Geçmişin Yankıları
Hava ağırdı. Nefes aldıkça ciğerlerime dolan bu ağırlık, sanki sadece bedenimi değil, ruhumu da sarıyordu. Göğsümde biriken baskı her adımda biraz daha derinleşiyor, içimi kemiren bu his iliklerime kadar işliyordu. Tapınaktan kurtulmuştuk ama geride bıraktığımız şeyler… onları ardımızda bırakabilmemiz mümkün değildi. Geçmiş, gölgeler gibi peşimizden sürükleniyordu. Ne kadar uzağa gidersek gidelim, nereye saklanırsak saklanalım, gerçeğin soğuk nefesi enselerimizden eksilmiyordu. Kaçmanın, saklanmanın, unutmanın imkânsız olduğunu bilerek ilerliyorduk.
Karan sessizdi. Yanımda yürüyordu ama hiç konuşmuyordu. Adımları dikkatli, nefesi derinden geliyordu. Gözleri yerdeydi; karanlık bakışlarını toprağa mıhlamıştı sanki. Elleri yumruk olmuş haldeydi. Parmak eklemleri beyaza çalan bir gerginlikle sımsıkı kapanmıştı. Yorgundu. Sadece bedeni değil, zihni ve ruhu da yorgundu. O kadar uzun süredir kaçıyorduk ki, sanki gerçekten kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi düşünmeye bile fırsatımız olmamıştı.
Ama artık… bu kaçış bitmişti.
Çünkü nereye gidersek gidelim, geçmiş peşimizi bırakmıyordu.
Ayaklarımızın altındaki kuru dallar çıtırdadığında, sessizlik daha da derinleşti. Gözlerimi etrafıma çevirdim. Karan da bir adım geride durdu. Havada garip bir soğukluk vardı; keskin ve huzursuz edici bir his, tenimi yakıyordu.
Karanlık bir ormanın içindeydik. Ağaçlar tuhaf bir şekilde hareket ediyormuş gibi görünüyordu. Rüzgâr esmiyordu ama dallar birbirine çarpıyordu. Gövdeleri, içlerinde yaşayan bir şey varmış gibi hafifçe eğilip bükülüyordu. Bu hareketler, çıplak gözle fark edilmesi zor ama hissedilmesi imkânsız olmayan bir şekilde oradaydı. Sessizlik, etrafımızı saran görünmez bir duvar gibi üstümüze çöküyordu. Uğursuz bir atmosfer, tenimize yapışan bir gölge gibi bizi takip ediyordu.
Ama umurumda değildi.
Çünkü artık kaçacak bir yerimiz kalmamıştı.
Daha önemli bir şey vardı.
“Karan.”
İlk kez adını böyle söyledim. Sadece bir çağrı gibi değil. Gerçekten… onun varlığını kabul eder gibi. Sanki yanımda yürüyen kişi sadece bir gölge değil de, benimle aynı yükü taşıyan, aynı kaçışın içinde sürüklenen biriydi. Onun da nefes aldığını, düşündüğünü, hissettiğini kabullenmek gibiydi bu.
Karan başını kaldırdı ama gözleri hâlâ şüpheliydi. Kaçmaya hazır bir hayvan gibi tetikte duruyordu. Parmakları istemsizce hareket etti, sanki bir silaha ya da kılıca uzanacakmış gibi. Ama hiçbir şey yapmadı. Sadece baktı. Sanki bir an sonra her şey tekrar yıkılacakmış gibi. Sanki ben… yok olacakmışım gibi.
Ama bu kez, kaçmak istemiyordum.
Adımlarımı ağır ama kararlı bir şekilde attım. Ona doğru ilerledikçe gözleri hafifçe büyüdü. Nefesi belirsiz bir şekilde kesildi. Ama geri çekilmedi.
Bu da bir şeydi, değil mi?
“Olanları konuşmalıyız.”
Sesi kısıktı, neredeyse rüzgârın uğultusuna karışacak kadar sessiz: “Neyi konuşacağız?”
Her şeyi.
Ama nereden başlayacağımı bile bilmiyordum.
Sırtımı dikleştirdim, kelimeleri aradım. Ama cümleler zihnimde dağıldı, düğümlendi. O an fark ettim ki, bazı şeyleri söylemek düşündüğümden daha zordu. Bazı kelimeler dudaklarımdan dökülmeye hazır görünse de, içimde asılı kalıyordu. Sanki bir kere söylediğimde, artık geri dönüşü olmayacaktı.
Ama zaten geri dönüş diye bir şey yoktu, değil mi?
Karan, sabırsızca soluk alıp gözlerini devirdi. “Konuşmayacaksan, bunu neden söyledin?”
Sesi sertti ama bu sertlik, alıştığım öfkeden farklıydı. Yorgundu. Keskin ama aynı zamanda kırılgan bir cam gibi.
“Çünkü,” dedim sonunda. “Artık sustukça daha kötüye gidiyoruz.”
Ve gerçekten öyleydi.
Kaçtığımız şeyin, peşimizden gelen karanlığın bizi ele geçirmesine ne kadar izin verecektik?
Ellerime baktım. Parmaklarımı hafifçe kıpırdattım, derimin altındaki değişimi hissetmeye çalıştım. Sanki hâlâ aynı bedendeydim ama içimde bir şeyler kırılmış, yer değiştirmiş, bambaşka bir şeye dönüşmüştü. O tapınakta olanları düşündüm. Ateşin yankılarını, duvarlara sinmiş eski fısıltıları, gölgelerin üstüme çöküşünü… Her şey bitmişti ama hiçbir şey eskisi gibi değildi.
Ben… artık eskisi gibi değildim.
Ve Karan bunu biliyordu.
Ama o da değişmişti.
Artık sadece iki yol arkadaşı değildik.
Biz… hayatta kalanlardık.
Ve bu bizi birbirimize daha da bağlıyordu.
O an, bir şey fark ettim.
Kaçış bitmişti.
Ama savaş yeni başlıyordu.
Bedenimde garip bir ağırlık vardı, sanki üzerime çöken karanlık sadece dış dünyadan değil, içimden de yükseliyordu. Bir zamanlar korktuğum şeylere dönüşüyor muydum? Yoksa bu değişim, en başından beri içimde uyuyan bir şeyin uyanması mıydı?
Karan, gözlerini benden kaçırdı. Ama omuzlarının gerginliği, nefesinin düzensizliği, bedeninin hafifçe titremesi… düşündüğünden daha çok şey sakladığını anlamamı sağladı.
Bütün bu zaman boyunca, kaçmaya o kadar odaklanmıştık ki, ne için savaştığımızı unutmuştuk. Sadece hayatta kalmak yetiyormuş gibi davranmıştık. Ama şimdi, burada, bu garip ormanda, kökleri görünmez bir girdap gibi dönen ağaçların arasında, ilk defa gerçek bir an yaşıyorduk. Kaçmadığımız, saklanmadığımız, sadece durup yüzleştiğimiz bir an.
Sessizliği ben bozdum.
“Benden korkuyor musun?”
Sözler dudaklarımdan döküldüğünde, havada asılı kaldı. Sanki ormanın uğursuz sessizliği bile bir anlığına bu kelimeleri içine çekti, sindirdi ve sonra geri saldı.
Karan’ın gözleri hemen yüzüme döndü. Şaşkındı.
Belki de böyle bir şeyi sormamı beklemiyordu.
Ama ben biliyordum.
Tapınaktaki değişimi gördüğünde yüzündeki ifadeyi hatırlıyordum.
Onun için artık ben… farklıydım.
Ve bu, her şeyi değiştirirdi.
Karan derin bir nefes aldı ama önce cevap vermedi. Gözlerini kaçırarak ayaklarıyla toprağı kazıdı, dudaklarını ısırdı. Sanki içinde fırtınalar kopuyor ama hangi kelimenin onları dindireceğini bilmiyordu. Bunu söylemek zorunda olduğunu biliyordu, ama nasıl söyleyeceğini bilmiyordu.
Sonra, neredeyse duyulamayacak kadar kısık bir sesle fısıldadı:
“Korku değil.”
Kaşlarımı çattım. Göğsümde bir şeyler sıkışmış gibi hissettim. Sadece bu iki kelimeyle bir sürü anlam yüklenmişti havaya.
“O zaman ne?”
Beni süzdü. Ama bu kez sadece gözlerime değil, sanki içimi görüyormuş gibi baktı.
O bakış, olduğum kişiyi, olduğum şeyi, değişimimi, gücümü ve belki de zayıflığımı görüyordu.
Sonra söyledi.
“Seni kaybetmekten korkuyorum.”
Dünyanın sessizleştiğini hissettim.
Çevremizdeki ağaçlar bile hareket etmeyi bırakmış gibiydi. Rüzgâr durdu. Havanın ağırlığı değişti.
Böyle bir cevap beklemiyordum.
Ama bu… bir itiraftı.
Karan, hiçbir zaman hislerini açık açık söyleyen biri olmamıştı. Duygularını saklayan, öfkeyle, suskunlukla, mesafeyle korunan biriydi. Ama şimdi… kelimeleri düzensizdi, sesi titriyordu. Çünkü bu, gerçek bir korkuydu.
Ve birden anladım.
O da değişmişti.
Bu sadece benimle ilgili değildi.
Bütün bu süre boyunca, birlikte savaştık. Birlikte hayatta kaldık. Birbirimizi defalarca ölümün eşiğinden çektik. Ve şimdi, Karan ilk defa, belki de kendine bile itiraf edemediği şeyi söylüyordu.
Ben onun için sadece bir yol arkadaşı değildim.
Ben onun için önemliydim.
Ama bunun anlamını bilmiyordum.
Ve belki de bilmekten korkuyordum.
Gözlerimi ondan ayıramadım. Karan’ın yüzündeki ciddiyet, karanlığın içindeki tek gerçek şey gibi görünüyordu. Göğsümde bir ağırlık vardı, ritmi hızlanan kalp atışlarımı bile susturamayacak bir ağırlık. Ellerimi sıktım, parmaklarım istemsizce titredi. Avuçlarım yanıyordu. Sanki içimde bir ateş vardı ve onu bastırmaya çalıştıkça daha da alevleniyordu.
O tapınaktaki değişimi hatırladım.
Ben artık tam olarak insan değildim.
Ama bu, hislerimi değiştirmiyor muydu?
Öyleyse neden hâlâ içimde bir şeyler sarsılıyordu? Neden bu korku, bu belirsizlik, damarlarıma kök salmış gibiydi?
Karan’ın gözleri üzerimdeydi. Beni izliyordu, bir cevap bekliyormuş gibi. Ama ben… ne söylemem gerektiğini bilmiyordum.
Çünkü ben de korkuyordum.
Ama kendi içimde yankılanan o sesi hatırladım.
“Sen… bizden birisin.”
Bu sözler hâlâ zihnimin bir köşesinde çınlıyordu. Bunu kimin söylediğini bilmiyordum. Ama daha da önemlisi… bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum.
Bildiklerim sınırlıydı.
Ama bir şeyi kesin olarak biliyordum:
Karan burada, yanımdaydı.
Ve ben, ne olursa olsun onu kaybetmek istemiyordum.
Bu düşünce, her şeyin üstüne çıkan tek gerçeklikti. Ne değiştiğim, ne olduğum, ne olacağım… bunların hepsi önemliydi. Ama şu an, şu anda, önemli olan tek şey buydu.
Kelimeler boğazıma düğümlendi ama birini seçip fısıldadım:
“Bundan sonra… ne olacak?”
Karan, gözlerini bir an yere indirdi. Düşüncelerini toparlıyor gibiydi. Sonra başını kaldırdı ve sessizce gülümsedi. Ama o gülümsemede bir hüzün vardı. Bir vedanın, bir kabullenişin burukluğu.
“Savaş.”
Tek kelime. Ama içinde geçmişi, geleceği ve kaçınılmaz olanı taşıyan bir kelime.
Çünkü geçmişimiz bizim peşimizi bırakmayacaktı.
Ama artık yalnız değildik.
Ve bu, her şeyi değiştirebilirdi.
Karan’ın söylediği tek kelime havada asılı kaldı.
Savaş.
Bunu daha önce de duymuştum. Defalarca. Farklı ağızlardan, farklı zamanlarda. Kral odalarında, savaş meydanlarında, fısıltılar arasında yankılanan bir kelimeydi bu. Güçlüler için bir oyun, zayıflar için bir sondu. Ama ilk defa… bu kadar gerçeğe yakın hissediyordum.
Çünkü bu sefer savaş dışarıda, uzakta bir yerde değildi.
Bu sefer savaş, benim içimdeydi.
Bunu biliyordum.
Bunu hissediyordum.
Ve Karan da hissediyordu.
Gözlerini yere indirdi, ayaklarının ucuna baktı. Bir süre hiçbir şey söylemedi. Ama sessizliği, sözlerden daha ağırdı. Sonra, neredeyse kendi kendine konuşuyormuş gibi mırıldandı:
“Ne olduğunu bilmiyorum.”
Kaşlarımı çattım. “Ne demek istiyorsun?”
Başını salladı. Çenesindeki kas hafifçe gerildi. Düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu. Belki de doğru kelimeleri bulmaya.
“Sen değiştin.” Bunu söylerken sesi çok sert çıkmadı, daha çok temkinliydi. “Ama bu değişimin ne anlama geldiğini bilmiyoruz.”
O haklıydı.
Bunu ben de bilmiyordum.
Ama hissettiğim şey, içimde büyüyen ve adını koyamadığım o karanlık… her neyse, onun artık eskisi gibi olmayacağını biliyordum.
Bu değişimin ne getireceğini bilmiyordum.
Ama bildiğim bir şey vardı.
Geri dönüş yoktu.
Tapınaktan çıkmadan önce ne olduğumu hatırlamıştım. Ama bu hatırlayış, bir cevap getirmemişti.
Ben kimdim?
Bir insan mı?
Bir tanrı mı?
Yoksa ikisinin arasında sıkışmış bir şey mi?
Sadece bu sorular vardı kafamda. Ve bu soruların ardında bir boşluk. Beni tanımlayacak bir şey, bir etiket, bir kimlik yoktu.
Elimi kaldırdım. Parmak uçlarım hâlâ yandığını gördüm. Alevler ince ince parlıyor, ama bir yandan da sanki ben onlardan kaçıyordum. Sadece ateş değil, içimde bir şey daha yanıyordu.
Ama bu ateş… farklıydı. Bana zarar vermiyordu.
Çünkü bana aitti.
Ama bu, onu kontrol edebildiğim anlamına gelmiyordu.
Bunu düşündüğüm anda, içimde bir şey kıpırdadı. Bir ses. Bir çağrı. Bir şey bana doğru çekiliyordu, bilinçli olarak değil, sanki bu yolun sonu buraya çıkmak zorundaymış gibi.
Ve o anda, ateş birden parladı.
Alevler, avuç içlerimden yükselerek yukarı doğru kıvrıldı. Kontrolsüzdü. Bir canavar gibi hareket ediyordu, sanki tek bir düşünceyle her şeyi yakmaya, her şeyi yok etmeye yemin etmişti.
Karan hemen geri çekildi. Ama korkudan değil.
Kendini korumak için.
Çünkü ben şu anda… tehlikeliydim.
Alevler istemsizce büyüdü. Her saniye daha büyük, daha parlak, daha yıkıcı olmaya başlıyordu. Nefesim sıklaştı, göğsümdeki baskıyı hissettim. Kontrolü kaybediyordum.
Sakin ol.
Ama nasıl?
Nasıl sakin olabilirdim?
Düşüncelerim bile ateşin içinde yanıyordu. Zihnim, bedenim, ruhum… her şey alevler gibi sarhoş olmuştu. İstediğim kadar durmaya çalıştım, ama bu ateşin içinde kaybolan bir benlik vardı, bir ben, bir varlık, bir şey, kim olduğumu unuttuğum bir şey.
Gözlerimi kapattım. Ellerimi sıkmaya çalıştım, ama alevler gitmiyordu. Hangi yönde hareket edersem edeyim, onları kontrol edemiyordum. Onlar, benim istemediğim hâlde büyüyordu. Her an biraz daha şiddetleniyor, her an biraz daha her şeyi yutuyordu. İçimdeki ateş… kendi canavarına dönüşmüştü.
Karan’ın sesi yankılandı, keskin ve kararlı:
“Sakın panik yapma!”
Ama çok geçti.
Alevler patladı. Gözlerimi açtığımda, etrafımda her şey bir anda alevler içinde kalmıştı. Havanın yoğun sıcaklığı cildimi kavrarken, toprağın bile yandığını, taşların, her şeyin ateşe teslim olduğunu fark ettim. Bu, sıradan bir ateş değildi.
Bu… benim içimdeki ateşti.
Bir anda bir el bileğimi tuttu.
Karan.
Gözlerimi açtım. Alevler, onun eline değiyordu ama onu yakmıyordu. Bir şekilde, o ateş onun vücudunda geçip gitmiyordu. Ama ben… o kadar yakındım ki, ondan korkuyordum. Onu, bu alevlerin içine çekmekten, bir şekilde ona zarar vermekten korkuyordum.
Nefes nefese kalmıştım. Ama o gözlerini gözlerime dikti. Sadece bana bakıyordu, güvenli bir bakış, keskin ve sakin.
“Senin içindeki ateş… seni yok etmeyecek.”
Bana inanıyordu.
Ama ben… kendime inanmıyordum.
Karan, bileğimi daha da sıkı tuttu. Gözlerinden o kesinlik okunuyordu.
“Savaş burada başlamayacak. Seninle başlamayacak.”
Nefes aldım. Zihnimde bir şey değişti. Savaş, ateş, her şey… hepsi… yeniden şekilleniyordu.
Ve o an… bir şey değişti.
Alevler yavaşladı. Sonra küçüldü. Ve en sonunda, tamamen söndü.
Ama o sıcaklık hâlâ içimdeydi. Sanki o ateş, bedeni terk etmişti ama ruhumda, her köşesinde bir iz bırakmıştı.
Bu, gitmeyecek bir şeydi.
Benim bir parçam olmuştu.
“Nasıl yaptın?” diye sordum, sesim hâlâ titriyordu, hislerim karma karışıktı.
Karan omuz silkti, gözlerinde hala o sakin, emin bakış vardı.
“Bilmiyorum. Sadece… bana zarar vermeyeceğini biliyordum.”
Ona baktım. Bu kez, sadece bir yol arkadaşı olarak değil, bir insan olarak, bir dost olarak, belki… daha fazlası olarak. Ama bunları düşünmek için zamanım yoktu.
Çünkü etrafımızdaki dünya sessizleşmişti.
Ağaçlar fısıltılarla kıpırdıyordu. Her yaprak, her dal, her rüzgâr… sanki bir şeyleri söylüyordu, ama ne olduğunu anlayamıyordum. Gökyüzü, olması gerektiğinden daha karanlıktı. Sanki her şey bir sonrasını bekliyordu.
Ve içimde… bir his vardı.
Bizi izleyen bir şey var.
Karan da hissetmiş olmalıydı ki, gözleri etrafı taramaya başladı. Tuhaf bir şekilde, her hareketi dikkatli, yerinde ve kesin gibiydi. O, bir avcıydı, ama bu sefer avın ne olduğunu bilmiyordu.
Kılıcına uzandı, sert bir şekilde kavradı. Ama kime karşı savaşacaktık?
Gölgeler mi?
Tanrılar mı?
Yoksa… kendimiz mi?
Nefes aldım, yavaşça. Derin, titreyen bir nefes. Bunu öğrenmenin tek yolu vardı. Ama bu yolun ne kadar karanlık olduğunu hissedebiliyordum. Ve ben, öğrenmeye hazırdım.
Bu, geri dönüşü olmayan bir yoldu.
Karan sessizce kılıcını kavradı. Gözleri gölgelerin arasında bir şeyler arıyordu ama ne aradığını bilmiyordu. Ben de bilmiyordum. Ama burada bir şey vardı.
Bizi izleyen bir şey.
Sadece hissetmekle kalmıyordum, biliyordum.
Bu, gözlerin üzerinde olmasını hissetmek gibi değildi. Daha farklıydı.
Sanki bir varlık, doğrudan içime bakıyordu. Görünmeyen bir el, ruhumun en derin köşelerine dokunuyordu. Her yerden, her şeyden daha yakın, daha derin bir dokunuş. Bir şey, her şeyin ötesinde, bilinçlerimizin karanlık bölgelerine sızıyordu.
Bu his… tanıdıktı.
Ama bir an bile geçmişi düşünürsem, bunun içine çekileceğimi biliyordum.
Beni izleyen şeyin kim olduğunu bilmiyordum.
Ama ne olduğunu biliyordum.
Beni tanıyan bir şeydi.
Karan’ın sesi karanlığı yardı. “Buradan gitmeliyiz.”
Ama nereye?
Bu orman… değişmişti.
Tapınaktan çıktığımızdan beri, ne kadar yürüdüğümüzü bilmiyordum. Zaman, burada hiç doğru hissettirmiyordu. Ama burası bizim çıktığımız yer değildi. Burası, bildiğimiz ormanlara benzemiyordu. Burada her şey yanlış hissediliyordu.
Sanki…
Burası bizim için yapılmıştı.
Karan’a döndüm. “Burası ne?”
Ama o bile bilmiyordu.
Kılıcını sıktı, karanlıkta parıldayan bir alev gibi. “Ne olursa olsun, ilerlemeliyiz.”
Ama bu, bir emir değil, bir karar gibiydi. Bir zorunluluk. O, içindeki sessiz korkuya rağmen, ilerlemeye kararlıydı.
Bunu söyledi.
Ama hareket edemedik.
Ayaklarımızın altında toprak vardı ama sanki bu toprak bizi tutuyordu. Her adım, her hareketimiz ağırlaşıyor, bir şeyler bizi bu yerde tutuyordu. Toprak, adeta bizi içine çekiyordu. Başka bir güç vardı, gözle görülmeyen bir şey, bizi durduruyordu. Karan ve ben, birbirimize bakarak, sadece bir şeyin farkındaydık:
Burada, hiçbir şey kontrolümüzde değildi.
Yürümeye çalıştım.
Ama sanki görünmeyen bir bağ beni olduğu yere sabitlemişti. Her adım, bir tuhaflıkla çarpışıyordu; yerimden kıpırdayamıyordum. Karan da hareket edemiyordu, gövdesi gergin, elleri sıkıca kılıcına sarılmış haldeydi. Ama kılıcı, bu belirsiz güç karşısında işe yaramıyordu.
Bir tuzağa mı düşmüştük?
Yoksa en başından beri, farkında olmadan tuzağın içinden mi yürüyorduk?
Burası, sonsuz bir ormanın içinde kaybolmak gibi değildi. Burada yönler yoktu. Burada zaman bile yoktu. Her şey, bilindik dünyadan kopmuş gibiydi. Herhangi bir şeyin kuralı kalmamıştı. Düşüncelerim bulanıklaşıyor, sadece o garip varlık bana odaklanıyordu.
Karan’ın sesi, tiz bir korku taşıyordu. “Bu… normal değil.”
Normal olan hiçbir şey kalmamıştı.
Birden, beni izleyen varlık, sadece bakmıyordu. Şimdi, doğrudan zihnimin içinde yankılanan bir sesle konuşuyordu. Kulaklarımda değil, içimde, derinliklerimde bir yerlerden duyuyordum. Soğuk bir korku dalgası vücudumu sardı. Ve söylediği şey, kanımı dondurdu.
“Geri döndün.”
Nefesim kesildi. Derin bir soluk aldım, sakin olmaya çalıştım. Ama içinde bulunduğum boşluk o kadar yoğun ve karışıktı ki, düşüncelerimi toparlamakta zorlanıyordum. Ne olursa olsun, o sesi tanıyordum. Zihnim, tüm gücüyle karşı çıkmak istese de, o sesin sahibini hatırlamak istemiyordum.
Ama bir yandan da biliyordum.
O, beni bekliyordu.
Karan dişlerini sıktı, kasları gergindi. Öfke ve korku arasında sıkışmış bir halde, derin bir nefes aldı. “Bize kendini göster.”
Ve o an…
Her şey değişti.
Orman, bir anda gözlerimizin önünden kayboldu. Toprak, ayağımızın altından hızla çekildi. Gökyüzü bir anda çöktü, kararmaya başladı. Bir boşluk, yavaşça ama kaçınılmaz bir şekilde bizi içine alıyordu. Sanki dünya, bize yer bırakmamıştı, geriye sadece sonsuz bir düşüş kalmıştı.
Ve biz…
Hiçliğe düştük.
Karan’ın elini sıkıca yakaladım, ama tutamadım. Parçalanan bir dünyada, o kadar karışıktık ki, birbirimize dokunmak bile imkansız hale gelmişti. O da benimkini yakalamaya çalıştı, ama ne ellerimiz birbirine ulaşabiliyor, ne de birbirimizi tam olarak hissedebiliyorduk. Bir şeyler vardı, ancak her şeyin ötesinde, çok daha büyük bir güçle bizi birbirimizden ayırıyordu.
Ve ikimiz de… bir şeyleri tutamadan…
Düşmeye devam ettik.
Bu, boşluktu. Ama aynı zamanda… bir hatıra gibiydi. Geçmişin veya geleceğin ötesinde bir zaman diliminde, birbirimizle ve her şeyle kopmuş gibiydik. Karan’ın sesi, titrek ve kaybolmuş bir şekilde yankılandı. Ama her şey silikleşiyor, parçalanıyordu.
Zihnimde yankılanan tek bir şey vardı.
Beni bekleyen biri vardı.
Ve şimdi, ona doğru gidiyordum.
Geri dönüş yoktu.
Bu düşüş, bir kayboluş gibiydi, ama aynı zamanda bir buluşma. Yavaşça, vücudumda, ruhumda, her şeyde bir değişim hissediyordum. Çünkü biliyordum: bu sonsuz boşluk, bir sona değil, bir başlangıca işaret ediyordu.