NOYAN

1684 Words
Bölüm: "Yabani Dağın Oğluna Gelin Aranıyor" Nermin sabah kahvesini eline alıp pencereye yöneldi. Buhar hâlâ camın köşesinde oyalanıyordu. Az önce açtığı perdenin arasından dağların sessizliği sarkıyordu içeriye. Yüzüne çarpan rüzgâr serin olsa da... içini ısıtan bir manzara vardı karşısında: Bahçede, sabah güneşi gövdesine vurmuş, odunları iki darbede yaran bir adam. Yeğeni. Ablasının emaneti. Gözü gibi seviyordu onu, gözü gibi. Nur, kahvesinden bir yudum aldı, sonra pencereye doğru eğildi. “Ay anne, abim ne kadar yakışıklı maşallah…” Sesi fısıltı gibiydi ama içinde hayranlık da, şaşkınlık da vardı. Nermin kahvesini hüpleterek içti, bakışlarını yeğenine dikti. Güneş vurdukça saçları ne kadar da güzel parlıyordu bronz teninin üzerinde. Elleri balta gibiydi; vücudu koca bir dağ. Gören bir adım geri çekiliyor. Ama Nermin bilirdi, içi çocuk gibiydi yeğeni Noyan'ın. Sevgisiz büyümedi ama ailesiz kaldı. Babası ölünce şehir hayatını o parlak yazılım işini, milyonları bir kenara attı da geldi bu dağ başına. “Bir ailem sen kaldın teyzem” dedi Nermin'e. “Babam olmadan ne işim var Polonya'da” dedi. “Helal süt emmiş bir gelin bulamadık oğluma Nur...” dedi Nermin kızına hüzünle bakarak. Nur kaşlarını kaldırdı, burun kıvırdı biraz. “Helal süt emeni de emmeyeni de korkuyor abimden anne. Kızlar onu görünce zangır zangır titriyor. Hele o marangozu hastanelik ettiği günden sonra…” Nermin gözlerini kısmış, hâlâ odun kıran o heybetli gövdeyi izliyordu. Hüpletti kahvesini. Sonra buruşturduğu yüzünü kızına çevirdi. "O marangoz köyde bir kadını taciz etmişti!" Diye itiraz etti Nermin. "Elbette dövecekti ben olsam ben de döverdim. Bilmez misin abin yardıma muhtaç kızları koruması altına alırken bir kadının tacizine sessiz kalsın!" İçinden bir oh çekti, marangoz da hakkettiğini buldu ya... Sonra yok oldu köyden. Yeğeninin parmağı vardı kesinlikle. “Bir plan yapalım da evlendirelim oğlumu Nur. Mutlu olsun istiyorum. Koca dağın başında yapayalnız. Geldi buralara ecnebi memleketlerden. Dağlara bakıp duruyor akşama kadar. Oğlumun yüzünü güldürecek bir gelin şart!” "Anne" dedi Nur. O da istiyordu abisine artık hayat gelsin. Köy meydanına indiklerinde sadece kızlar değil erkekler ve çocuklar bile onu görünce çekinip siniyordu. Annesinin dediği gibi ondan korkmayan bir gelin nereden bulacaklardı? Herkes abisinin kalbi de gaddar sanıyordu, ismi yabani olarak anılıyordu dilden dile. Ama kimse bilmiyordu ki aslında kalbi pamuk gibiydi. Polonya'da kurduğu şirket tıkır tıkır işlerken buradan şirketiyle ilgileniyor, arada bilgisayardan bir şeyler yaparak toplantılara katılıyordu ama babasının ölümünden sonra şehir hayatından nefret eder hale gelmişti. Polonya'da bir de bir üniversiteye ortaktı abisi. Nur da o üniversitede okuyordu zaten şu an tatile gelmişti. Ama şimdi köy meydanına bile gerekmedikçe inmiyordu. Oduncu gömleği ve spor şapkası ise her daim başındaydı. "Yarın köye inip bir bakalım tekrar. Belki evlenmek isteyen birileri olur abimle." Nermin’in gözlerinde hınzır bir parıltı belirdi. Umutsuz olsa da bu işin peşini bırakmayacaktı. Gerekirse köy köy gezip herkesin kulağına su kaçıracaktı. "Ben Nermin'sem" dedi. "Yaş olmuş altmış beş. Ama hâlâ bu köyde oyun kurar, kader çeviririm. Bu çocuğa bir gelin bulacağım. Dağ gibi bir gelin hemde..." Kahvesini tekrar hüpletip içerken pencereden oğluna bakıyordu. Aşağıda sabah güneşi altında teri alnından süzülen adam, bir an başını kaldırdı. Hafif bir rüzgar eserken uzaklara baktı. Dağlara, köye doğru… Sanki biri gelecekti. Sanki kader, bu dağın yamacına doğru yürüyordu... *** -NOYAN- Bir yıl olmuştu Mardin’e, teyzemin yanına taşınalı. Zaman dediğin şey garip... Yara gibi açılıyor önce, sonra kabuk bağlıyor ama her an yeniden kanayacakmış gibi. Annem, babam Kazım'la evlendiğinde bu memleketi terk edip Polonya'ya yerleşmişlerdi. Gurbete para kazanmak için gitmişlerdi. Babam orada bir inşaat işçisiydi. Mutlu bir çocukluk yaşayan şanslı insanlardandım. Spor her zaman hayatımda olmuştu. Ailemin durumu da iyiydi. Annemi ben 16 yaşındayken ırkçı bir saldırıda kaybettikten sonra babamla birbirimize daha da sıkı sarıldık. Ben o dönem üniversiteye başlamıştım. İlkokulda IQ'um yüksek olduğu için sınıf atlamıştım ve yazılım mühendisliği, hayalimin mesleğini okuyacaktım. Annemin vefatından sonra bir dönem okula ara vermiştim. Acının ne olduğunu tam anlamıyla o gün öğrenmiştim. Babamın ısrarları sonucu okula devam ettim. Babam beni ayağa kaldırdı. “Devam et,” dedi. “Annen isterdi.” Zor oldu ama ettim. Hayat bir şekilde devam ediyor ya, ettik işte. Kendimi toparlamam çok uzun sürdü ama başardım. Babamla birbirimize her daim destek olduk. Okulu bitirdim, hayallerime sarıldım. En yakın dostum Ewan’la bir yazılım şirketi kurduk. O işletmeyi üstlendi, ben satır satır kod yazdım. Bir gün bir yazılımımı dünyanın en büyük telefon markası satın aldı. Her şey değişti. Paraya para demedik. Yatırımlar… Üniversite ortaklığı… Dünya küçülmeye başlamıştı benim için. 24 yaşındaydım ve hayat, neredeyse rüyaydı. O açılış günü hâlâ gözümün önünde. Babama sürpriz yapmak için yaşadığı kırsala gitmiştim. Takım elbisesini giymişti, beni gördüğünde gülümsedi. Arabanın kapısını açıp bana sarıldı. “Bugünü de gördüm ya!” dedi, sesi titrek gözleri dolu doluydu. “Açılış töreninde en gururlu baba ben olacağım.” Ben tabletimden kafamı kaldırıp ona baktım. “Abartma baba, alt tarafı bir okul açılışı.” O yine de gülümsedi. “Başarını hiçbir zaman küçümseme oğlum. Sıfırdan geldin buraya. Keşke annen de görebilseydi…” Bir an… Boğazım düğümlendi. Ellerim klavyede durdu. Gözümde annem canlandı. Sonra araba ilerlemeye başladı. O yolculuk… Hayatımın sadece tek bir gününü değiştirmedi. Beni baştan sona yıktı, küle çevirdi. Bir tır… Alkollü bir sürücü. Çarpışma. Kan. Cam sesi. Babamın bana sarılmak ister gibi uzanan eli. Karnına saplanan metalin titreyen parıltısı. Ve onun kanı… Sıcak, yoğun… Sıkıştığımız arabadan kurtarılana kadar babamın kanı damlalar şeklinde yüzüme aktı. "Korkma oğlum" diyordu kanı gözlerimin içini doldururken. "Ağlama bak çıkarıyorlar bizi!" Dışarıdan insan ve ambulans sesleri geliyordu. "Şoför ölmüş arkadakiler hayatta!" Diyordu bir adam. Babam kesik kesik nefesler alırken "baba dayan!" Diye bağırıyordum. "Ne olur dayan..." Son nefesini verdiğini, o son nefesini verdikten sonra bile kanının üzerime akmaya devam ettiğini, teninin buz gibi olduğunu hatırlıyorum. Sonrasını hatırlamıyorum zaten. İki ay komada kaldım. Uyandığımda her şey bitmişti. Babam yoktu. Evimiz boştu. Ben, yoktum... Hastaneden çıktıktan sonra uzun bir terapi süreci başladı. Bir gün aynada kendime bakıp, “Artık burası değil,” dedim. Cenazeden sonra kalan tek akrabamın yanına, Türkiye'de yaşayan teyzemin yanına taşındım. Her şeyi geride bırakmıştım. Ewan şirketi yönetmeye devam etti. Kodlarımı yazmak için bana dağ başı yetiyordu artık. Sessizlik, doğa, mesafe… Burası bana iyi geldi. Kendime dair bildiğim her şeyi yeniden kurdum bu taş evin içinde. *** Bugün depodaki eksikleri almak için köye inmem gerekiyordu. Matkabı geçen gün kırmıştım. Ne cam tutabilirim ne de bir kuş. Bu eller daha çok bir şeyleri parçalamak için var gibiydi. Bir tek klavye elimdeyken yumuşuyordu parmaklarım. Elimin ayarı yoktu ki. Köy meydanına pikabımla yanaştığımda yan koltuktan şapkamı aldım, başıma geçirdim. Saçlarıma her dokunduğumda o kazanın kan kokusu geri geliyordu sanki. Şapka bu yüzden bir alışkanlık olmuştu—bir nevi zırh. Hırdavatçıya doğru yürümeye başladım. Yol kenarında oturan iki adam konuşmalarını yarıda kesti, başlarıyla selam verdi ama göz göze gelmemeye dikkat ederek. Genç bir çocuk annesinin arkasına saklandı. Alışkınım. Ben bu bakışlara çoktan yabancıydım artık. İnsanlar benden korkuyordu. Kekelemeden bir Allah'ın kulu konuşamıyordu benimle bu köyde. Bedenim iriydi fazlasıyla. Gölge gibi düştüğüm yerde bir ağırlık oluşuyordu. İki metreden biraz uzun boyumla, kas olmayan tek bir noktamın olmamasıyla, 51 numara ayaklarım için ayakkabı bulamayışımla... her şeyim dikkat çekiyordu. Kimseyle çok konuşmam. Lüzumsuz laflardan hoşlanmam. Gözlerim serttir. Bunu biliyorum çünkü aynaya bakınca ben bile zaman zaman kendimden çekiniyorum. İnsanlar arkamdan konuşuyor: "Hapisten çıkmış" diyorlar, "yabani" diyorlar, "gaddar." Her kafadan bir ses çıkıyordu. Hiçbirini umursamıyorum. Çünkü ben bir tek şeyi biliyorum: Sessizlik, bazen en doğru cevaptır. Ve ben o cevabı yıllar önce verdim. Bu dağ başında, kendimle baş başa kaldığımda, insanlardan uzaklaştığımda… huzuru buldum. Onların lafı mı kalmış bana? Ben babamın sıcak kanıyla sınandım. Daha ne desinler ki? Hırdavatçının kapısını ittim. İçeri girerken, kapının önünde gölgem yere vurdu. İçerdekiler bir an sustu. Umursamadım. Matkap soracaktım. Duvarda asılı matkaplara bakmak için rafların arasına geçtiğimde hırdavatçıda oluşan sessizlik hoşuma gitti. Ancak dükkana telaşla girip beni görmeyen ve heyecanlı heyecanlı konuşan kızın söylediklerini duyunca kaşlarım çatıldı. “Duydun mu amca? Halit Ağa kızını Gündoğdu’nun oğlu Serkan’a berdel vermişti ya... Berdel bozulmuş! Kızı konaktan kovmuşlar! İki günde. Babası şimdi geri getirmiş... öldürecek diyorlar!” Kıpkırmızı bir öfke yüzümün kıyısından geçti. Yumruklarım istemsizce sıkıldı. Nasıl bir insan kendi kızını böyle bir sebepten öldürmek isterdi? Gözüm raflardan kayıp konuşan sese döndü. "Kız sus!" Diye azarladı hırdavat dükkanının sahibi bakışlarını bana çevirerek. Kızı da kafasını çevirip beni gördüğü an sesli bir nefes aldı. Sanki karşısında insan değil de, gölgelerden çıkmış bir yaratık varmış gibi bir "Hiii!" sesi çıkardı ve arkasına bile bakmadan koşarcasına dışarı fırladı. Bu kadar korkutucu olduğumu biliyordum ama vücudumda o kazadan kalma yaraları görselerdi sanırım kız düşüp bayılırdı. Kız dükkândan çıktığı an, içerde yeniden o bildik sessizlik çöktü. Tırnaklarım avuç içime battı; ellerim sinirden yumruk olmuştu. O anda içimde bir yerin yandığını hissettim. Bu insanların suskunluğu, korkusu, dilsizliği ve bazılarının cahilliği... hepsi midemi bulandırıyordu. İstediğim matkap tam karşımdaydı. Rafın en üstünde, kırdığımın aynısı. Uzanıp aldım, sessizce tezgâha yöneldim. Ne bir selam, ne bir laf. Parayı bırakıp çıktım. Arkamdan konuşacaklarını biliyordum ama umurumda değildi. Zaten hiçbir zaman olmadı. Pikabın koltuğuna oturdum. Motoru çalıştırdım, homurtusuyla beraber içimdeki uğultu da harekete geçti. Arabanın burnunu dağ yoluna, evime çevirmem gerekiyordu. Ama o kızın sesi, kelimeleri, dudaklarından dökülen o cümle… kafamın içinde dönüp duruyordu. > “Berdel bozulmuş... Kızı konaktan kovmuşlar... Babası şimdi kızı eve getirmiş, öldürecek diyorlar!” Bu toprakları bilirdim. Töreyi de... Berdel de duymadığım bir şey değildi. Ama böylesi... İnsan insana nasıl bu kadar kolay kıyar? Bir aile kızını başlık parasına değişir, diğeri bir hatada sokağa atar. Sonra dönüp onu öldürmeye kalkar. Yazık. Allah bilir, küçücük bir kızcağızdır o. Gözlerinde korkudan başka bir şey kalmamıştır şimdi. Ayağım frenden çekilmedi. Meydanın etrafında iki tur attığımı fark ettiğimde kendime kızdım. Eve gitsem ne olacaktı? Duvarlarıma kapanıp olanı görmemiş gibi mi davranacaktım? O kıza bir şey olursa aklımın orta yerinde o cümle hep dönüp duracaktı. Vicdan denen şey bazen bir adım atmamakla başlar. Sonrası karanlık... Gaza bastım. Bu sefer yönümü biliyordum. Halit Ağa’nın çiftliği. O evi herkes bilirdi. Beyaz badanalı büyük taş ev. Köyün en zengini, en arsızı, en dokunulmazı. İki dakika sürdü. Evin önüne yanaştığımda içeriden acılı bir kızın feryadı yankılandı. Çığlıkla karışık, öfke dolu bir bağırış. Sonra bir erkek sesi –gür, buyurgan, insanın iliklerine işleyen cinsten. İçimde bir yerin ipi koptu o an. Benim meselem değildi bu. Ne o kız tanıdıktı bana, ne ailesi, ne töresi. Ama insan dediğin vicdanla doğar. Zulme sessiz kalırsan yarın adını taşımanın bir anlamı kalmaz. İkinci kere düşünmeden aracımdan indim...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD