Karamsarlık ve umutsuzluk dehlizlerinde savrulmaya devam ettiği sıradan günlerden biri dahaydı. Yeni istifa ettiği işinden eve dönüş yolundaydı. Kazandığı cüzi miktarı, çalıştığı kitapçının raflarında gördüğü yeni dostları için harcamıştı. Kalabalıklar ona göre değildi. Eskiden de bu denli rahatsız olur muydu bilmiyordu ama şimdi, kesinlikle ona göre değildi. Yeni çözümü, hafta için başlayacağı özel derslerdi. Öğretmenliğin aradığı ve beklediği can yeleği olmasını umuyordu.
Evinin yakınlarındaki bir parka girip bedenini bir bankın üzerine bıraktığında aklından yalnızca bunlar geçmekteydi. Şaşılası bir şekilde henüz Zeynep’i düşünmeye yeltenmemiş, parmakları ona yazma arzusuyla kıvranmaya başlamamıştı.
Elindeki torbadan çıkardığı kitapları incelemeye başladığı sıralarda pek kullanmaya yanaşmadığı telefonunun rahatsız edici gürültüsüyle irkildi. Mahir’in telefonu pek çalmazdı. Ailesi acil durumlar için arardı, kardeşleri özlediği için... Bazen de üniversiteden arkadaşları birlikte vakit geçirmeyi teklif etmek için. Çünkü Mahir, telefonda konuşmayı isteyeceğiniz biri değildi.
Ekrana bakıp üçüncü ihtimalin gerçekleşeceğini düşünmeye başlarken aramayı cevapladı. Epeydir arkadaşlarıyla buluşmamışlardı.
“Efendim Ali?”
Mahir’in, Asaf dışında çok fazla dostu yoktu. Arkadaşları, tanıdıkları olurdu elbette ama onun nezdinde dostluk çok daha farklı ve özeldi. Ali de bu kategoriye dâhil ettiği nadir kişilerdendi.
“Nasılsın kardeşim?”
İstemsizce güldü. Ali’nin kendine has konuşma tarzı onu daima güldürürdü.
“İyiyim, sen?”
“Ben de. Ne yapıyorsun bakalım? Hatta dur, en iyisi bunu ben tahmin edeyim.”
Ali bir an duraksayıp konuşmaya kaldığı yerden devam ederken boştaki eliyle kitaplarını torbasına yerleştirmeye başladı.
“Evdesin, kitap okuyorsun ve ne olacak benim bu hâlim diye dertleniyorsun.”
Başını iki yana sallarken neşeliydi Mahir. “Hayır. Parktayım, yeni kitaplarımı inceliyordum ve ne olacak benim bu hâlim diye dertleniyordum.”
“Tüh! İnsanın aklına bile gelmez bu senaryo.”
“Sen ne yapıyorsun görüşmeyeli?”
“Aynı şeyler... İşten çıktım, eve geçeceğim. Bu akşam için yengenden izin kopardım. Sen, ben, Semih ve Burak bizim evde toplanıyoruz. Sırf sen de geleceksin diye Ceylin evde toplanmamıza izin verdi. Sen olduğunda evi savaş alanına çeviremiyormuşuz.”
Ali gürültülü bir kahkahayla sözlerini sonlandırırken Mahir de ona eşlik etti. Bittabi, arkadaşları da hayat yolunu bulmuş, kurduğu düzeni sürdüren insanlardandı. Mahir’in aksine…
“Tamam, birkaç saate gelirim. Ceylin’e selamlarımı ilet.”
“Yenge diyeceksin kardeşim, yenge!”
Telefonu Ali’nin gevezeliklerinin ardından kapattığında arkasına yaslanıp gözlerini göğe çevirdi.
“İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım.”[1]
Fısıltıyla şiiri okurken huzurlu hissettiğini fark etti. Hayatı değişmemişti fakat besbelli bir şeyler değişmişti. Çünkü Mahir nedense kendini biraz daha rahatlamış gibi hissediyordu.
***
“Yine kayboldun ortalıktan Mahir, nerelerdesin yahu?”
Arkadaşının evine ulaştığında onu sitem dolu sözlerle karşılamışlardı. Bir yandan Semih, bir yandan Ali sıkıştırıyordu. Neyse ki Burak anlayışlıydı da nefes alacak alan bırakıyordu Mahir’e.
“Ablamların gelişiydi, iş aramalardı derken zaman geçmiş.”
“Aramasak unutacaksın bizi.”
“Estağfurullah.” Semih’in omzuna hafifçe vurup başını iki yana salladı. “Bildiğiniz gibi birkaç yıldır kendimi arıyorum.”
Ali işi şakaya vurmak için ellerini havaya kaldırdı. “Mahir, neredeysen çık artık. Seni aramaktan bir hâl olduk!”
İçinden, ah bir de bana sorun; diye geçirirken gülümsemeye çalıştı. Keşke kendine seslenmek yardımcı olsaydı. Ama Mahir bunu da denemiş ve bir sonuç elde edememişti.
Konu ondan ve iletişimsizliğinden sıyrılınca rahat bir soluk aldı. Birlikte Ceylin’in onlar için hazırladığı ziyafeti kısa süre içerisinde tüketip ortalığı topladılar. Bu konuda gerçekten dikkatliydi. Mahir oradayken evin içinde bulunan kimse sofrayı öylece bırakıp kalkmaya cesaret edemezdi.
Sonunda işleri bittiğinde ellerinde çay bardaklarıyla Ali’nin salonuna dağıldılar. Ali onlardan bir yaş büyüktü. Ortak ders alırken tanışmışlardı. Üniversite biter bitmez işe girmiş, evlenmiş ve tekdüze lakin huzurlu bir hayat yaşamaya başlamıştı. Mahir’in durumunu bilen ve buna rağmen bu konuda onu huzursuz etmeyen birkaç insandan biriydi. Semih ve Burak da öyle... Diğer iki arkadaşı onunla yaşıttı. Semih memurluğu tercih etmişti, Burak öğretim görevlisi olmak için uğraşmaktaydı. Semih nişanlıydı, Burak’ın da epeyce uzun zamandır devam eden bir ilişkisi vardı. Evlenmek için uygun zamanın, düzenli bir gelire sahip olduğunda geleceğine inananlardandı.
“A, Mahir bak...”
Ali aniden heyecanla seslendiğinde Mahir arkadaşına döndü. Semih ve Burak da dikkatini ona verirken -beklediği ilgiyi bulmanın sevinciyle- çayını höpürdeterek yudumlayıp kıs kıs güldü.
“Geçen Ceylin bana bir şey söylemişti, şimdi aklıma geldi.”
Semih “Eyvah, sanırım seni kızdıracak bir şey geliyor Mahir,” diye araya girerken Burak sessizce gülmeye başladı.
Belli ki öyle olacaktı çünkü Ali’nin yüzünde muzır bir ifade vardı.
Bu yüzden “Ne yaptın Ali?” diye sordu bıkkın bir sesle.
“Ben mi? Hiç! Ama kardeşim olay fena!”
Kaşlarını çatarak beklemeye başladı. Nasıl olsa Ali söylemeye karar verene dek onu beklemek zorunda kalacaklardı.
“Hani biz ikinci sınıftayken bir kız vardı.”
Semih “Ben demiştim,” diye araya girip elini alnına vurmaya başladığında Mahir onu fark etmedi bile. Ani bir şekilde kalp atışları hızlanmış, elleri bir kitaba tutunma ihtiyacıyla dolmuştu. Zeynep’i mi kastediyordu acaba?
“Evet?” dedi sakin olmak için büyük bir çaba harcayarak.
“Adı neydi?” Ali düşünürmüş gibi çenesine vurup güldü. “Heh, Zeynep! Zeynep Kahraman!”
Nasıl olduysa nabzı şimdi daha da hızlanmıştı. Farkında olmadan öne doğru eğildi.
“Ne olmuş ona?”
Sesi soğuktu. Burak bunu öfkelenme ihtimaline yormuş olacaktı ki sakince araya girdi.
“Ali, nereden çıktı şimdi o mesele?”
“Yahu bir dinleyin, korkmanıza gerek yok.”
“Ne olmuş, diye sordum Ali.”
Ali kaşlarını kaldırarak Mahir’in yüzünü incelediği birkaç saniyenin ardından güldü. “Ceylin onun arkadaş grubuyla tanışıyordu. Çok samimi değiller ama bazen konuşuyorlar. Umarım yengene de böyle kaş çatmayı aklından geçirmezsin çünkü aksi hâlde canını yakmam gerekir.”
“Oğlum sadede gel artık ya!”
Semih’in isyanı esas konuya dönmesine yetmişti. “Ne diyordum? Heh, Zeynep Kahraman! Hani senin peşinden koşuyordu falan? Sen de kızı azarlamıştın? Hatırladın mı?”
Ali belli ki eğleniyordu. Eğer Mahir öfkesini kontrol edebilen biri olmasaydı, onu yumruklayarak bu eğlenceye eşlik edebilirdi. Tabii ki bunu düşünmekten öteye geçemeyecek kadar kararlı, prensip sahibi biriydi. Elbette. Öyleydi.
“İşte o kız var ya, bizim bölümden Mete ile görüşüyormuş. Duyunca aklıma eski günler geldi. Hani o senin peşinden koşardı, garibim Mete de uzaktan sizi izleyip dertlenirdi. Sonunda hayalleri gerçek oluyor.”
İşte o kız var ya, bizim bölümden Mete ile görüşüyormuş.
Bizim bölümden...
Mete ile...
Görüşüyormuş.
Gö – rü – şü – yor – muş.
Sesler, heceler ve kelimeler kafasının içinde bozulmuş bir plak misali tekrarlanıyordu. Geçen saniyelerin ardından avuçlarını birbirine sürtüp sakin olmaya, sakin görünmeye çalıştı. Kalbi göğsüne öyle hızlı çarpıyordu ki bu gözünü korkutmaya başlamıştı. Neler oluyordu böyle?
O adam, restoranda gördüğü suratsız şahıs, Zeynep’in görüştüğü kişi, Mete miydi?
Bir ilişkisi olmadığını, hayatında biri olmadığını düşünmüştü ama yanılmış mıydı?
“Mahir? Çok mu kızdın kardeşim?”
Ali tedirgin bir şekilde sağ elini ona doğru sallarken yutkundu. “Niye kızayım ki?”
Bunun için ortada bir sebep yoktu. Bu çok saçma ve anlamsız olurdu. Öyle bir şey yaparsa olgun ve kararlı Mahir ile çelişirdi. Bu, eski hâline yakın bir Mahir tavrı olurdu hatta. O Mahir ortalıkta yoktu, yani bu tepki imkânsızdı.
“Genelde Zeynep deyince kızıyordun ya.”
“Hayır, kızmadım. Ben bir çay alayım kendime, bunun tadı kaçmış.”
Elinde bardağıyla ayaklanırken hâlâ sakinleşmeyi başaramamıştı. Acilen kitap okuması gerekiyordu. Hem de bu kez kısık sesle değil, olabildiğince yüksek sesle. Tüm belirsiz hisleri içinden dökülene dek okumak zorundaydı.
Tüm akşam boyunca kendini sakin görünmeye zorlayarak arkadaşlarını kandırmaya çalıştı. Büyük ihtimalle onda bir tuhaflık olduğunu anlamışlardı ama kim Mahir kadar ters birine bunu sormaya cüret edebilirdi ki? Hele de meselenin kaynağı onu deli etmesiyle ünlenen Zeynep Kahraman iken.
Eve döndüğünde çıldırmış gibiydi. Artık kendine telkinde bulunmayı dahi bırakmıştı, çünkü sakinleşemiyor, bu anlamsız tepkiden kurtulmayı başaramıyordu.
Odasına girip kapısını kilitledi. Eline geçen ilk kitabı alıp bağırmadan ama yüksek sesle okumaya başladı. Okuduğu her sayfanın ardından ses tonu düşmeye, kalbi yatışmaya başlamıştı. Sonunda çok sevdiği gibi mırıltıyla okumaya geçebildiğinde aradan epeyce uzun süre geçmişti. Kapısı çalınmasaydı okumayı bir an olsun bırakamazdı ama gelenin kim olduğunu bildiği için isteksizce de olsa yerinden kalktı. Kapının kilidini açıp annesinin içeri girmesini izledi.
“Mahir, iyi misin oğlum?”
Dilem Karaman, biricik validesi, ne kadar da nazikti. Mahir istemsizce derin bir nefes aldı. “Anne, daha önce hiç...”
Aklından geçenleri ona nasıl anlatacağını bilemediği için bir an duraksadı. Kadın ilgi, merhamet ve anlayışla yüzüne bakıyordu. Mahir derin derin soluklanırken annesi öylece durup bekledi.
“Kendinle çeliştiğini hissetmiş miydin?”
“Çok kez.”
Bunu o kadar sakin bir şekilde söylemişti ki bir an onu algılamakta zorlandı.
“Gerçekten mi?”
“Evet, elbette Mahir. Özellikle de babanla tanıştıktan sonra kendimle bir hayli çeliştiğim olmuştu.” Usulca gülerek sağ elinin tersini oğlunun yanağına yerleştirdi. “Bazen hâlâ oluyor.”
Mahir hayretle kaşlarını kaldırdı. “Gerçekten mi?”
“Evet. Bir sorun mu var?”
Dilem Karaman bakışları yine iş başındaydı. Annesinin böyle bir yeteneği vardı, en azından Mahir buna inanıyordu. İnsanın gözlerinin ta içine, sanki yüreğinin derinliklerine bakarak beklerdi. Bakışları sizi zorlamaz, sıkmaz ama bir şekilde içinizi dökmenize sebep olurdu.
“Daha önce olumsuz düşündüğüm bir şey hakkında şu an farklı şeyler hissediyorum. Beni kızdırmaması gereken bir şeye kızıyor; yapmadığım, eskiden yapmak dahi istemeyeceğim bir şeyi yapmak istiyorum. Ve ben eski ben değilim ama şu an bu mesele hakkında tıpkı eski Mahir kadar kararlı ve sabit fikirli hissediyorum.”
“Aklımı karıştırıyorsun oğlum. Bu kadar dolaylı yoldan anlatmak zorunda mısın?”
Başını aşağı yukarı sallarken gözlerinden anlaşılmayı beklediği okunuyor, çaresizliği olağanca samimiyetiyle dışarı taşıyordu.
“Sen, sensin Mahir. Eski Mahir, yeni Mahir diye bir şey yok. Hepsi sensin. Bazı şeyler değişebilir tabii ki ama tamamen kaybolduğunu düşünmen anlamsız olur.”
“Peki, ne yapmalıyım?”
“Doğru olduğunu düşündüğün şeyi...” Annesi bir kez daha yanağını okşayıp gülümsedikten sonra sözlerine devam etti. “Sen hep böyle yaparsın.”
O çıkıp gittiğinde dahi bir süre yerinden kıpırdamayı başaramadı. Annesini dinlerse olacak şeyi çok iyi biliyordu. Hangi Mahir olduğunu bilmiyordu ama bunun bile önemi yoktu, hangisi olursa olsun tek bir şey yapacaktı: Zeynep’i bulacaktı.
[1]Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı, Yapı Kredi Yayınları, Ekim 2008.