4. BÖLÜM ÖLÜMSÜZ BAĞLAR 3/1

1909 Words
4. BÖLÜM ÖLÜMSÜZ BAĞLAR ROMANYA VALAHYA 1721 Gecenin soğuk rüzgarları, kasvetli bir bıçak gibi tenimi yararak geçiyordu. Üzerim kanla kaplanmıştı; kimi taze, kimi pıhtılaşmış, kurumuştu. Her adımda, çıplak ayaklarım taş zemine sürtünerek iz bırakıyor, ardımda karanlık bir hikâye yazıyordu. İçimdeki ses, bana hâlâ izlendiğimi fısıldıyordu—bu, içgüdülerimin susturulamayan yankısıydı. Göğsümde yankılanan yanma, aldığım her nefeste büyüyor; ama bu acının içine gizlenmiş, tuhaf bir tatmin hissi vardı. Açlığım azalmıştı. Bastırılmış bir iştahın ardından gelen doyumun verdiği zehirli gülümsemeyle dudaklarım hafifçe kıvrıldı. Saçlarım, kurumuş ve taze kanla birbirine yapışmış halde boynuma sıvanmıştı. Ama rüzgâr—o keskin, ısıran rüzgâr—her telini özgür bırakmak istercesine savuruyordu. Lanetli malikanenin önünde durmuş, taş cepheye gölgemi vurmuşken, içimdeki sezgi daha da güçlendi. O pencere... o kuytu, karanlık pencere... Gözlerimi kaldırdım ve orada bir şey gördüm. Hayır, birini. Bir çift zümrüt yeşili göz. Karanlıkla iç içe geçmiş, neredeyse doğaüstü bir ışıkla parlayan, dikkatli, tetikte gözler. Ve hemen ardında, iri cüsseli bir gölge—kızıl gözleriyle bana bakan başka biri... Sanki cehennemin bekçisi gibi. Tanrı mı beni sınıyordu, yoksa lanet miydi? Saçlarım savrulurken, gözlerim bir kez daha öfkeyle parladı. O anı düşündüm... insanların bana yalvarışını, diz çökmelerini, merhamet dilenişlerini. Ama ben artık insan değildim. Açlık galipti, içgüdülerimse bir canavardan farksızdı. Çenemden süzülen koyu kıvamlı kan, toprağa damla damla düşerken içimde en ufak bir pişmanlık yoktu. Zümrüt gözler hâlâ üzerimdeydi. O gözlerin içindeki tehdit, sessiz ama yakıcıydı. Arkasındaki kızıl parıltıysa doğrudan içimde bir şeyleri yakıyordu—öfke, korku, bir tür çağrı… Bedenim bu enerjiyi hissediyor, tepki veriyordu. Ellerim titredi. Tırnaklarım avuç içime saplandı, kanın tenimdeki sıcaklığı ile gerçekliğe bir çapa attım. Derin bir nefes aldım ve başımı kaldırdım. Malikanenin ahşap, ağır kapılarına doğru adım attım. Sessizliğim taş zeminde yankılanırken, içeriden bir uğultu duyuldu—sanki binanın kendisi fısıldıyordu: ”Hoş geldin Mary. Umarım arkandan bela getirmemişsindir.” Kapıyı ittim. Menteşelerin çıkardığı metalik inleme, duvarlardan sekip içeri yayıldı. Ardımda rüzgârla çarpışan kapı, ağır bir iç çekişle kapandı. İçerisi... ölümü unutmayan bir mezarlık gibiydi. Terk edilmiş değil, terk edilmeyi bekleyen bir geçmiş saklıydı burada. Gölgeler harekete geçti—sadece ışığın oyunu değil, başka bir şeydi bu. Duyulamayacak kadar ince bir kahkaha, hayal ile gerçek arasındaki çizgide kulaklarımı gıdıkladı. Salonun ortasında devasa bir avize asılıydı. Mumlar hâlâ yanıyordu; kimin yaktığı meçhuldü. Loş bir titreme içinde titreyen alevler, duvarlara yaşayan şekiller yansıtıyordu. Yemek masası yıllardır kullanılmamış gibiydi. Sandalyeler tozla örtülmüş, zamana teslim olmuştu. Bu evde bir zamanlar yaşam vardı belki, ama şimdi yalnızca ölümsüzlük ve çürüme hüküm sürüyordu. Duvardaki tablolar gözlerime çarptı. Bir tanesi—annemin her yere taşıdığı—halen sağlamdı. Geri kalanlar? Çerçeveler yerinden sarkmış, camlar çatlamıştı. Yüzler bozulmuş, figürler şekilsizleşmişti. Sanki burada barınan lanet, sadece yaşayanları değil, sanatın ruhunu da boğmuştu. Bazılarının yüzlerinden koyu bir sıvı süzülüyordu. Yağ mıydı, yoksa... kan mıydı, bilemedim. İçimdeki karanlık her şeyi olası kılıyordu. Karanlığın içinden bir şekil seçildi: eski bir piyano. Salonun köşesine sıkışmış, küskün bir tanık gibi duruyordu. Tuşlarına dokunduğum an, tüyler ürperten bir ses yankılandı. Paslı, acı bir nota… Piyano hâlâ acıyı çalabiliyordu. Sanki geçmişte burada çalınmış bir melodi, hâlâ duvarların arasında yankılanıyor, piyanonun tuşlarında çürümüş bir hatıra olarak kalıyordu. Yukarı uzanan merdivenler bir zamanlar ihtişamlıydı ama şimdi çöküşün izlerini taşıyordu. Korkuluklar yer yer kırılmış, adımlar küf ve çürümeyle yoğrulmuştu. Yukarıdan bir şeyin beni izlediğini hissettim. O tanıdık içgüdü... gözlerin üzerimde olduğunu söylüyordu. Başımı hızla çevirdim. Hiçbir şey. Ama bir şey oradaydı. Şerefsiz hızlıydı. Kurumuş kanla lekelenmiş ellerimi saçlarımın arasından geçirdim, gözlerimin parıltısıyla beni bekleyen keyif kaçırıcısına sırıttım. “Geç kaldın, kardeşim…” dedi o tanıdık ses, soğuk ve alaycı bir tonla. Karanlığın içinden geliyordu, adeta gölgelerin içinden süzülerek odanın içine sinmişti. Bu ses, ne zaman işitilse tüylerimi diken diken ederdi. Çoğu kişi onun kelimelerinden ürkerdi, ama ben değil. Sadece içimden usulca iç çekerek başımı hafifçe eğdim. Birkaç saniye boyunca hiçbir şey söylemedim. Odayı aniden dolduran sessizlik, gecenin soğuğuyla birleşerek buz gibi bir hava yaratmıştı. Sanki zaman durmuş, nefes bile almamaya yemin etmişti. Sonunda dudaklarımı araladım, kelimelerim soğuk havayı bıçak gibi kesti. “Yetişeceğim bir yer olduğunu sanmıyordum,” dedim, gözlerim karanlığa dikili, sesim taş gibi sert. Tam o anda karanlığın içinde bir figür beliriverdi. Gövdesi yarı görünür, adeta duman gibi şekilsizdi. O, karanlığı severdi; gölgelerde kaybolmayı, insanların korkularının arasına sızmayı. Bu onun doğasıydı. Malikanenin rutubetli taş duvarlarına yaslanan silueti ağır ağır netleşti. “Annem çok kızdı,” dedi, sesi iğneleyiciydi, sanki çocukça bir yaramazlığı ifşa eder gibi. “Ve babam muhtemelen seni azarlayacak... güzel Maryinn’’im.” Parlayan gözleri dikkatimi çekti. Yeşilin keskin bir tonuydu; zehirli, tıpkı içindeki öfke gibi. Böyle bir yılana benziyordu. Gülümsediğinde bembeyaz dişleri, loş ışıkta birer bıçak gibi parladı. “Görüyorum da bu sefer... fazlasıyla ileri gitmişsin.” “Sadece acıkmıştım,” dedim, gülümsemem içgüdüseldi ama gözlerimde kırılmak üzere olan bir zincirin yansıması vardı. “Ve bunun için üzgün değilim.” Açlığın ardından gelen o haz, hâlâ dudaklarımda asılıydı. Kan lekeleriyle dolu elbisemin, eteklerinden tutarak Lysander’a referans yaptım. “Etkileyici,” diye mırıldandı, sesi ipek gibi yumuşak ama içinde dikenli bir alay vardı. Bir adım daha atarak bana yaklaştı. Nihayet yüzü gölgelerden sıyrıldı. Solgun, neredeyse saydam denecek kadar beyaz teniyle zarif hatları ortaya çıktı. Burnu uzun ve düzgündü, dudakları belirgin ama inceden bir çizgi gibi yüzünde asılıydı. Gözlerinde ise her zaman olduğu gibi yaramaz bir kıvılcım oynaşıyordu. Gözleri annemize benzerdi ama babası bana her zaman babamızı andırırdı. “Bu sefer de mi tüm kasaba?” diye fısıldadı, sesi sinsice alçaldı. “Çok açgözlüsün, Maryinn. Ailenin diğer üyelerini de düşünmeliydin. Yine başını belaya mı sokacaksın? Aptalsın.” Şimdi aramızda neredeyse bir karış mesafe kalmıştı. Soğuk nefesi yüzüme çarpıyor, kelimeleri tenimi çiziyordu. “Elizabeth Maryinn Cassian,” dedi adımı vurgulayarak. Her harfi buz gibi dökülüyordu ağzından. “Kendine hâkim olmayı öğrenmelisin. Hata yapmamak konusunda anlaşmıştık, hatırlıyor musun? Sen ailene söz vermiştin!” Gözlerimi onunkilere kilitledim. Onun bakışları hep delip geçerdi, sanki zihnimdeki en derin sırları didiklemek istermiş gibi. Ama bu kez ben ondan saklanmıyordum. İçimde bastırmaya çalıştığım, ama gittikçe büyüyen bir öfke vardı. “Unuttum gitti. İtaat etmek gibi bir amacım yok,” dedim, sesim keskin bir bıçak gibi yankılandı. “Bizim doğamız bu. Sen de insan gibi davranmayı bırakıp kim olduğunu hatırlasan iyi olacak. Yoksa... kim olduğunu unutmaya başlarsın. Bunu istemeyiz, değil mi?” Adımlarımı yavaşça ona doğru attım, bilinçli olarak aramızdaki mesafeyi daralttım. Parmaklarım hâlâ avuç içlerimde açtığım yaraların ıslaklığını hissediyordu ama bu acı, beni daha da odaklı hâle getiriyordu. Gözlerim onun üzerinde bir üstünlük kurmak istercesine parlıyordu. “Bana hatırlatmadan önce aynaya bak,” dedim, dudaklarımdan buz gibi dökülen sözlerle. “Kaç kişinin kanı senin ellerinde Lysander? Kaç hayatı söndürdün, kaç ailenin altını üstüne getirdin? Ama ne zaman ben biraz açlıkla hareket etsem... gelip ahlak dersi veriyorsun. Bana emir vermeye hakkın yok. Sen Hugolin Soren Cassian değilsin!” Lysander’ın yüzündeki o tanıdık alaycı gülümseme bir anlığına dondu. Cevap vermedi, ama gözleriyle her şeyini belli etti. Onun yüzünü okumayı öğreneli çok olmuştu. Sözlerim hedefi vurmuştu. “Anla artık,” diye devam ettim, sesimde bir zafer kırıntısı vardı. “Biz hayvanız. Vahşi ve akıllı hayvanlar. Doğamız, açlıktır.” Kısa bir sessizlik oldu. Ama bu sessizlik hafif değildi; kasvetliydi, sanki duvarlar üzerimize çöküyordu. Sonunda Lysander’ın gözleri tekrar parladı. Ama bu sefer içlerinde alay değil, uyarı vardı. Duruşu değişmişti. Gülümsedi —o lanet olası, sinsice kıvrılan gülümsemesiyle. “Ah sevgili Maryinn’im,” dedi, sesi melodik bir tehdit gibi. “Benim öldürdüklerim... planlıydı. Her birini dikkatle seçtim. Arkada iz bırakmadım. Ama seninkiler? Onlar yalnızca dizginlenmemiş bir açlığın ürünü.” Başını hafifçe eğdi. “Bunu görmezden gelmek zorunda mıyım? Sanmıyorum. Sen meclis tarafından sürgün edildiğin için biz buradayız! Annem ve babam sevgili kızlarını korumak için peşinden gidecek kadar yüce gönüllülerdi. Biraz minnettar olsan bir şey kaybetmezsin.” Bir adım daha attı. Şimdi o kadar yakındı ki, nefesini yanaklarımda hissediyordum. Zümrüt gibi gözleri karanlığın içinde parlıyor, üzerimde yargılayan bir tanrının bakışları gibi duruyordu. Ama yine de... korkmadım. Ondan korkmayan bu dünyada bir tek ben vardım. “Ve bu seni daha mı iyi biri yapıyor?” dedim, alayla. Sesim loş salonun taş duvarlarında yankılandı. Dudaklarımda ince bir gülümseme belirdi. “Planlı bir katil olmak daha mı asil, Lysander? Ailene sadık olmak seni iyi bir evlat yapıyorsa, bu ne kadar da gururlandırıcı. Ha? Ben ise hayatta kalıyorum. Biz... hayatta kalıyoruz. Aile dediğin bu değil mi? Önemli olan birlikte olmak.” Sözlerim havada asılı kaldı. Zamanın kendisi bile nefesini tutmuş gibiydi. Lysander bakışlarını üzerimden çekmeden bir süre öylece durdu. Sonunda, usulca geri çekildi. Sanki verdiği kararlar içinde bana bir pay bırakıyormuş gibi. “Düşündüğünden daha tehlikelisin, Maryinn,” dedi, sesinde tuhaf bir karışım vardı: hem hayranlık, hem korku, hem de öfke. “Sen asla düzenlemesin. Aklınla değil, bilenmemiş arzularınla hareket ediyorsun. Bu senin için tehlikeli.’ “Bu bir tehdit mi?” dedim. Sesim artık tamamen çelik gibiydi. Gözlerim karanlığı delip geçti. “Hayır,” dedi, gözlerini kaçırarak bir an karanlığa döndü, sonra tekrar bana çevirdi bakışlarını. O kısa bakış değişimi bile, içindeki huzursuzluğu açığa çıkarıyordu. “Sadece bir uyarı. Hatta… son uyarı.” Sesi soğuk, kelimeleri metal gibi keskin ve netti. Ansızın eli boğazıma uzandı. Sert ve kararlı bir hareketti bu. Parmakları çenemin altından kavrayıp boynuma sıkıca oturduğunda, içgüdüsel bir korku içimde kıvrandı. Bir anlığına nefesim durdu, göğsümdeki hava kesildi. Teninin o buz gibi soğukluğu, boğazımdan aşağıya doğru bir zehir gibi aktı. Nefes alışım zorlaştı ama gözlerimi ondan ayırmadım. Onun gözlerinde korkumu görmek, zafer sayılırdı—o yüzden izin veremezdim. “Kendini ve ailemizi tehdit altına sokarsan,” dedi, sesi şimdi daha karanlık ve derinden geliyordu, “yine o kaçak, sürgün hayatına mahkûm oluruz. Solani Consortium’un gözü bizim üzerimizde, Maryinn… ve inan bana, korkak gibi kaçmak… bundan nefret ediyorum.” Konuşurken çeneme bastıran parmakları daha da gerildi. “Annemle babam seni koruyor olabilir ama bu sonsuza dek sürmeyecek. Hata yapmanı önleyebilirim… ve önleyeceğim. Gerekirse seni kontrol altında tutarım. Bu senin özgürlüğünü elinden almak anlamına gelse bile.” Tüm vücudum buz gibi kesilmişti ama içimdeki öfke, bu soğuğu yakıp küle çevirecek kadar sıcaktı. Gözlerimi gözlerine diktim. O öfkeli, karanlık gözlerin içine çekilmek gibiydi; dipsiz bir kuyuya düşmek gibi. Ama onun gözlerinde korku değil, inat görmek istiyordum. Çünkü korkmuyordum. Asla korkmadım. “İyi düşün,” dedi sonra. Sesi düşüktü ama içinde bastırılmış bir tehdit vardı, karanlığın içinden süzülen bir hançer gibi. “Burada durmayı seçebilirsin. Ya da… daha fazlasına adım atabilirsin. Ama geri dönüş olmayacak. Geriye hiçbir şey kalmayacak.” Gözleri yeniden parladı. “Seni izledim. Tüm kasabanın içinden geçtin. Tek bir canlı bile bırakmadın. Ne kadın ne çocuk. Açlığın, seni hayvandan farksız yaptı. Solani yalnızca bir başlangıç. Sancta Custos’un da dikkatini çekeceğiz. Bu kadar aptal olamazsın Maryinn.” Parmakları, o an hafifçe gevşedi. Boğazımdaki baskı azaldı ama hâlâ elini orada tutuyordu. Gözlerim hâlâ gözlerinde, kalbim göğsümden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Sonra yüzüme doğru eğildi, öfkeli nefesini tenimde hissettim. “Kendi yolunu seçmek senin hakkın olabilir,” dedi fısıltıya yakın bir tonda, “ama ailemizi düşün. Biz senin için fedakârlık ettik. Seni kurtarmak için kaç kere sınırı geçtik. Seni öldürmem gerekse bile... bir daha ailemize zarar vermene izin verÖnemlisi oYutkundum. Boğazımdaki soğuklukla birlikte, içimde büyüyen bir öfke vardı. “Denesene.” Dedim, sesim zar zor bir fısıltıydı ama içimdeki karanlığı taşıyordu. Bu sözcükler, belki bilinçaltımın derinliklerinden, belki de artık dayanamayan o bastırılmış öfkemden çıkmıştı. “Senin tehditlerinden korkmuyorum. Babam her zaman beni koruyacak. Ve sen…” Gözlerimi kısmıştım, dudaklarımda zehirli bir gülümseme belirdi. “…kendini babam gibi zannetmeyi bırak. Sen Cassian ailesinin reisi değilsin, Lysander.” Gülümsedi. Ama bu gülümseme, rahatlatıcı olmaktan çok… uğursuzdu. Bir şeyin kırılmak üzere olduğunun habercisiydi. “Solani’nin sıradaki öncülerinden biriyim. Babamdan sonra ben geleceğim Mary. O zaman ne yapacaksın?” Tam o anda, o tanıdık ses karanlığı yardı. “Lysander! Maryinn!”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD