1999, Kasım
Biz annemin evinde yaşamaya bir gün alışacaktık ama bu kadar kısa sürer miydi bilmiyorduk? Neşe ile hiç ummadığımız bir hayat vardı annemin evinde. Annem geceleri sahne aldığı için genel de gündüzleri bizimle birlikteydi. Bizi baştan aşağı değiştirecek alışverişler yapıyor, sinemalara götürüyor, hafta da iki üç kez İstanbul'da bizi gezdiriyordu. Hem çok şen bir kadındı hem de çok umursamaz. Neşe'ye karşı kötü sayılacak davranışları yoktu ama çok da çocuk seven bir ifadesi yoktu. Ara sıra başını okşar: "Zavallıcık," diye ona acırdı ama gözünde gerçek bir sevgi ifadesini görmek zordu benim için. Bana baktığı gibi bakmıyordu ona. Bana karşı vicdanını susturmak için olması gerekenden bile daha iyiydi.
Bu sırada ben Derman'a her şeyin yolunda olduğunu anlattığım, Neşe'nin de benim de annem tarafından korunup kollanıldığımızı açıklayan bir mektup yazdım. Mektup uzun değildi, karşılığı da tıpkı öyle oldu. Sırf karşılıksız bırakılmamak için yazılmış, birbirinin tekrarı cümleler vardı. Bir kez ben aradım onu bir kez de o beni aradı hepsi buydu. Artık ben inanıyordum ki zaman geçtikçe aramızda ki yakınlık da uzaklaşacak, Derman bizden temelli kopacak.
Öyle olmadı...
O akşam, annemin sahnesi yoktu. O işi için böyle söylediğinden ben de adına sahne diyordum. Kanepeye boylu boyunca oturmuş tırnaklarını törpülüyordu. Neşe de annemin ona aldığı sarı saçlı bebekle oynuyor, tıpkı annem gibi yalancı bir törpü ile tırnaklarını törpülüyordu. Telefonun zil sesi ile irkildim yerimden, annem:
"Bakıver Aydan'cığım," derken oldukça rahattı ama ben annemin çalan telefonlarına bakmayı hiç sevmiyordum. Karşıda ki kişiye kim olduğumu anlatmak hep zor oluyordu. Ama annem de sanki etrafında ne kadar kişi varsa kızı olduğunu bilsinler istercesine davranıyordu. Huzursuzca kalkıp yerimden ahizeyi kaldırıp:
"Alo, buyurun?" dedim. Bizim köyde telefonumuz olmadığı için annem telefonlara nasıl karşılık veriyorsa bende öyle veriyordum.
"Özlem Hanım siz misiniz?" diyen erkek sesi ile annemi arayanlardan birine gene derdimi anlatmak üzere ağzımı açıp konuşmaya başladım:
"Hayır, ben kızıyım? Kendisi burada," diye anneme baktım ki, telefonun ucunda ki sesi gülüşü ile tanıdım. Arayan Derman'dı.
"Bak sen, demek artık göğsünü gere gere kızıyım diyoruz. Ana kuzusu seni," deyince suratımda kocaman bir gülümseme annem kaşlarını çatmış kiminle konuştuğumu anlamak için bakarken ben tiz çıkan sesimin boğazımda düğüm düğüm olması ile bir durakladım, sonra kendimi toparlayıp devam ettim, annem de sormasın diye üstüne basa basa,
"Derman Abi?" dedim.
"Benim, kara kız; nasılsın, ne var ne yok? Hiç aramıyorsun?"
"Ararım da Derman Abi, sen yoğunsun diye?"
"Ne dedim ben sana yoğun da olsam arayacaksın demedim mi?"
"Dedin!"
"Dedim tabi, biliyor musun ben İstanbul'dayım..."
O an tam olarak nefesimi tuttuğum andı. Düşüncesizce çığlık atabilir, duvarları yumruklayabilirdim. Başka hangi zaman bu kadar bir habere sevindiğimi hatırlamıyorum. Sonra bir anda soldum; bu ne demekti, ben onu görecek miydim?
"Ee bir şey söylemeyecek misin, görüşelim abi, sana sahilde bir çay ısmarlayayım demeyecek misin?"
"Demez miyim derim tabi, şaşırdım ben geleceğini bilmiyordum ki, önceden haber etmeyince."
"Ani oldu, söyle bakalım ne zaman görüşürüz, seni ne zaman alayım o güzide anneciğinin evinden."
"Ben gelirim sen nereye istersen, sahili de biliyorum hem."
"Bak sen? "
"Yani çok değil de."
"Tamam, tamam öyleyse ben seni zorlamayayım; sizin semtin sahilinde görüşelim, küçük heykel var; orada saat tam üç de ben seni beklerim tamam mı?"
Heykel vardı! Filmlerde, annemle izlediklerimiz de olduğu gibi, heykellerin önünde buluşan aşıklar misali buluşacaktık. Hevesle kapadım telefonu, ağzım ayrık oturdum kalktığım yere ve Neşe'ye,
"Derman Abi'yi görmeye gidelim mi Neşe?" dedim. Neşe törpü işini bitirdikten sonra gitmemizi söylerken annem dikkatle bana bakıyordu. Ben ellerimi birbirine kavuşturmuş iç çekerken beni tam orada yakaladı ve:
"Yalnız git," dedi. Bir an annemin ne kastettiğini anlamadım ve ona anlamlandırmaya çalışarak bakmaya devam ettim.
"Neşe'ye ben bakarım, tırnak törpüleriz biz onunla."
Annemin o yanağını gözüne doğru seğirttiği ifadesi ile bir an kaldım. Neşe'yi kimseye bırakmamam gerektiğini öğrenmiştim ben?
"Çocuk üşür hem," deyince bir durakladım. İstanbul son günlerde biraz soğuktu ama...
"Hem siz iki yetişkin buluşup sohbet edin, çocuk ayak bağı olur," diye devam etti annem. Bu meseleyi konuşmayı erteleyip, Derman'la buluşacak olmanın hevesine kapıldım. Hevesimle birlikte saat üç pek kolay olmadı. Sanki zaman geçmiyor gibiydi. Artık annemin aldığı kıyafetlerle bir şehirli gibi göründüğüm detayı ile aynada kendime bakarken, hafiften açılmaya başlayan rengimin saçlarıma daha uyduğunu düşündüm. Ve ben ilk defa o gün kendimi aynanın önünde izleyip sordum, sahiden ben güzel miyim diye? Annem, bir şekilde beni Neşe'ye bakacağı konusunda ikna ettiği için evden ilk kez yalnız çıktım. İstanbul sokakları ilk kez benimdi. Üzerimde deri bir ceket, içimde ince bir triko bluz, altımda yeni kot pantolonum, ayaklarımda koyu spor ayakkabılarım ve Neşe'nin eşyalarını taşırken kolaylık olsun diye annemin bana aldığı deri sırt çantam. Son anda annemin kapı ağzında örgümden çektiği toka ile de salınırken savrulan saçlarım. Derman beni o halde görünce ne diyecekti, ne kadar şaşıracaktı diye düşünürken, annemin tarif ettiği minibüse binip sahilde indim. Heykeli annemin de tarif ettiği üzere aramaya başladım. Heykelin hemen dibinde tıpkı benim giydiğim gibi bir deri montla ellerini cebine koymuş bir adamı arkadan gördüm. Koca postallı, koca komutan genç bir adam olmuş denizi izliyordu. Adını haykırarak koşarak sarılmak istediysem de yaptığım bu değildi. Ağır ağır adımlarla yaklaştım ardından ve bir süre ona nasıl seslenmem gerektiğini bulamadım. İstanbul'un bir ayda en sevdiğim sahipleri; martıları, sanki bu iyi yürekli adamı tanımış gibi ayaklarına doluşmuşlardı. Sonra fark ettim ki elinde ki simiti atıyordu onlara. Birden istemsizce seslendim:
"İyilik yapacak kimseyi bulamayınca martı mı besliyorsun?"
Aydınlık bir yüzle döndü bana. Mutlu, heyecanlı bir yüzle gülümseyerek şöyle bir baktı, sonra biraz geri çekilip şaşkınlığını yerleştirdiği yüzünü buruşturup,"Sen de kimsin?" dedi.
Ona birden siz demeyi bıraktığım bir ay evvelinde olduğu gibi yokluğu ile samimiyeti içimde perçinlenmişti. Gene sarılsam mı ya da sarılmasam mı bilemeden öylece gülüp,"Ben Aydan," diyerek işaret parmağımı kaldırarak tanıttım kendimi.
"Ben de simit atıp sevaba girebilir miyim?"
Elinde ki simiti bana uzattı ama sanki bana değil de başkasına bakar gibi bakıyordu. Sonra yanında biraz yer açtı ve ben kalan simidi ortadan bölüp denize bıraktım, koca parçayı daha havada kapan uyanık martıya gülerken fark ettim ki Derman çok net bir şekilde gözlerini bana dikmişti. Gülüşümü azalttım. Abartıyor muydum biraz?
"Derman Abi, bonkör olmalısın, bak bunlar daha büyük parça istiyorlar."
"Onların gözü aç, " derken bile o gözleri üzerimdeydi. Sanki ceketimi ters giymiştim, sanki saçıma kuş pislemişti, sanki annemin parlak kırmızı ruju orama burama bulaşmıştı. Üstelik ben ruju hiç dudaklarıma bile sürmemiştim. Ama annem sür diye ısrar etmişti.
"Karınları da aç bence."
Ciddi duruşunun altında gizlenmiş tebessümler taşırdı yüzüne Derman gene öyle yaptı. Ama gözlerinde mücevher pırıltıları varken.
"Ne olmuş sana böyle?"
Anladım o anda... Üzerimdekiler, değişen dış görünüşüm ve onu görmenin etkisiyle gülücükler saçan yüzüm. Onu bu kadar şaşırtan şeyler bunlardı!
"Büyümüşsün sen kara kız!"
Bunu bir iltifat olarak mı almalıydım bilmiyordum ama dudaklarımı kıvırıp omzumu şöyle bir silktikten sonra iddia ettim.
"Ben kara değilim."
Bunu ona ilk kez söylüyordum ama o bunu ilk kez de olsa pek önemsemedi.O adamın gözünde ben oldukça esmerdim işte.
"Aferin işte böyle, hayata sımsıkı tutunmak lazım," dedi hemen arkasından; sonra da omuzlarımdan tutup kuvvetlice sıktı.
"Aferin sana, ben senin ne kadar güçlü bir kız olduğunu zaten biliyordum."
Güçlü görünüyordum demek. Bundan mutluluk duydum. Omuzumda ki ellerini çekti, ceplerine sığdırdı. O öyle yaptı diye bende ellerimi cebime koydum ve bir sahil kafesinde onunla karşılıklı oturdum. Denizin hırçın dalgalarının kıyıya vuruşunu izlediğimiz o kafede, ilk kez de karşılıklı çay içtik. Aslında onca zamanın yakınlığı aramızda koca bir mesafeymiş gibi durdu o an. Dakikalarca konuşacak bir şey bulamadan dışarıyı izledik, çaylarımıza şeker atıp karıştırdık ve en sonunda dayanamayıp konuşan Derman'ın başlangıcı ile sohbet etmeye başladık.
"Neşe nasıl?"
"İyi, bebeklerinin tırnaklarını törpülüyor."
"Oyuncaklarının mı?"
"Hı hı!"
"Mutlu mu peki?"
"Öyle gibi, böyle söylemiyor ama anlıyorum. Arada babamı soruyor ama sonra unutuyor. İnsan çocuk olunca çabuk unutuyor."
"Öyledir tabi, babanı da arıyor musunuz?"
Başımı iki yana salladım. Babamı aramak için nasıl irtibat sağlayacağımı bile bilmiyordum, üstelik o bizi anneme itti diye de kırgındı bir tarafım ona.
"Ben bir yolunu bulup sizi konuşturayım telefonda olur mu, konuşun adamla, iyi olduğunuzu bilsin orada?"
Yeniden hüzne dönen yüzüm karamsarca önümde ki bardağa eğilince Derman dayanamayıp bahsi kapadı.
"Ee söyle bakayım nerelerini gördün İstanbul'un?"
Nerelerini görmüştüm? Başladım anlatmaya, bir aya sığmayacak kadar çok yer görmüştüm aslında. Annem bana ne kadar çok yer gösterirse yaşayamadıklarımızı o kadar çabuk telafi edeceğini sandıkça da çok yer görecektim. Sabırla dinledi beni, her seferinde değişik mimiklerle sessizce karşılık veriyordu. En sonunda da,"Çok değişmişsin Aydan," deyiverdi. Bütün anlattıklarım bitti o anda, sustum ama sonra kendimi anlatma derdine düştüm.
"Sen beni hep ağlarken ve çaresizken gördün de ondan."
Başını beni anladığını ifade eden bir bilgelikle salladı.
"Böylesi daha iyiymiş."
"Sen de iyi misin, ben hep kendimi anlatıyorum? Sormadım hiç?"
"İyiyim ben kara kız, çalışıyoruz işte."
"Her şey yolunda yani?"
"Yolunda gibi, depremzedelerden çadırda kalanlar var halen, kavganın gürültünün en çok olduğu yerlerde oralar. İnsanlar mağdur çünkü. Ee birçoğu da en yakınlarını kaybedince, halen de devam ediyor artçılar, insanlar daha çok korkuyor, daha çok çaresiz kalıyor."
"Burada hissediyoruz ama sanki bu koca binalar yıkılmaz gibi geliyor bana," derken ben bulunduğumuz kafeyi gösterdim.
"Gene de dikkatli ol kara kız, depremin yıkamayacağı bina yoktur. "
"Ederim, sen de dikkat et."
"Prefabrik evim o doluda yıkılmadıysa artık yıkılmaz."
Karşılıklı güldük o an, sokaklara diğerleri gibi korkarak çıkıp da, evimiz doludan yıkılacak diye korktuğum o gün geldi aklıma. Gülüşümüz kesilince,
"Ne zaman döneceksin Derman Abi?" diye sordum.
"Çok kalıcı değilim kara kız, yarın döneceğim."
Umutsuzca başımı sallayıp bunu kabul etmekten başka çarem olmadığını bildiğim için sustum.
"Babam rahatsız biraz o yüzden geldim," diye açıklamaya devam etti.
"Önemli bir şeyi yok ya?"
"Tansiyon Aydan, zaten rahatsızdı evvelden de, söyle bakalım İstanbul'da yapmadığın bir şey kaldı mı?"
Ben bunu neden sorduğunu bilemediğim için dudaklarımı bükünce o beni kaldırıp, çayların parasını gene kendi ödedikten sonra beni kafeden çıkardı. İstanbul'da yapmadığım ne kalmıştı bilmiyordum ama o sanki biliyordu. Peşi sıra beni götürürken, Honda'sını park ettiği otoparktan alıp beni de yanına oturttu. O gün onun arabasında yan koltuğuna oturduğum ilk gün oldu.
Pek tabi son da olmadı.
Beyoğlu'nda İstiklal Caddesini gören bir muhallebici de muhallebi yemek oldu bizim yaptığımız. Oranın muhallebisini çok sevdiğinden, askeri okuldan evci çıktığı günlerde bunu hep yaptığından bahsetti. Onun hayatına dair hep bilinmesi gerekenler azmış gibi geldiği için onu dinlerken hep bilmek istediklerimi duymuş gibi mutluydum. Yüzümde güller açıyordu ve ben önümde ki muhallebiyi hayatımda ilk kez yediğim çok başka bir tatlı yer gibi iştahla yiyordum. Sonra sustu ve,"Ee," dedi: "Söyle bakalım, bir daha İstanbul'a geldiğimde daha iyi bir organizasyonla seni nereye götüreyim?"
Bu şu demekti aslında, ben mutlaka bir daha İstanbul'a geleceğim ve geldiğimde seni gene göreceğim. Dudaklarımı kıvırırken bu düşünce ile mest oldum ve o elinde ki peçeteyle dudağımın kenarını silerken abilikten başka bir şey yapıyor muydu pek bilemedim.
"O zaman ben gelene kadar sen düşün kara kız, sonra aman abi ben ne bileyim falan deme bak sana zaman veriyorum."
"Demem Abi, merak etme," deyiverdim bende. Madem o benim abimdi ben de daha fazlasını isteyecek ne yüreklilik vardı ne de ne düşündüğümü anlayacak zekâ. Sonra beni eve kadar bıraktı Derman, günler sonra yeniden öğütlerine başlayıp iyi dileklerle benimle vedalaştıktan sonra ben o gün eve başka bir Aydan olarak girdim.