Geçmiş

2227 Words
Hâlâ rüya gibi geliyor olanlar." Yüzüğüne hayranlıkla bakan ve bıkmadan defalarca kez aynı şeyi söyleyen Başak'a dik dik baktım. Bakışlarımı umursamadan aynı cümleyi tekrarladığında yanımdaki yastığı ona doğru fırlattım. "Yüzüğe bakmaktan şaş olacaksın." Mutlulukla gülümserken elini kaldırıp bana gösterdi. "Ama çok güzel. Baksana Gülce, ışıl ışıl. Allah'ım tam bir Leyla olmuştu. Yatağa oturup iç çekti. "Keşke yağmur başlamasaydı. Ne güzel tekneyle açılacaktık." Hava gittikçe soğuduğu için tekne işi iptal olmuştu. Aslında iyi bile olmuştu. Daha fazla Sancak ile aynı ortamda bulunmak istememiştim. Deniz kenarındaki o kısa karşılaşmadan sonra gece boyu bir daha yüz yüze gelmemeye çalışmış ve neyse ki başarmıştım. Sadece bir ara Fatih'le sarılıp konuştuğunu görmüştüm o kadar. Ailesinin yanına bile gitmemişti. Kendisini herkesten soyutlamış gibiydi. İşin garip yanı ailesi de o yokmuş gibi davranmıştı, annesi hariç. Annesi ona hasret kalmış gibi bakmıştı. Ama sadece bakmıştı. Oğlunun yanına gitmek için herhangi bir hamle yapmamıştı. "Nisan mesaj atmış." Başak'ın sesi düşüncelerimden çıkardı beni. "Ne diyor?" "Hasta olduğu için nişana gelememiş." Abimle olanlardan sonra onu pek görememiştim. Sadece ben değil, Başak falan da görmüyordu. Ortalarda yoktu resmen. Onun gibi sosyal bir kızın kendini herkesten soyutlaması ve buna abimin neden olması beni çok üzüyordu. "Ya da abim yüzünden," dedim iç çekerek. "Sence barışma ihtimalleri yok mu Gülce?" İkisine o kadar üzülüyordum ki... "Birbirlerini hâlâ çok seviyorlar." "O zaman umut var." Başımı aşağı doğru eğdim. "Bence var, zor ama olsun." Babası eğer annem için "Bu sonradan dönme kadına kız vermek akıl işi değil," demeseydi işler bu kadar zor olmazdı. Abim bu cümleyi kaldıracak biri değildi. Saygısızlığa karşı aynı şekilde saygısızlık yaparak karşılık vermiş ve her şey mahvolmuştu. Başak aniden "Gördün mü Mert gerçekten gelmedi," diyerek konuyu değiştirdi. Yüzü asıldığında "Takma artık şu çocuğu," dedim. "Sözlerinin aslı astarı da yok. Seni kızdırmak için öyle konuşmuş olabilir." Cevap vermek yerine omuz silkti. "Bir insan neden yazık etme kendine desin ki." "Bilmiyorum ama altını doldurmadığı sürece boş laflar bunlar." Sıkıntıyla ofladı. "Olabilir." "Ee Sancak abiyle başka ne konuştunuz?" Anında konuyu değiştirmişti. Gözlerimi devirdim. "Bir şey konuşmadık diyorum Başak. Sadece Ali'ye bakmaya gittiğimde ona rastladım." "Tamam işte sonra ne oldu? Detay ver." "Bir şey olmadı," diyerek geçiştirdim. "Kesin Ali'yi de sevgilin sandı." Omuz silktim. "Sansın, bana ne?" "Senin bu dünya yansa umrumda değil tavırların öldürecek bir gün beni." Tekrar omuz silktim. "Herkese hak ettiği muamele." Başak kahkaha attı. "Aferin kız, haklısın. Hak etti bunu." Daha beterini bile hak etmişti. "Peki Ali?" "Ne olmuş ona?" Ne kastettiğini bilsem de bilmezden geldim. "İnsanı kanser edersin sen Gülce! Ne demek ne olmuş Ali'ye? Çocuk sana basbayağı aşık işte. Yok mu bi gelişme?" "Nasıl bir gelişme olsun istersiniz Başak Hanım? Duygularım değişmediği sürece yok. Tamam hoş çocuk ama ben onu daha çok arkadaş olarak görüyorum." Ona fırlattığım yastığı tekrar bana attı. "İyi, otur evde beyaz atlı prensini bekle sen." "Ay uğraşamam atla prensle falan. Ben böyle iyiyim." "Korktuğum başıma geldi işte. Gittikçe annene benziyorsun." Öyle büyük bir dehşetle konuştu ki kahkaha attım. "Biliyor musun, bence en iyisi. Annemin bi bildiği varmış işte. Erkolardan olmaz." "Of sus ya." Sonra elini kaldırıp tekrar yüzüne baktı. "Ama yüzüğüm çok güzel. Baksana." "Görmemişin yüzüğü olmuş dememe şu kadar kaldı bak." Parmaklarımla minicik işareti yaptın. "İstediğini söyleyebilirsin çünkü görmedim." Yatağa girip arkamı döndüm. "Ben uyuyorum artık. Sana yüzüğünle mutluluklar." "Işıl ışıl olan yüzüğümle." Yastıkla kendimi boğacaktım ya da Başak'ı. "Evet, ışıl ışıl olan çok güzel yüzüğünle." "Evet ve şimdi birtanecik nişanlıma yazayım. Canım nişanlım ya." Telefonuyla uğraşmaya başladığında üstümü örttüm. "Tek tik gitti uyudu heralde." "Yorucu bir gündü. Sen de uyu." "Hiç uykum yok ki. Heyecandan yatamam ben." Benim ise gözlerim açılmıyordu. "Ben yatıyorum. İyi geceler nişanlı arkadaşım." "Ay evet nişanlıyım ben." Onun bu hallerine gülerken gözlerimi kapattım. En azından birimiz gerçek aşkını bulmuş ve ona kavuşmuştu. Belki de okuduğumuz o aşk romanları gerçekten de vardı. Başak ve Fatih, kaybettiğim inancımı tazelemişlerdi. *** Sabah alarm sesiyle uyandığımda hızlıca doğrulup Başak uyanmadan kapattım. Normalde uykusu ağırdı ama yine de hızlı davranmıştım çünkü gece boyu uyumamıştı. Dünkü yorgunluktan sonra güzel bir dinlenmeyi hak ediyordu. Sessizce yatağımı toplayıp eşyalarımı aldıktan sonra sessizce evden çıktım çünkü fakülteye gitmem lazımdı. Öncesinde evimize uğrayıp üstümü değişecektim. Sabahın erken saati olduğu için sokak boştu ve ben bu saatleri çok seviyordum. Sadece kuş sesleri geliyordu, hava çok temizdi ve sakindi. Geç kalmamış olsam yavaş yürür bu güzel sabahın tadını çıkarırdım. Ama ne yazık ki vaktim yoktu. Eve gelince anahtarımı kilide yerleştirdim. Annem pastanede olduğu için evde sadece abim olmalıydı. Onun da uykusu hafif olduğu için çok ses çıkarmamaya çalışıyordum. Malum bu ara patlamaya hazır bomba gibi geziyordu ortalıkta. Hiç onunla uğraşamazdım. Odama girince nişanda giydiğim kıyafetlerin olduğu poşeti daha sonra kuru temizlemeye vermek için kenara koydum. Ardından pijama ve sweati çıkarıp yüksek bel geniş paça kot ve ince kaşkorse kumaştan olan siyah bir bluz giydim. Hava biraz bozuk görünüyordu. Ne olur ne olmaz diye yanıma trençkotumu da alacaktım. Saçlarım dünkü fön sayesinde düzdü. Kuru şampuanla düzeltip hafif bir makyaj yaptım. Yarım saat içinde tüm işlerim bitmişti. Sporlarımı giyip evden çıktım. Neyseki abim uyanmamıştı. Kafasının bozuk olduğunu söyleyerek işten izne ayrılmış bir haftadır Bozcaada'da annemle kalıyordu. Başak'ın nişanından sonra bir yerlere gitmekten bahsediyordu. Oysa buralardan uzaklaşsa da mesele çözülmeyecekti. Ona iyi gelecek tek bir kişi vardı onu da kendinden uzaklaştırmıştı. Bu yüzden abime kızgındım. Daha akıllı olmalı ve sevdiği kadını kaybetmemeliydi. Fakat o kadar fevri davranmıştı ki! İşleri geri dönüşü olmayan bir noktaya gelmişti. Akıl alır gibi değildi. Burnumun üstüne düşen yağmur tanesini hissedince gökyüzüne baktım. Yanımda şemsiye yoktu, şimdi yanmıştım işte. Buranın yağmuru fena olurdu. Trençkotumu giyinip adımlarımı hızlandırdım. Bir an önce feribota binmem gerekiyordu. Aksi gibi yağmur da hızlanarak yağmaya devam etti. Bu gidişle dünkü fönden de sabah yaptığım makyajdan da eser kalmayacaktı. Çantamı başımın üstüne koyup koşmaya başladım bende. Yağmur hızlandığı için önüme bakmadan koşuyordum. Sancak'la da tam o şekilde karşılaştım işte. Tam ona çarpmak üzereyken bana doğru döndü ve bende son anda durdum. Kıl payı olası bir kaza çıkmadan önce kendimi durdurabilmiştim. Az daha düşecektim ama en azından ona çarpmamıştım. İkimiz yüz yüze geldiğimizde ben başımın üstünde çanta o ise elinde siyah bir şemsiye tutuyordu. Çanta beni korumadığı için baştan aşağı sırılsıklam olmuştum. Çantayı yavaşça kenara indirdiğimde bana doğru bir adım attı. Geriye doğru adım atmamak için kendimi zor tutarken şemsiyeyi uzatıp daha fazla ıslanmamı engelledi. "Senin daha çok ihtiyacın var gibi." Şimdi o ıslanıyordu. "Teşekkür ederim ama gerek yok," dedikten sonra arkamı dönüp feribota doğru yürüdüm. O da elinde tuttuğu şemsiye ile beni takip ediyordu. Bunu yapmayı kesmesini istiyordum. Sözlerimi tekrarlamak yerine adımlarımı hızlandırdım. Büyük bacakları yüzünden mesafeyi de açamıyordum. Feribotun iç kısmına geçtiğimizde ondan uzak bir kenara oturdum. Çantamdan çıkardığım peçetelerle yüzümü kuruturken göz ucuyla ona baktım. Ortada görünmüyordu. Saçlarımın suyunu sıkıp trençkotumu çıkardım. Çok fena ıslanmıştım. Önce eve gidip üstümü değiştirmem lazımdı ama zamanım yoktu. Çantamdan telefonumu çıkarıp saate baktım. Hiç vaktim kalmamıştı. Ne yapacağımı düşünürken önüme dumanı tüten bir bardak uzatıldı. Elin sahibinin kim olduğunu bilmem için görmeme gerek yoktu. "Isınırsın." Elinde iki tane bardak vardı. Aslında almak istemiyordum ama bu kabalık olurdu. Ayrıca çok üşümüştüm. Bardağı istemeyerek aldığımda hemen yanımda yanımdaki boş yere oturdu. "Teşekkürler." "Afiyet olsun." İkimiz yan yana oturmuş tek kelime etmeden karşıya bakıyorduk. Karton bardak sayesinde üşüyen ellerim ısınmıştı en azından. Çaydan ufak bir yudum aldığımda kaşlarım çatıldı. Çayı şekerli içtiğimi nerden biliyordu? Hem de şeker oranı her zaman ayarladığım gibi iki şekerli tadındaydı. Sorup sormamak arasında kararsız kalsam da sormadım. Çaydan bir yudum daha aldım. "Mert'le görüştün mü hiç?" Başını bana doğru çevirdi. "Neden sordun?" Ben de ona doğru döndüm. "Çünkü o biraz garip davranıyor." Kaşlarının arasında derin bir v oluştu. "Onun evinde kaldım ama o Çanakkale'de. En son gördüğümde herhangi bir gariplik yoktu." Tekrar önüme döndüm. "Başak ve Fatih'le ilgili nasıl bir sorunu var?" "Onlarla ilgili bir sorunu mu var?" Gerçekten bilmiyor muydu yoksa bilmezden mi geliyordu? Bunu düşünürken çaydan bir yudum daha aldım. "Nişandan önceki akşam Başak'la karşılaşmışlar. Hoş şeyler söylememiş." Kısa bir süre düşündükten sonra cevap verdi. "Fatih'le Mert'in arası uzun zaman önce bozuldu. Bunun Başak'la bi ilgisi olduğunu sanmıyorum." Ben ise tam tersini düşünüyordum. Fatih'le Mert'in arasını bozan şey Başak'la alakalıydı. "Fatih öyle olduğunu ima ediyor." Sancak sessizleşti. "Gerçek nedenini söylemek istememiştir belki." "Açıkçası ikisinin arasındaki mevzu beni ilgilendirmiyor. Sadece Başak zarar görsün istemiyorum. Mert ileri geri konuşarak onu üzüyor." "Çanakkale'ye geçince onunla konuşacağım." Sancak'ın söylediği sözlere inanmayı 20'li yaşlarımın başında bırakmıştım. Bu yüzden yorum yapmadım. Güven böyle bir şeydi işte. Bir kere kırılınca bir daha tamiri olmuyordu. Olmasını da istemiyordum. Böylesi daha iyiydi. Öbür türlü hasar gören sadece ben olacaktım çünkü. "Başka bir şey sormayacak mısın?" Sorusunu duyunca gerilsem de bozuntuya vermedim. Neyi kastettiğini anlamıştım. Keşke anlamasaydım. "Ne gibi?" Ses tonumdaki soğukluk için kendimi tebrik ederken umursamaz bir tavırla çayımı içmeye devam ettim. "Geçmiş gibi." Fısıltıyı andıran sesini duyunca başımı ona doğru çevirdim ve yüzüne baktım. Yüzünü görmek istedim, gözlerinin içine bakmak istedim. Çünkü merak ettim, hangi yüzle bana bu soruyu sorduğunu gerçekten merak ettim. Ben olsam yüzüm olmazdı. "Geçmiş gibi," diye tekrarladım yavaşça. "Neyi değiştirir ki? Adı üstünde geçmiş." Geçmiş kelimesini üstüne basa basa söylemiştim. Koca bedenini bana doğru çevirdi. Üstünde siyah bir sweat ve aynı renk kot vardı. Saçları yine kısa kesimliydi. Çenesinde ise yeni yeni beliren sakalların izi vardı. Bedeni gerginliğini ele verir gibi kaskatıydı. Anlaşılan bu konular onu geriyordu. "Çok şeyi..." Bir an duraksadı. Yüzündeki mahcup ifade ve suçluluk içimdeki öfkeyi sadece alevlendiriyordu. Gözlerime bakarken dudaklarında buruk bir gülümseme oluştu. Sanırım o an gördü, ifadesizliğimin arkasına saklanan duyguları... En çok da kör öfkeyi. "Ya da hiçbir şeyi." Tereddüt kabul etmeyen bir şekilde konuşmuştum. Başını iki yana doğru salladı. "Değiştirir Gülce...." Konuşmadan önce birkaç saniye sadece yüzüme baktı, gözlerime, dudaklarıma, saçlarıma... En çok saçlarıma. Cevap vermek yerine önüme döndüm. Konu benim için kapanmıştı. Ona geçmişle ilgili hiçbir şey sormayacaktım. Geride bıraktığım hiçbir şeyin açıklamasını duymak istemiyorum. Çünkü haklıydım, bir şey değişmeyecekti. "Seni o gün askeriyede görmeyi beklemiyordum." Konuştuğunda aradan birkaç dakika geçmişti. Kuru bir sesle "Bende," dedim. Rütbeli bir asker olarak onu karşımda görmek bana ağır gelmişti. O bilmese de durum böyleydi. "Bir şey demeyecek misin peki?" "Herkeste asker olacak yürek yoktur." Boğazımdaki düğümü gidermek için yutkundum. "Tebrik ederim." Sesim bu defa titremişti ama umursamadım. İnce bir konuydu, hassas bir noktaydı. "Ben," dediği sırada sırada telefonum çalmaya başladı. Arayanın alnından öpmek istiyordum şu an. Ortamdaki ağır havanın dağılmasını sağlamıştı. Boşalan bardağı yanımdaki sandalyenin üstüne bırakıp telefonumu çıkardım. Ali'nin aradığına daha önce hiç bu kadar sevinmemiştim. "Efendim Ali?" "Ne zaman geleceksin? Merak ettim." Kolumdaki saate baktım. "Feribottayım. Az kaldı ama öncesinde eve uğramam lazım." Üşümeye başlamıştım ve bu şekilde fakülteye gidersem kesin hasta olurdum. "Ne oldu ki?" İç çektiğinde ıslak saçımı kulağımın arkasına iteledim. "Yağmura yakalandım." "Tamam ben gelir alırım seni. Hızlıca üstünü değişirsin öyle geçeriz fakülteye." Ona zahmet vermek istemiyordum. "Gerek yok ben hallederim." "Geliyorum Gülce. Hiç boşuna uzatma." Ali genelde böyleydi. Benimle ilgili konularda özellikle çok net ve keskindi. Hafifçe gülümsedim. "Seni ikna edemeyeceğim anlaşılan." "Aynen öyle güzelim. O yüzden uzatmayalım. Gelip alacağım seni. Görüşürüz." Ondan bir arkadaş olarak hoşlanıyordum ama bu kadardı. Duygularımın daha ileri olmasını o kadar çok isterdim ki... Çünkü Ali beni mutlu ederdi. Onu sevmek çok kolay olurdu. "Tamam, görüşürüz." Telefonu kapattığımda Sancak'ın dikkatli bakışları üstümdeydi ama karşılık vermedim. Rahatsız olduğuma dair herhangi bir tepkide. Sanki bana dik dik bakmıyormuş gibi işime baktım. "Seni ben bırakırdım, arabam burada." Sanki ben de bunu kabul edermişim gibi... Hasta olmayı tercih ederdim. "Ali geliyor. Teşekkür ederim." Kısa, gergin bir sessizlik ardından "Dünkü çocuk mu?" diye sordu. "Evet." Başka bir şey sormadı, neyse ki. "Bu arada Vildan seni dün gördü, birbirimizi eskiden tanıdığımızdan ona bahsedeceğim." Feribot kıyıya yanaştığı için insanlar yavaştan ayaklanmıştı. "Benim için farketmez Gülce. Sen bilirsin." Ayağa kalkıp çantamı koluma taktım. O da ayaklanmıştı. Beraber çıkışa doğru ilerledik. Yanımdan geçen biri koluma çarptığında yana doğru sendeledim. Sancak elini belime yerleştirip dengemi bulmamı sağladı. Dokunduğu yerlere aynı anda batan dikenli teller vardı sanki. Tenim diken diken olunca bir an hareket etmedim. Elini çok acil çekmesi gerekiyordu. Başını bana doğru eğip "İyi misin?" diye sordu. Sıcak nefesini tenimde hissedince irkildim. "İyiyim." Sesim beklediğimden sert çıkmıştı. Buna neden olan beklenmedik yakınlığıydı. Geri çekilip bu temasa son verdim. Sancak bana çarpan kişiye ters ters bakıyordu. Kalabalık sakinleşince tekrar yürüdüm. Hemen arkamda bodyguard gibi dikiliyordu. Bunun bana hissettirdiği güven hissini anında kapı dışarı ettim. Bu saçma hislere kanmak çocukluk olurdu. Feribottan çıktığımızda rahat bir nefes aldım. Olaylı bir sabah olmuştu. Eski monoton hayatıma dönmek istiyordum. "Gelmiş mi?" Sorusunu duyunca ona döndüm. "O çocuk." "Ali mi?" Etrafıma baktım. "Bilmem göremiyorum." "Seni bırakayım hasta olacaksın böyle." "Hayır hayır gerek yok, gelir şimdi." Onun arabasına falan binmeyecektim daha fazla vakit geçirmek istemiyordum. "İnat etme Gülce, titriyorsun." "Birkaç dakika dayanırım. Sen git." Dudaklarını birbirine bastırdı. "Seni böyle bırakmayacağım." Beni akşamın bir vakti o kalede tek bırakmıştın ama... Dilimin ucuna gelen kelimeleri yuttum. Yutmasaydım konuşurdum, ağır konuşurdum. Sözünü tutmayan bir yalancı olduğunu dahi söylerdim. Bu yüzden arkamı döndüm. Gereksiz bir tartışma olurdu ve şimdi ne yeri ne de zamanıydı. Sancak uzanıp dirseğimi tuttu. "Gülce bak," dediği sırada Ali'nin sesini duydum. "Gülce?" Bana doğru yaklaşan arabasına minnetle baktım. Kolumu Sancak'ın tutuşundan kurtarmadan önce "Geldi bile," dedim yavaşça. Sancak'ın eli yana düşürken çektiğinde başımı çevirip ona baktım. Ne yapacağını bilmeyen bir ifadeyle bakıyordu. Ben ise konuşmaya devam ettim. "Söz verdiği gibi." Geriye doğru sendelediğine kendi gözlerimle şahit olmasam inanmazdım. Ama küçük bir adım dahi olsa sendelemişti. Sözlerimin canını acıttığına şahit olmak içimdeki öfkenin küçük bir kısmına iyi gelmişti. Sözler tutulmak için verilirdi ve o, bunu becerememişti. "Görüşürüz," dedim ardından. Cevap bile vermedi. Ben ona sırtımı dönüp Ali'ye doğru yürürken sadece arkamdan baktı. Ben de onu arkamda bıraktım. Olması gerektiği yerde...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD