla yetindim. Bu onu kırmıştı. Beni de öyle. "Söylemeliydim." Tüm hissettiklerimi bir kenara bırakıp, zihnimi göz ardı etmemi sağlayan hüznümün üzerine bir çarşaf örttüm ve onu uykuya yatırarak tekrar düşünmeye çalıştım. Mantıklı olanı. "Tamay'ın bunu yapacağını bilerek ortaklığı devam ettirdin." dedim Saltuk'a. Öne doğru eğilmiş, dirseklerini dizlerine dayamış ve başını ellerinin arasına almışken sesimle birlikte başını kaldırarak bana baktı. İsteksiz ve çekingen bir tavırla. Her şeyi planlayan oydu fakat yüzüme bakmaya, konuşmaya cesaret edemeyen de oydu. "Ne anlamı kaldı ortaklığın? Adamların kanını döktünüz. Üstelik şirketi bitirebilecek olan adamların kanını. Nasıl böyle bir şeye, göz göre göre müsaade edersin?" Omuz silkti ve kaşlarını kaldırdı. "Bilirsin; Tamay bir şeyi aklına koyduysa, yapar." dedi umursamaz bir şekilde. "Ben ortaklığı bozsam da, yine öldürecekti adamı. Sırtımızı dayadığımız devleti açık edecekti. Fazla takıntılı bir şekilde araştırıyordu içeriyi. Zaten öğrenince öldürülecekti." Derin bir nefes aldı. "Mallar gümrükten çıkar çıkmaz dağıtıma gitti. Ödemeler sabaha kadar şirket hesabında olacak. Sabaha kadar da bu olay onları oyalamış olur. Şirketin borcunu, para hesaba geçtiği an kesecekler zaten. Ne zarar ettik, ne böyle bir iş bizim üzerimizden döndü. Yani Sargın'ları piyon olarak kullandık. İçin şimdi rahat mı?" Başımı salladım. Onu anlıyormuş gibi, Tamay'ın yaptığının mantığa sığar bir açıklaması olmuş gibi, umurumda değilmiş gibi, bunun bize yara vereceğine takılmıyormuş gibi...tüm hissettiklerimi sanki hissetmiyormuş gibi. Her zamanki gibi. Rol yapıyordum işte. Onlar bir şeyleri berbat eder, ben düzeltirdim ya da benim üzerimden düzelirdi veya ben ortaya koyulurdum. Her neyse. Benim varlığıma şükretmeleri gerekir. "Tüm derdiniz borcu kapatmak belli ki," dedim bastırdığım öfkemle. "Bu gece birini öldürdünüz. Sadece Tamay değil, üçünüz öldürdünüz. Sabah şirket aklanacak belki ama sonrası kanlı olacak. Bunun içinde böylesine bir planın varsa eğer; içim rahat ağabey." Koltuktan ayaklanarak kalkarken, tenime sinirden vücudumu kaplayan terin yapıştırdığı kumaşı çekiştirerek onlara arkamı dönüp salondan hızla çıktım. Sessizlik, ardımda bıraktığım üç zihnin gürültüsünü bastırmak ister gibi zehirli bir tınıyla dolaşıyordu odada. Onları vicdan muhasebesinde yalnız bırakmıştım. Kendimi de öyle. Koridordan merdivene adım attığım an, dış kapının açılmasıyla annem içeri girdi. Kürkünün yakalarını açarken göz göze geldiğimiz o kısacık anda, ceset gibi bakan gözleri devrilerek başka bir yöne çevrildi. İçim dolup taşarken buğulanan gözlerimle hızla merdivenleri çıkarak odama girip kapıyı kapattım. Üzerimdekileri bir çırpıda çıkarıp şortumu ve atletimi geçirip terastan Toygar'ın bana on yaşıma bastığım gün hediye olarak yaptırdığı küçük odaya girdim. İçerisi, küçük fakat genişti. Yüksekti de. Tavanda asılı demirden sarkan iki parça tül vardı. Küçük dolaptan sargıları alıp ellerime ve ayaklarıma sararak tüle yöneldim. Önce ayaklarıma doladım tülü, sonra elimle en tepeye kadar tırmanıp bir bacağımın arasından geçerek dolandım. Dönerek kendimi aşağı bırakırken ellerimi özgürce geriye sallamıştım. Düşünmek istemediğim zamanlarda bu odaya girerek yapmaktan zevk aldığım dansı yapardım sadece. Çünkü küçüklükten beri düşmeme hiç izin verilmemişti ve ben düşmekten korkardım. Bu tüle metrelerce yükseklikte dolanıp kendimi bırakıp, düşebileceğim binlerce hareketi yaparken korkuyordum. Bu, düşünmeme engel oluyordu. Düşünürsem, anneme benzeyecektim. Hayatımın geri kalanında ayakta durabilmek için ilaçlarda deva bulacaktım. Zihnimi kaybedecek, herkesin boş verdiği dengesiz biri olup çıkacaktım. Bunun olmasına izin vermezdim. Anneme benzeyemezdim ben. Bana her baktıklarında, yüzümde gördüğü kişi babam olmalıydı. Ağabeylerimde değil, bende göreceklerdi babamı. Çünkü bu alemde kadınlara ve çocuklara el sürülmezdi. Beni öldüremezlerdi. Ben, son nefesime kadar yaşayacak ve yaşatacaktım onu. Sarsılmıştım. Her şeyin bu kadar içindeyken,bir o kadar da kör olmam beni sarsmıştı. Onlara lâl ve kör bir şekilde güveniyor olmam beni yanıltmıştı. Tüllere bir hırsla asılarak dolandım...durdum. En tepede. İçim burulup kalbim sıkıştı an, gözlerim buğulandığı an, babamın yüzünü gözlerim önünde gördüğüm an kendimi salıverdim boşluğa. Fakat düşmedim...düşemedim. bacağıma doladığım tül beni kurtardı ve öylece asılı kaldım boşlukta. Başımı geriye attığımda ise, annemim bir sandalye çekip kapının ağzına oturmuş, beni izlediğini gördüm. Ona tersten bakıyordum. Sızlayan burnumu ve yanan gözlerimi ondan gizlemek için gözlerimi kapattım. Vücudumda ki tüm kan usulca beynime ilerliyordu. Nefeslerim, ters durdukça sıkışıyordu. Lakin ne inmekten vazgeçtim, ne de gözlerimi kapalı tutabildim. "Toygar ve sen, babanıza benziyorsunuz." dedi annem, donuk bakışları ve bir ölüden farksız bedeniyle yüzleşir gibi. "Sen gücünü ve vicdanını, Toygar ise inadını ve gel git aklını ondan almış. Saltuk'la Tamay bana benziyor. Güçlü duran zayıflıklar sadece." Derin bir nefes aldı. "Ben, babanla uğraşırken bu alemin içinde delirdim. Sen ise üç tane baban gibi adamla savaşırken delireceksin." Elinde ince sigarası, yine harab bir haldeydi. İlaçlarını alkolle aldığı zamanlarda olurdu böyle. Ve açılırdı çenesi. Böyle olduğu zamanlarda en saf haliyle konuşurdu. Vicdanıyla. Güldüm sadece. Kırmızı gözlerimle ona bakmaya devam ettiğimde yüzümdeki ifade yalnızca acı barındırıyordu. Gözlerimin çevresinde asılıydı acı. Bir cesedin kanını sürmüş gibi kırmızıydı etrafı, emindim. "Eğer bu yüzden babama benzediğimi düşünüyorsan, yanılıyorsun. Güçlü falan değilim." dedim. "Babam yıkılmazdı hiç." Usulca salladı başını. Söylediklerimi bir an takdir eder gibi baktı. "İnsanlar gücün asla yıkılmamak olduğunu düşünüyor, tıpkı senin gibi." dedi. "Gerçekten güçlü olabilmek için, öncesinde çok devrilmiş olman gerekir." Oturduğu yerden, dizlerinden destek alıp kalkarken. "Onları ayakta tutan senin varlığın. Ben babandan sonra bıraktım." dedi. Ruhu bedeninin içinde kıvranıyordu sanki. İşkenceler içinde kıvranır gibiydi. "Ben duvara çiviyi sağlam çaktım. İster çiviyi sök at, istersen çerçeveyi tak üstüne bir anlamı yok. Bu adamların her adımında çatlıyor duvar. O çiviyi de, çerçeveyi de atacak içinden." Onu yalanlamak istedim. Yanıldığına dair bir şeyler fısıldamak. Dilim varmadı buna. Haklıydı çünkü bu dağ gibi sarsılmaz adamların bile kanına dokunan, gözlerinden yaş akıtan alem; kadınların da ruhunu damla damla akıtacak bir alemdi. "Eğer bir Yalvaç kadınıysan, delirmek kaderindir kızım." Boynundaki şalını omzunun üzerinden geriye doğru attırarak tebessüm etti yalandan. Cam gibi parlayan yeşil gözleri haklı olmanın verdiği gururla parlıyordu. "Ben sizden değil, sizleri bu alemin eline doğurduğum için kendimden nefret ediyorum. Size değil kendime çeviriyorum ben başımı." Tüllere sıkıca tutunarak bacağımı doladığım yerden çıkardım ve kendimi ayaklarım üzerine düşecek şekilde yere bıraktım. Sağlam bir şekilde bastım yere. Ellerim ve üzerime yapışan toz, sert bir şekilde hareket etmemden yüz bularak dağıldı etrafa. Ben de bundan yüz bulup ellerimi birbirine vurarak çırptım. Sargıları çözerken beni izliyordu. Ben ise gözlerimi gözlerinden ayırmıyordum. "Merak etme anne," dedim fısıltıyla. "Biz de kendimizden nefret ediyoruz." Omuz silkti, başı dik bir şekilde. Bundan gocunmuyor, mutluluk duyuyordu. "Ben hem kendi ailemi, hem babanın ailesini bir bir gömdüm toprağa." dedi. Nefretini kusacağı bu günü mü beklemişti sahiden? "Sonra o toprağı bir de çocuklarım için kazdım, doğduğunuz gün." Sargıları, yükselen ateşim ve öfkemle birlikte bir kenara atıp karanlığın içinden alçak tonda bağırdın ona. "Ya kendin?" dedim tükürürcesine. "Kendine kazmadınmı bir çukur?" Dilini, damağına vurarak reddeder gibi cıkladı. "Kazmadım." Dişlerimi öylesine kuvvetle sıkıyordum ki ağzımın içine döküleceklerdi neredeyse. Yumruklarımı sıkmak naçardı. "İnsan kendi mezarını nasıl kazar, biliyor musun? Çocuk doğurarak." Ona doğru yürüdüm çıplak ayaklarımın zeminde bıraktığı sesle. Kolundan tutarak çekiştirdim ve terastan onu odama sokarak sürgülü cam kapıyı çektim. Benimle birlikte, sağlam adımlarımın aksine yalpalayarak yürürken bıraktım kolunu. "Bir daha bu haldeyken çıkma odandan sakın." dedim uyarırcasına. "Yarın Güzin'i arayacağım. Bir süre göl evine gitsen iyi olur." Bana bayık gözleri altından alayla gülerek baktığında öfkem daha da kabarmıştı. Ya zarar verecektim, ya da uzak tutacaktım damarım üzerinde gezinen herkesi kendimden. Ben sabırlı bir insan değildim. Kendimi ancak bu kadar zorlayabilirdim. "İstemem Güzin'i falan başımda. Kendim gider biraz kafamı dinlerim. Yakında patlayacak silah seslerini duymaya can atmıyorum." dedi. "Zaten doğruları söylediğim hiçbir zaman, istenmedim bu bataklıkta." Bir zamanlar severek inşa ettiği bu evden nefretle bahsederken, kalbimin orta yerinde yaktığı ateşi, bizzat nefesiyle harlamıştı. "Doğruları söylemek için konuşmuyorsun sen," dedim. Adımlayarak kapıya kadar geldim ve kulbunu çevirerek kapıyı arkasına kadar açtım. "Can yakasın diye konuşuyorsun." Omuzlarını oynatıp, bir haltmış gibi göğsünü gererek adımlarken yanıma kadar geldi. Hâlâ az önce durduğu noktaya bakıyordum. Gözlerini görüp yumuşamamak için. Çünkü merhametim, benim lanetimdi. "Ha şunu bileydin," dedi kulağıma doğru. Dişlerimi birbirine sürterek gıcırdattım ve gözlerimi yumdum sımsıkı. "Sizi de gömdüğümde benim canım söküleceğine, söyleyeyim de sizin canınız yansın. Belki aklınızı toplarsınız." Yalnızca sessizlik arasında, ayakkabılarının yerde bıraktığı ses yankılanırken öylece durdum karanlığın içinde. Ses etmeden, onunla savaşmadan bile için için kızdırmıştım onu. Göğüs germeden yalnızca alttan almıştım onu. Bunlar başarabildiklerim arasında olmayan şeylerdi. Kapıyı var gücümle kendime çekip, arkama doğru iterek kapattığımda, odanın içinde aheste duran birkaç şey sarsılmıştı. Düşünmek istemedikçe üzerine bir yenisi ekleniyor, aklım kaçıp gidebilmek için çırpınıyordu. Neyse ki hayatımızda ki tek iyi şey, dünün olduğu yerde kalmasıydı. Sabah uyandığımızda, dün yaşananların hiçbiri aslında olmamış gibi davranacaktık. Bu hep böyle olmuştu. Bu defa öyle olacağını asla düşünmüyordum. Bu kez farklı hissediyordum. Bunun bir kan meselesine dönüşecek olmasından tedirgindim. Olacaktı da. Çünkü Tamay; bariz hedefti. Öldürdüğü adamın kardeşinin ve babasının olduğu masaya, onun kanıyla boyanmış elleriyle oturmuştu. Şuan tek düşündükleri acı olsa da, uzun sürmeyecekti. Eğer sürerse, yapacakları bir o kadar gecikir yahut yola devam edilemezdi. Burada, her şey dünde kalırdı. Kalmak zorundaydı. * Telefonun dakikalardır ısrarla devamlı çalması beni uyanmak zorunda bırakmıştı. Yatağın içinde kıpırdanıp komidin de ki telefona uzandım ve açarak kulağıma götürdüm. "Derin," dedi telaşla Giray. Sesi oldukça canlı ve heyecanlı geliyordu."Hiç bilmiyor olmayı dilerdim ama artık çok geç." Yatağın içinde çırpınarak yorganı üzerimden attım ve yataktan çıkarak banyoya yöneldim. "Ben de öyle." diyerek bildiğimi belli ettiğimde, şaşkınlık nidası savurdu. "Nasıl?" dedi şaşkınlıkla. "Sen nereden öğrendin?" Klozetin kapağını kapatarak oturdum. Bedenim uyanmış olsa da ruhumun hala uyuduğunu fark ettiğimde bedenimdeki ağırlık beni ayakta tutmaya yetmemişti. Genelde uyanırdım fakat ilk üç beş saat, zihnim hala uyuyor olurdu. "Ağabeylerimin bizzat kendilerinden." Sesim homurtu gibi çıkıyordu. "Bu saate kadar uyumadın mı sen?" "Boş ver sen beni," dedi bir çırpıda. "Durumun farkındasın değil mi?" Bir an önce telefonu kapatabilmek için can atıyordum çünkü ağzımı açıp cevap verecek gücü kendimde bulamıyordum. Kulağımdan uzaklaştırıp saate baktığımda henüz sabahın yedisi olduğunu görmemle çığlık atacak duruma gelmiştim. Zaten şirkete gidecek ve görüşecektik. Bu endişesi nedendi, anlam verememiştim. "Henüz sabahın körü ve benim farkındalık fonksiyonlarım çalışmıyor Makber'im be." Biraz bozulmuş olmalıydı ki sesi bir süre bana ulaşmadı fakat garip sesler çıkardığını duydum sonra. Gözlerimi devirdim. "Şirkete geldiğimde konuşsak?" "Olur." dedi fakat sesindeki çekingen tavır beni rahatsız etmişti. Benden çekinmesi gereksizdi. "Sen iyisin değil mi?" "İyiyim tabii." dedim alaya vurarak. "Yer mi iyi olmamak?" "Sen yine de bunu fazla hafife alma, olur mu?" dedi,ben telefonu kapatmaya hazırlanırken. "Adamları tanıyorum. Durmayacaklardır. Dikkat et. Şirkette olacağım. Geldiğinde mutlaka bul beni." Beni görebilecekmiş gibi başımla onayladım. "Tamam. Sen de dikkat et bal." Telefonu, cevabını beklemeden kapatıp aheste bir tavırla yüzümü yıkadım ve aynı üşengeçlikle eşofmanın paçaları yeri bir paspas gibi silerken, ayaklarımı sürüyerek yürüdüm. Gözlerim açılmıyor ve bedenimin üzerinden binlerce tır geçmiş gibi hissediyordum. Kendi vücudum bana ağır geliyordu. Aşağı inip mutfağa girdim ve sert bir kahve için makineyi fişe takıp çalıştırdım. Mutfak masasına otururken, başım masanın üzerindeki ellerime düştü ve zaten kapanmak için can atan göz kapaklarım bir anda düşüverdi. Bir Yalvaç kadınıysan, delirmek kaderindir kızım. Annemin sesi, sanki yanımdaymış gibi yankılanırken gözlerimi sıkarak oturduğum yüksek taburede kıpırdandım. Onları ayakta tutan, senin varlığın. Gerçek, her zaman göz ardı ettiğim bir olguydu. Lakin bunu kabullenmiş olmak, bedenime ağır gelen bir yük olmuştu bana. Oldukça ağır bir yük. Bir insanın sonunu bilmesi, öleceği günü bilmesiyle eş değerdi. Zihnimi kaybetmek, benim için ölmek demekti. Delirecektim; bu öleceğim günü biliyor olmam demekti. Biri başıma usulca dokunduğunda, sıçrayarak kalktım ve Toygar'la yüz yüze geldim. "Taşmış," dedi tezgahın üzerini işaret ederek. Hâlâ kaynayan kahve taşmaya devam ederken Toygar, hareketsiz kaldığımı görerek tezgaha ilerledi ve makineyi kapatarak eline bir bez alıp tezgahın üzerini sildi. Sadece onu izlerken, bardağımın yanına bir bardak daha koyup makineyi tekrar açtı. Bana dönük olan sırtını tezgaha yasladı ve kollarını göğsünde birleştirerek yüzüme baktı. "Yüzün şişmemiş." dedi, bir dedektif edasıyla. "Uyuyamadın mı?" Ona yalnızca düz bir şekilde baktığımda, kaşları çatıldı. Yüzümü inceliyor, tepkisizliğime tepki vermiyordu. Cevap vermemem genelde onu öfkelendirirdi. Eşofmanının ipleri dökülüyordu. Beli neredeyse düşecek gibiydi ve üzerinde ince bir tişört vardı. Paspal görünüyordu fakat bu haliyle bile pek çok kişinin rüyalarını süsleyebilirdi. Kendime göz devirirken masaya,önüme döndüm ve sol yanağımı koluma yasladım. "Neyin var, zübdem?" diye sorduğunda halsiz bir şekilde gözlerimi yumdum. "Bana öyle deme," dedim çocuk gibi. "İnsanlar kıymetlilerine yalan söylemezler." Tepkisini göremiyordum fakat yüzünün masum bir hâlde, mahrur bakışlarla beni izlediğinin farkındaydım. "Sana yalan söylemedim." dedi kendinden emin bir şekilde. Kırgındım. En çok ona kırgındım. Onunla mesafeli değildim, aramızda yaştan öte gelen mesafeler yoktu,diğerleri gibi. Çocuk gibi eğlenirdik hep. Sır, yalan ve sessizlik yoktu bizim hikayemizde. Doğrular, yanlışlar ve kahkahalar vardı. En çok ona darılmıştım bu sebeple. En beklemediğim yerden kırmıştı beni. Dünü, yeni bir günle arkamızda bırakmak benim gibi ona da saçma geliyordu. Bu nedenle kırgınlığımı benimle konuşarak çözmeye çalışıyordu. "Sustun," kahvenin kokusu burnuma daha yakından ve keskin geldiğinde gözlerimi açtım. Bardağı yüzümün dibine koymuştu. Buharı burnumun ucunu nemlendiriyordu. "Bu yalana ortak olmaktır." Sandalyesini çekip yanıma oturdu ve kahvesini avuçlarının arasına aldı. "Seni uzak tutmak istedik, hepsi bu." dedi, kendince savunmasını yaparken gözleri sürgülü boydan cama vuran yağmur tanelerinde geziniyordu. "Bu işlerin içindesin ama bazı şeyleri bilmek zorunda değilsin." Güldüm. Alay eder gibi gülüşüm gözlerini üzerime çevirmesine sebep oldu. Ters fakat yumuşak bir bakıştı bu. Anlayışlı bir bakış. "Toprak da kuru ama suya ihtiyacı var. Bir çiçeğe sahip olabilmek için." dedim alay etmeyi sürdürürken. "Bu böyledir, Toygar. Bazı şeyleri istemesen de zorundasındır. Toprağın sulayacak kimsesi yoktur ama bir gün kış elbet gelir...o yağmur elbet yağar. O çiçek, illa ki boy verir." "Toprak, gökyüzüyle dargın, Derin; yağmur onu çamurlaştırdığından. Onu, başka bir şeye dönüştürdüğünden. Çiçek onu güzel gösterir belki ama bir sonraki yağmura kadar var olduğu toprak mezarı olur. Anlayabiliyor musun?" Anlıyordum. Onu da anlıyordum. Kaybetme korkusu ve iç güdüleriye yaklaşıyordu bana. Kardeşiydim. Bir parçası. Zübde'si. En değerli kısmıydım onun. Bana tüm saflığıyla bakıyor, yaklaşıyordu. Korumak istiyor, bu kadar içlerinde olmamı istemiyordu. Çünkü bir kadın, güçlü bir kozdur. Güçlü bir hedef. Güçlü bir zaaf. Eğer ki mezarını kazmış, ölümü kabullenmişsen burada bir kadına zarar verebilirdin. Ve bu alem de ki adamların çoğu, bunu çoktan yapmış olan adamlardı. Yine de kadınlar ve çocuklar dokunulmazdı. Ne yaman bir çelişkiydi. "Toprak gökyüzüyle barışırsa, artık yağmur yağmaz mı?" diye sordum, başımı kaldırıp kahvemi elime alarak ondan bir yudum aldım. Derin bir nefes aldı, ancak nefesini titrek bir şekilde bıraktı geriye. "O da gökyüzünün ibneliğine kalmış." Elimde olmadan, kahveyi ağzımda zorla yutarak güldüğümde omzuna hafif bir şekilde vurdum. O da uzanıp saçlarımı karıştırırken zaten kısacık olan saçlarım yüzümün önüne düştü. Üfleyerek geriye attığım saçlarım arasından gülüşünü görmemle birlikte çocukluğumuzda yaptığımız gibi ona serçe parmağımı uzattım. "Bir daha yalan söylemek yok, koca adam." dedim. "Söz mü?" Parmağıma baktı. Bakışları düştü, yüzü soldu ve yutkundu. Parmağını parmağıma dolamadı. Bu benim için yeterli bir cevaptı. "Söz, zübdem." Ona kırgınlığımı bariz belli edecek bir ifadeyle bakarken, bunun benim için ne anlama geldiğini bilerek başını tekrar izlediği yağmura çevirdi. Başımı usulca iki yana sallayarken elimdeki bardağı masaya bıraktım ve yanından kalkarak sakin bir şekilde mutfaktan çıkıp odama yöneldim. O sırada, odasından çıkıp gözlerini ovuşturan Tamay'ı gördüğümde, onu görmezden gelerek merdivenin son basamağını da çıkıp odama girerek kapıyı kapattım. Dolabıma yönelip kapaklarını açtım ve içindekilere öylece baktım bir süre. Telefonun melodisi yankılanmaya başladı odanın içinde. Umursamayarak eşyalar üstünde göz gezdirmeye devam ederken, bugün takım değil rahat bir şeyler giymek istediğimi fark ederek siyah pantolon ve beyaz kazağımı alıp yatağımın üzerine attım. Deri ceketimi de dolabın kapağına asarken hala inatla çalmaya devam eden telefon iyiden iyiye sinirlenmeme sebep oluyordu. Kıyafetleri üzerime giyip, sonunda susan telefonu cebime attığımda, aşağıdan ağabeylerimin yükselen sesleri yankılanmaya başladı. İçime çöken tedirginlikle ayakkabılarımı giyip odamdan çıkarak hızla aşağı indim. Tamay'ın koridorda bir sağa, bir de sola yürüyerek telefon kulağında bağırarak konuştuğunu gördüğümde içeriden gelen televizyon spikerinin sunduğu haber, olduğum yerde kanımın çekilmesine sebep oldu. Hızla salona girdiğimde, birçok haberci şirketin önündeydi ve caddeye saçılan camların arasında pek çok insan hayretle içeriyi izliyordu. "Sikerim deşifre olmayı, Saltuk!" diye bağırdı Tamay. "Birine bir şey oldu mu, onu söyle?" Bir süre sesini duyamadım. Televizyona kitlenmiş bir şekilde bakarken, omzumun üzerinden dolanan kolun sahibinin Toygar olduğunu bilerek ona sokuldum. Kolumu parmaklarıyla sıkarken, destek olup güven vermek istiyor gibiydi. "Orospu çocuğu." diyerek gürledi Tamay. "Zaten amaçları buydu. Sülalelerini sikeceğim. Sana söylüyorum, hepsini teker teker sikeceğim." Annemin sessizce yanımıza gelerek sorgular bakışlar attığını gördüğümde gözlerimi yumdum. İçimde, beni dürten bir his vardı. Göğsümü sıkıştıran ve içimi burup duran bir his. Yukarıda zır zır çalan telefonum aklıma geldiğinde durup cebimden çıkardım ve aramalara baktım. Giray Merden'den 8 cevapsız arama. Parmak uçlarımın aniden buz kesildiğini ve beynimin içine kadar tüm hücrelerin ayaklandığını hissettim o an. Giray'ın orada olup olmadığını bilmemek bu hissi daha da körüklerken isminin üzerine basarak onu geri aradım. Toygar sessiz bir şekilde omzuma doladığı kolunu geri çekerken beni izliyordu. "Kim yaptı bunu?" diye sordu annem. Bana değil, Toygar'a sormuştu bunu. "Sağlam birileri." diye fısıldadı Toygar. Ardından kendini tekrar etti. "Sağlam birileri, anne." Telefon çalıyor, çalıyor...açan olmuyordu. Bir küfür savurarak saçlarıma asıldım. Yerimde duramıyordum. Ayaklarımı bastığım zemin oynuyordu. Ayakkabılarımın altına paslı çiviler batıyor, ellerim titriyordu. Telefonu ısrarla aramaya devam ederken tırnaklarımı dişliyordum. "Ne oldu?" diye soran sesini duydum Toygar'ın. Bana sormuyordu. "Giray..." dedi, Tamay. "Adamların arkasından sıkmaya çıkarken vurulmuş." Ruhumun üzerine cam kırıkları yığıldı. Taş kesildi vücudum...kıpırdayamadım. Toygar, öfkeyle ardı ardına küfürler savururken sandalyenin birine bir tekme savurarak devirdi ve bağırmaya devam etti. Bir an, buz kesilen vücudum üzerine bir kova lav dökülmüş gibi kendime geldim. Telefon yanağımdan kayarken, parmaklarım arasından kurtularak yere düştü. Çıkardığı tok ses beni daha da silkelerken hışımla evden çıkarak bahçenin içinden arabaya koştum. "Derin!" diye gürledi arkamdan Tamay. Oraya gitmemem gerektiğini biliyordum. Saltuk bile şuan şirketten çıkamıyorken benim tüm habercilerin önünden geçip içeriye girmem mantıklı değildi. "Derin, sakın!" Beni orada görüp, zarar verdiklerini düşünecek ve bu onlara haz verecekti. Üstüne deşifre olacak, polisleri üzerimize salacaktım. Umurumda değildi. Arabanın kapısını açıp binerek kontağı çevirdiğimde Tamay ve Ender arabanın kapılarına uzanmıştı. Kilide basıp, açmalarını engellediğimde ise Tamay camı yumrukluyordu. "Sikeyim! Derin in o arabadan!" Vitesi geriye takıp gaza asıldığımda lastikler bir saniye kendi etrafında dönüp, geriye atıldı ve bahçeden çıktım. Yetişmem gerekiyordu. Giray, o acıyla yalnız başına savaşamazdı. Bizim yüzümüzden, ona bir zarar gelmemeliydi. Bu olmamalıydı. Birinin sellektör yaparak kornaya asıldığını gördüğümde dikiz aynasından arkama baktım. Toygar'ın arabasıydı. Durmam için hızlandı ve yanıma eşit bir şekilde kullanmaya devam etti arabasını. Kornaya basılı tutuyor, elini çekmiyordu. Caddede, hız limitinin çokça üstünde, arabanın ibresini zorlayacak hızda ilerlerken bir yandan Toygar'ı sollamaya çalışıyordum. Önüme kırmaya çalışıyordu ve buna izin vermem demek önüme geçip yolu kapatması demekti. Gözlerimi yoldan bir saniye ayırmam demek, arabayla birlikte un ufak olmam demekti. Direksiyonu yumruklayarak bağırdım ve vitesi attırarak gazı mümkünmüş gibi daha çok zorladım. Şirketin bulunduğu caddeye girdiğimde, Toygar daha da öfkelenerek hızlandı ve kornadan elini hiç çekmedi. Yalnızca Giray'ı görmeye odaklanmıştım. Titriyordum fakat beni durdurmasına izin veremezdim. Şirketin sokağının başına geldiğimde, haberciler televizyondaki kadar kalabalık değildi. Güvenlikler onları itiyor ve engellemeye çalışıyordu. Arabaya çığlık attırarak durdum ve öylece kendimi dışarı atarak içeri koştum. İnsanlar kapının önüne yığılmış ve merakla izliyorlardı. Çoğu çalışanların aileleriydi ve gözyaşı döküyorlardı. Birkaçını itip döner sensörlü kapıdan içeri girdiğimde birinin başında toplanmış olan çalışanları gördüm. Elim ayağım boşalmış, zemheri bir gecenin ayazında kalmış gibi titrerken oraya koştum. "Çekilin!" diye bağırarak onları ittiğimde hepsi geriye doğru çekilirken gözlerim üzerine çekilen perdenin ardında onun yüzünü gördüm. Yerde, kan çukurunun içinde Ceyda'nın dizinde yatıyordu. Öylece donakalmışken Ceyda'nın ağlamaktan şişmiş yüzüne baktım. Göz göze geldiğimizde kendimi dizlerim üzerine bırakıp, dizindeki başını kollarım arasına alıp kendime çektim. "Dostum benim..." diyebildim çatlak sesim arasından fısıldayarak. "Seni bekledim," dedi can çekişen yüzü ve sıktığı dişleri arasından zorlukla. Dilimi damağıma vurup konuşmaması gerektiğini anlatan sesi çıkardım. Tebessüm etti. "Geldin." "Geldim." dedim. Ona tebessüm etmek istedim, geçeceğini fısıldamak. Fakat o an, fayanslara uzanan kan seline ve yarasının üzerine bastırdıkları beyaz havlunun kırmızıya dönüşmüş oluşuna kaydı gözlerim. Burun direğim sızladı, ruhum sızladı, yarası bedenimde sızladı. Dolu gözlerimi sımsıkı yumarak dişlerimi sıktım. "Ağabey!" diye bağırdım var gücümle. Bizi izleyen gözler umurumda olmadan boşluğa bağırdım. "Saltuk, neredesin?" Birinin geri çekildiğini ve Saltuk'un yanımıza gelerek karşıma diz çöküşünü izledim. Yutkunamıyor, ağlayamıyordum ancak yanaklarımın ıslandığını hissediyordum. Eli elime uzandığında, parmaklarının dahi hareket edemeyecek durumda oluşunu fark ederek elimi uzatıp onu tuttum. Diğer elim ise boynunun arkasından geçerek yanağına uzandı. Onu sıkı sıkı tutuyordum. Teni buz gibiydi. Parmaklarından tüm kan çekilmiş gibi beyazdı...bembeyaz. "Bir şey yok," dedim. Daha çok kendimi ikna etmek ister gibiydim. Başımı iki yana sallarken ona gülümsemeye çalışıyordum. "Ambulans gelecek." Arkamı dönüp, onun yüzümü göremeyeceği bir şekilde diğerlerine döndüm. "Ambulans nerede kaldı?" diye bağırdım. İrkilerek geri çekildiklerinde başlarını önlerine eğiyorlardı. "Size diyorum duymuyor musunuz? ambulans nerede kaldı?" "Derin," dedi Giray. Sesi, ürkek ve ölmek üzere olan bir kuşun parmaklarım arasında son kez ötüşlerini andırıyordu. Pek farklı sayılmazlardı. Bu gerçek, yüreğimi bulunduğu kafesten çıkarıp yere atılmış ve üzeri önce haşlanıp yakılarak çiğnenmiş gibi hissettirmişti. "Ambulans gelmeyecek." Kabil'in Habil'i öldürdüğü zifir kokulu o gecede sıkışıp kalmıştı ruhum. O taş, sekteye uğrayıp her seferinde ruhuma çarpıyordu. O taştan daha da sertti vücudum, ifadem. Buzullardan kopup gelen dev bir parçanın gölgesinde yakılmış gibiydi gözlerim. "Gelmeyecek ne demek?" dedim kekeleyerek. Şok içerisindeki bedenimin sıkıştığı iki duvar arası, canımı ezmek istiyordu. Ağabeyime baktım. Çenesini avucunun içine dayamış ve öylesine çaresiz bakıyordu ki başka bir yol yok der gibiydi. "Buradan çıkamam," Öksürdü. Ciğerleri yetmiyordu nefeslerine. Tutamıyordu içinde. Her nefesinde asit soluyormuş gibiydi ifadesi. Onunla birlikte çekiyordum acısını. Onunla birlikte kıvranıyordum. Başını kendime çekip, bağrıma yasladım. "Ben, seni bekledim...Son kez seni görmeyi bekledim." Sesim çıkmasın, gözyaşımı görmesin diye bastırdığım dudaklarım arasından bir hıçkırık firar ettiğinde, bakmaktan çekindiğim gözleri, gözlerimi buldu. "Son değil," dedim yalvarır gibi. "Veda etme sakın bana. Seni affetmem, Giray. Duyuyor musun? Seni affetmem." Güler gibi bir nefes verdi. O kadar cılız ve yoktu ki nefesi delirecektim. Verebilecek olan tüm nefeslerimi ona verirdim. O gülüşün ardından dudaklarından, ondan habersiz fırlayan kan yüzüme sıçradı. Başını dizlerime çevirerek kanı dışarı atışını izlerken artık kendimi tutamıyor ve deli gibi ağlıyordum. Kanı, yüzümdeydi. Kanı, her yerdeydi. "Ağabey, kaldırsana." dedim Giray'ı işaret ederken. "Hastaneye gidelim. Arabam kapıda." Gözlerime yalnızca bir boşluğa bakar gibi bakarken burnumu çekerek boşalan sinirimle birlikte ona bağırdım. "Bakma yüzüme yine! Taşı onu, götürelim." "Derin," dedi. Artık nefes alamıyordu. Ona sıkı sıkı sarılırken yüzünün git gide soğuyan tenini parmaklarımda hissediyordum. "Sus!" dedim onu uyarırken, dişlerim arasından. "Yapamam, izin veremem. Gitmene izin vermem, anladın mı?" Bedenimi artık tutamıyor, deli gibi titriyordum. "Sende benim..." dedi fakat gerisini getiremedi. Gözleri kapanıyordu ve yukarı kaldırıp yüzüme dahi bakamıyordu. "Ağabey, ne olur,yalvarırım..." dedim ona yalvararak. Sesim artık çıkmıyor, ağlayan sesim arasından konuşmam onun canını yakıyordu. Lakin yalnızca yüzüme bakıyordu. "Seni asla affetmem." Başını iki yana sallarken, bu kez kendimi zaptedemeyerek deli gibi ağladım. "Ulan neden?" dedim yüzünü avuçlarım arasına alırken. "Neden istedin ölmeyi? Neden bekledin beni? ben gelirdim hastaneye...gelirdim...ben." Avuçlarım arasındaki elimi tuttu son gücüyle. Elimi kalbinin üzerine, elimin üzerine ise elini koydu ve gözlerini kaldırarak gözlerime baktı. "Seni son kez görmek, ölmekten daha önemliydi." dedi. "Ağlama." Ellerimizin üzerine alnımı yasladığımda hıçkırıklarım arasından sadece nefeslerini dinledim. Bir kuşun aldığı nefes kadar bile değildi. Öylesine seyrekti ki varla yok arasında gibiydi. "Yapma." bastıramadığım haykırışım tüm şirketi inletmiş ve belki de kalan son camları da yerle bir etmişti. Yapma ne olursun. Makber'im türkümüz yarım kalmasın. Ne olur çünkü." diye fısıldadım. Son cümlemi kulağına doğru. "Söylesene." dedi öksürükleri arasından. Sesi git gide yok oluyordu. "Bizimkini." Her sarhoşluğumuzda, yolda, sokakta, kafede, evde, ofiste... her yerde bağırarak söylediğimiz o türküyü söylememi istiyordu benden. Akli dengemi yitirmiştim ben. Siren seslerini duydum. Bunun beni panikletmesi gerekirken, o an yok saydım. Onu reddeden bir ses çıkardığımda elini istediğini belli edercesine oynattı. İçimde bir canhıraş yankılanıyordu. İçim içimde sıkışıyor, canana haykırıyordu. Kendini göğüs kafesime vura vura ağlıyordu. Ona ölmeyeceğine dair bir şeyler söylemek istiyordum. Can dostum, çocukluğum ve belki tüm sırlarım sonsuza dek yok olacaktı. Üstünün örtüleceğini bilsem de buz gibi olan kollarımın arasında ısıtıyordum onu. Toprak onu ısıtmazdı. Toprak kimseyi ısıtamazdı. "Bin cefalar etsen almam üstüme," Nefeslerim daraldı. Öylesine çaresiz bir haldi ki bu, o ölüyordu. Kollarım arasındaydı ve son isteğini bile içimden gelmeyerek, can çekişerek dillendiriyordum. "Gayet şirin geldi dillerin, dostum," Sesi, varla yok arasında bana eşlik etmeye çalışırken içim içimden çıkacak gibi ağlıyordum. Sessiz ve çaresiz bir şekilde döküyordum gözyaşlarımı. "Varıp yad'ellere meyil verirsen...oy" Başımı kaldırdım usulca ve gözlerine baktım. "Kış ola bağlana yolların dostum..." Yalnızca dudakları kıpırdadı. Ardından yüzünde bana inat duran gülümsemesi yavaşça soldu. "İlkte de, sonda da." Dedi ıslık gibi cılız sesiyle. "Annemler..." "Biliyorum." Onu susturdum. Buna dayanacak gücüm yoktu. Sonra sustu. Sonsuza dek sustu. O zehir zemberek, karanlık meleğe teslim oldu. Artık nefesleri yoktu. Gözleri donuktu. Eli, elim arasından...kalbinin üzerinden kayarak yanına düştü. Bir feryat salındı orta yere. Ceyda'nın dizleri üzerine çökerek pantolonunu sıkıca kavrayıp onun üzerine kapandığını gördüm. Başı, bağrımdan kaydı. Varlığı bu çirkin dünyanın üzerinden silinerek yok oldu. Makber'imin Makber'i, bağrım oldu. Gözyaşlarım dindi ve bedenim titremeyi kesti. Ancak sesim durmadı, fısıldayarak donmuş bir şekilde söylemeye devam ettim. O caddede, mekanda, bu şehrin her bir köşesinde...onunla birlikte söylemeye devam ettim. Zihnimin içinde bana eşlik etmeye devam etti. Gözlerimi açtım. Camit bakışlarının ardında yanan ışığı, elimle göz kapaklarını indirerek kapattım. Onu karanlığa yolcu ederken, tek korkusuyla baş başa bıraktım. Yalnızlıkla.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD