Serkan, alnını sinirle ovarak merdivenlerden iniyordu. Ayak sesleri taş zeminde yankılanıyor, her adımı içindeki öfkeyi biraz daha dışarı vuruyordu. Dişlerini sıkıyor, arkasında bıraktığı kızın yüzünü zihninden silemiyordu. Ona bağırırken bile öpmek istediğine inanamıyordu! Yine de kızın bu yaptığına çok öfkelenmiş, ağzından çıkanları kulağı duymamıştı. Çok ağır konuşmuştu farkındaydı ama kızın haddini bilmesi gerekiyordu. Bu konakta böyle bir şeye nasıl cüret etmişti?
Zaten günlerdir Beste’yi sakinleştirmeye çalışıyordu. Annesi Selma hanımağa arayıp kızı yemeğe davet ettiğinde geleceğini biliyordu. Beste onu hâlâ seviyordu, ağlayarak affettiğini söylemişti. Fakat açık bir şart da koymuştu: “O kızı konakta görmeyeceğim.” Serkan da söz vermişti. Ama gel gör ki Tutkun bir şekilde çıkmıştı ortaya. O inat, o başına buyruk hâliyle… Kendini görünür kılmıştı.
Cezasını da çekmişti.
Serkan başını iki yana salladı. Aslında Beste ile evlenmeyi hiç düşünmemişti. Onun hayatında olduğu dönemler, işlerinin en yoğun, en karmaşık zamanlarıydı. Beste o dönemlerde hep yanındaydı, bir sevgili gibi, bir dost gibi… Her şeyi akışına bırakmıştı Serkan. Ama Beste Serkan’ın çevresindeki diğer kadınlara hiç benzemiyordu. Ne parasıyla ilgilenmişti, ne gösterdiği soğuklukla geri çekilmişti. Ne de diğerleri gibi erkekliğiyle ilgilenmişti. Güzeldi. Akıllıydı. Ve en önemlisi, dürüsttü. Kariyeri vardı. Namusuna düşkünlüğü bile Serkan’ın dikkatini çekmişti ki henüz ilişkilerinde ileriye gitmemişlerdi. Beste kendini hep geri çekmişti. Evliliğe saklıyorum kendimi demişti. Serkan'ın bu hoşuna gitmişti elbette. Annesiyle bu kadar yakın olmalarına da o yüzden ses çıkarmamıştı. Zamanla fikri değişmiş, evliliğe olan bakışı yumuşamıştı. Beste onunla bir gelecek kurabilecek tek kadın gibi görünmeye başlamıştı.
Fakat sonra... Her şeyi altüst eden o söz gelmişti: "Berdel."
Babası söylediğinde kulaklarına inanamamıştı. Serkan Gündoğdu’nun hayatında asla kabul etmeyeceği bir şey varsa, o da bu tür bir baskıydı. İlk anda hayır demişti zaten. Fakat işler hiç beklemediği bir yöne kaymıştı. Sertaç abisinin karısı Asuman yengesi, duyduğu bu söz üzerine bir kutu ilaç içmişti. Tüm konak ayaklanmış, ortalık savaş alanına dönmüştü. Ailenin dengesi bozulmuştu.
Serkan o gece kız kardeşi Sahra’ya büyük bir öfke duymuştu. Her şey onun yüzündenmiş gibi hissetmişti. İstanbul’a geri dönmek, her şeyi bırakıp gitmek istemişti. Ama yapamadı.
Diğer abisi Serhan yeni baba olmuştu. İki aylık bir kız çocuğu vardı kucağında. Sertaç ve Serhan onun aksine düzenli aileler kurmuş, babalarının gözünde yerlerini çoktan sağlamlaştırmışlardı. Serkan ise hep gölgede kalmıştı. Ne yapsa yaranamıyordu. O yüzden… Berdel teklifine “evet” dediğinde kendisi bile şaşırmıştı. Belki de ilk kez babasına “Bak, ben de yapabiliyorum” demek istemişti. Belki de içinde boğulduğu yalnızlığı, ispat ihtiyacıyla örtmek istemişti.
Evleneceği kadının kim olduğu umurunda bile değildi. Nikâh sırasında adını öğrenmişti yalnızca. Tutkun... Güzel bir isim diye düşünmüştü. Genç kız başını önüne eğmiş, ürkek bir kuş gibi titriyordu. Serkan ise dişlerini sıkarak, sabırsızlıkla nikah faslının bitmesini bekliyordu. Gözleri ilk kez kızın bedenine kaydığında yüzü istemsizce buruştu. Köylü kıyafetlerini görünce midesi bulanmıştı. Sanki karşısında bir çocuk vardı. Minicikti. Zayıf, narin, savunmasız… Onun gibi bir adamın karısı olmaktan ne anlayacağını sorguladı içinde. Tam da o an, kızdan çıkan ince ama titrek bir "evet" duyuldu. Ses tonu bir an için kulağında yankılandı, neredeyse hoş bulmuştu… ama o anda önemsediği tek şey bu saçmalığın bir an önce bitmesiydi.
Nikah kıyıldıktan sonra evden çıktıklarında arabaya binmemiş ve kızı beklemişti. Aklındaki planı kızı şehirden göndermekti. Bunu ona söyleyecekti. Ama o plan kız başını kaldırdığı anda paramparça oldu. Kızın yüzüne ilk kez o an dikkatle baktı. Zaman durdu sanki. Karşısında bir melek vardı. Bembeyaz teni, badem şeklindeki gür kirpikli yeşil gözleri ve kalkık bir burun. Burnunda özenle yerleştirilmiş gibi duran çiller ve dolgun kiraz gibi dudaklar. Dudaklarını ısırmaktan daha da kızartmıştı sanki kız. Bir an dili tutulsa da ağzından kötü sözler çıkmasına engel olamamıştı. Bu kız yüzünden boynuna bir ip dolanmış ve boğuluyormuş gibi hissediyordu. Aynı kasveti kız da yaşasın istiyordu. El bebek gül bebek büyümek buraya kadardı. Abisinin yaptığının bedelini bu kız ödeyecekti.
Gece annesi yanına geldiğinde hâlâ gözlerinin önünde o kiraz dudaklar vardı. Gecenin karanlığında bile açık renkli kalkık kaşları dikkatini çekmişti. Bir an için saçlarının renginin ne olduğunu merak ederken buldu kendini Serkan. Elindeki alkollü içeceği kafasına diklerken kapısı açılıp annesi düşüncelerini bir bıçak gibi kesti.
“O kızı koynuna almayacaksın,” dedi kadın sert bir sesle. “Sana sütümü helal etmem.”
Annesinin bu sözü üstüne Serkan hiç yapmayacağı bir şey yaptı. Kendi yatağının üzerine çırılçıplak uzanmış Tutkun'u hayal etti. Teni de yüzü kadar beyaz mıydı? Ya kokusu… nasıl olurdu?
“Beni duydun mu? Her şeyi düşündüm ben,” dedi annesi ısrarla. “Yakında ismi kısır olarak çıkar, sen de Beste’yle evlenirsin.”
Annesini memnun eden cevaplarını da verdi elbette ama aklına Beste gelince kalbinde az önceki gibi bir kıpırtı olmadığını fark etti. Yine de bu hissizliği umursamadı. Beste'yi zaten seviyordu. Yıllardır ayrılıp barışıyor ama kopamıyorlardı. Ona karşı suçluluk hissi taşısa da, Tutkun artık onun karısıydı. Annesinin sözünü asla çiğnemezdi ama zamanla ne olacağını da bilemezdi. Tutkun’un güzelliğine ne kadar karşı koyabilirdi? Onu düşünmek bile damarlarında ateş gibi dolaşıyor, kanını kaynatıyordu. Korunarak birlikte olabilirdi sonuçta karısı değil miydi? Böylece annesinin sözünü çiğnememiş ve istemediği bir çocuk yapmamış olurdu. Beste’yle de evlenirse annesinin muradı yerine gelirdi; herkes memnun olurdu.
Onun için artık önemli olan tek şey aylardır peşinde olduğu ihaleyi kazanmaktı. Bu işi de halletti mi babasının gözünde yükselecek, ağalık yolunda abilerinin önüne geçecekti.
Sadece Tutkun'un bu konakta nerede durduğunu, kim olduğunu ve haddini bilmesini sağlayacaktı. Serkan evlendiği zaman bile sesi çıkmayacaktı. Serkan az önce bunu ona göstermişti zaten.
***
Ertesi sabah konakta herkes erkenden uyanmıştı. Güneş henüz Mardin’in taş evlerinin arasından süzülmeden, konağın büyük salonunda ağır bir sessizlik hakimdi. Selma Hanım her zamanki gibi dimdik duruşuyla salonun baş köşesindeki koltuğa kurulmuş, salonda oturan ev halkını üstten bir bakışla izliyordu. Yüz hatları sert, bakışları ise donuktu. Etrafına hâkim olmanın verdiği alışkanlıkla gözlerini yavaşça süzdü.
Karşısında oturan gelini Filiz kucağındaki bebeğini biberonla besliyordu. Selma Hanım bu görüntüye bir an bile tahammül edemeyerek yüzünü buruşturdu.
“Emzir diyorum sana kaç kere, Filiz. Verme şu sabiye yapay mamalardan,” diye homurdandı alçak ama tehditkâr bir ses tonuyla.
Filiz, Parga aşiretinden gelme, varlıklı bir ailenin kızıydı. Serhan’a gönlünü kaptırdığında Selma Hanım için bu durum bir avantaja dönüşmüştü. Oğlunun aklını çelip onunla evlenmesini sağlamıştı ve açıkçası bu işten memnundu. Zira üç oğlu da annelerinin sözünden çıkmazdı. Gelinlerini de titizlikle, kendi elleriyle seçmişti. Her biri sakin, sessiz ve akıllı kadınlardı. Tek istisna kendi kızı Sahra'ydı.
İçinden defalarca geçiriyordu: Keşke Sahra da bana çekseydi diye. Akıllı olsaydı... Oysa onun için ne büyük hayalleri vardı. Bozdağlı aşiretinden bir ağa ile evlendirecekti onu. Böylece Mardin’in en büyük aşiretiyle bir araya gelecek, güçlerine güç katacaklardı.
Gelini Filiz ise üzgün bir sesle başını eğdi. “Anne, tutmuyor ki memeyi” dedi, neredeyse mırıldanarak.
Selma Hanım onun bu durgunluğuna alışkındı. Zaten öyle olması gerekiyordu. İnsanları manipüle etmeyi severdi. Filiz ne kadar istenen bir gelin olsa da zaman zaman fazlasıyla alık buluyordu onu. Diğer gelini Asuman daha sinsiydi. Filiz, Asuman'ın sözüne kolayca kanan biriydi ama bu duruma ses etmiyordu Selma hanımağa çünkü Asuman kendisine karşı nerede durmasını iyi bilirdi. Bu evde gücü elinde tutan tek kişi kendisiydi. Gündoğdu Ağa bile ona karşı gelemiyordu.
Tam o sırada gözleri ileriden geçen bir karaltıya takıldı. Siyah giysileriyle ağır aksak yürüyen genç kız mutfağa yönelmişti. Selma Hanım’ın bakışları keskinleşti. İçini tanımlayamadığı bir nefret kapladı. Tutkun... Bu köylü kızı ne zaman görse içi daralıyor, siniri kabarıyordu. Üzerini nihayet değiştirmişti ama hâlâ o görgüsüzlüğü üzerinden atamamıştı. Bu mu Selma Hanım’a gelin olacak kadındı? Beste gibi zarif, güçlü ve zengin bir gelin varken, kızı Sahra'nın halt yemesi yüzünden biricik oğlu bu kıza kalmıştı. Kabul edilecek gibi değildi...
Öfkesi boğazına kadar çıkarken tekrar Filiz’e döndü, bu kez ses tonu daha sertti.
“Ver kızım şu bebeği bana. Doğru düzgün tutamıyorsun bile ya!”
Filiz’in yüzü düşse de Selma Hanım’a asla karşı koyamazdı. Ne olursa olsun bu konakta Selma Hanım’ın sözü kanun gibiydi. Karşı gelenin başına ne geleceğini herkes iyi bilirdi. Selma Hanımağa torunu Selma'yı kucağına alıp ayağa kalkarken arkasında bıraktığı gelinine bir kez daha dönüp bakmadı bile.
Kafasının içinde bir ses sürekli yankılanıyordu: Bu Tutkun’dan kurtulmanın bir yolunu bulmalıyım.
Kız geldiğinden beri pek ses etmese de kumaştan anlardı Selma hanımağa. Bu kız ileride başına bela olacaktı. Bakışlarındaki ateş, dik duruşu, gerektiğinde lafını söylemesi Selma Hanım’ın asla hoş görebileceği şeyler değildi. O her daim susmasını bilen, söz dinleyen, güce boyun eğen gelinler isterdi. Oğullarının yanına yakışacak, onları ele güne karşı rezil etmeyecek gelinler... Bugün o köylü kızı evin bütün işlerine koşturacaktı. Ne var ne yok, sil süpür, yıka taşı... Ayaklarının altındaki toprağı dahi kazıtsa içi rahat etmeyecekti.
Dün gece oğlunun o kızı dövdüğünü tahmin ediyordu. Duymamıştı belki ama annelik içgüdüsüyle hissetmişti. Zaten Tutkun, ne derse yapmak zorundaydı. Ne arkası vardı, ne dayanağı. Babası dediği adam bile onu başından atmak için neredeyse peşkeş çekmişti. Kendi babasından görmediği merhameti bu evde mi bekleyecekti bir de? Babası böyle elini eteğini çekmişse kızda mutlaka bir sorun vardı zaten. Elbette onun gelini Beste olacaktı. Hem ailesinin İstanbul’da yaşadığını ve oldukça varlıklı olduklarını söylemişti Beste kendisine. Tam da onlara yakıştığı gibi.
Bir oğlu da aşiret kızıyla evlenmeyiversin, ne olurmuş yani? Önemli olan Selma Hanım’ın bu konakta hâkimiyetini sürdürebilmesiydi. Bu hanede herkesin yeri belliydi. Ve o yerleri belirleyen kişi yalnızca Selma Hanım’dı.
***
Gözleri boşluğa dalmıştı Selma Hanım’ın. Kucağında salladığı minik torunu, kendi ismini verdiği Selma’ydı. İnce bir gururla bakıyordu bebeğe. Bu evde soyunu, adını sürdürecek bir başka Selma daha olacaktı. Ama işte tam o an, ciğer yakan bir zılgıt sesi bahçeyi yırttı.
Sesi duyar duymaz irkildi. Telaşla başını çevirip pencereye yöneldi. Ne olduğunu anlamaya çalışırken gözleri kısılıp dudakları sıkıca kenetlendi. Bu ses hayra alamet değildi. İçinde bir huzursuzluk serpildi.
Henüz bilmiyordu Selma Hanım... Kafasında kurduğu planların, titizlikle yaptığı hesapların, oğlu Serkan için ince ince dokuduğu gelecek hayallerinin birazdan yerle bir olacağını. Hayatın, elindeki taşları tek tek düşüreceğini...
Bahçedeki zılgıt hâlâ yankılanırken, başka bir yerlerde Tutkun kaderine baş kaldırmak üzereydi. Henüz o da bilmiyordu; içine çekildiği karanlık onun sonu değil, belki de aydınlığa çıkan yolun başlangıcıydı. Ne Selma Hanım, ne Tutkun, ne de Serkan o anda bunun farkındaydı.
Selma hanım bahçeye çıktığında duyduğu acı haberle önce yerlere yatacak, acıdan içi dışına çıkacaktı. Hiç tatmadığı kadar büyük bir kedere boğulacaktı. Her şeyin hakimi olan dimdik duruşlu Selma hanımağa, evlat acısı yaşayacaktı. Kızı Sahra ve kaçtığı Murat, balayına giderken trafik kazasında ölmüşlerdi. Acıdan tüm konak ağıt yakarken Tutkun da kendi odasının penceresinde Murat abisi için gözyaşı dökmekteydi. Bir de belirsiz kaderi için...
Selma hanım kızının acısında bile bunu fırsata çevirmeyi başaracaktı. Kocası kıpkırmızı gözlerle konağa geldiğinde yakasına yapışacak, "oğlumun berdeli bozuldu bunu da böyle bil!" Diyecekti.
Üst kattan feryatları duyan Tutkun'un şokla gözleri açılacaktı. Gerçekten de bu evden kurtulabilir miydi? Oysa daha bu sabah mutfakta kızlar tarafından şiddete maruz kalmıştı. Umutsuzdu. Mutfak sorumlusu herkesin çekindiği kadın birkaç bardağı Tutkun'un ayaklarının dibine atıp kırmış, cam parçaları kızın ince bileklerine batmıştı. Gerekçe olarak da mutfağa geç kaldığını söylemişti. Tutkun yere eğilip cam parçalarını toplarken kızlardan biri arkadan onu gülerek öne itmiş ve avuç içleriyle yere düşmüştü. Avuç içlerine camlar batarken her yeri kan içinde kalmıştı. Yine de ağlamamıştı Tutkun. Sesini bile çıkarmamıştı. Hâlâ aklında dün akşam Serkan'ın söyledikleri vardı. Ona fahişeden bile daha değersizsin demişti. Tutkun bir daha onun yüzünü bile görmek istemiyordu. Tek düşündüğü bu evden gitmekti. Burada yaşadığı iki gün, sanki iki yıl gibi gelmişti ona.
"Tutkun buraya gel hemen!" Diye bağırmıştı Hanımağa bahçeden. Tutkun aşağıya baktığında bahçede Serkan ve sevgilisi Beste'yi de gördü. Tüm konak halkı ağlayıp bağırıyordu. Serkan kafasını yukarıya kaldırmışTutkun'a bakıyordu. Pencereden çekilip içeri girdi Tutkun anında. O adamın bakışlarına bile dayanamıyordu artık. Derin bir nefes alarak kapıdan çıkıp aşağıya indi.
Aşağıya indiğinde bağırışlar hâlâ vardı. Kafasını çevirdiğinde bahçe kapısından içeri giren kendi babası Halit ağayı gördü. Babası neden gelmişti? Berdel dedikleri bu işkence gerçekten de bitebilir miydi?
"Yalvarırım ağam biz de evlat acısı çekiyoruz bozmayın berdeli!" Kendi öz babası Halit ağa yere eğilip Gündoğdu ağasının ayaklarına kapandığında yüzünü buruşturdu Tutkun. Bu adam nasılda onun öz babası olabilirdi? Tutkun'u burada kesseler bile asla kimsenin önünde eğilip böyle yalvarmazdı o.
"Sizin yüzünden kızım öldü lan?" Gündoğdu ağası babasına tekme atarken Selma uzanıp Tutkun'un kolunu tuttu ve sertçe çekti. Tutkun çekilmenin şiddetiyle öne doğru savrulurken, Serkan'ın ona doğru bir adım attığını, sonra vazgeçmiş gibi bir ifade takınarak durduğunu gördü. Kafasını kaldırıp ona nefretle bakmayı da ihmal etmedi Tutkun.
Serkan'ın düşünceleri ise kimsenin tahmin bile edemeyeceği bir şekilde memnunsuzluktu. Annesinin kızın kolunu çekmesi onu huzursuz etmişti. Uzanıp kızı tutup kollarına almak istedi bir an, ancak arkasında duran sevgilisi Beste onu tutup durdurmuştu. Kardeşinin ölüm haberinin ağırlığı henüz göğsünden inmemişti. Ama buna rağmen... Daha dün gece koynuna almayı düşündüğü, ardından da bağırıp çağırıp incittiği, hakaretler ettiği o kızın gözyaşları şimdi içini acıtıyordu. Bu fark ediş, kaşlarının çatılmasına neden oldu. “Nasıl olmuştu da yalnızca iki günde bu kadar işlemişti bu kız aklına?” diye sordu kendine. Ne zaman başlamıştı bu karmaşa? Temizlik yaparken süt beyazı bacaklarını gördüğünde mi? Günbatımının kızıllığını andıran saçlarının parıltısını ilk fark ettiğinde mi? Yoksa gözlerinin içine baktığında, kendini en huzurlu ormanın koynunda hissettiren o bakışlarda mı kaybolmuştu?
Tam o sırada Selma Hanım’ın tiz ve öfkeli sesi yankılandı konakta: “Boşa hemen oğlum!”
Bir başka çığlık, bu defa Tutkun’un babasından yükseldi. “Yapmayın ağam! Dul kızı nasıl alırım ben evime artık? Milletin yüzüne nasıl bakarım?”
Halit Ağa'nın dudaklarından dökülen bu sözler aslında yıllardır sakladığı bir geçmişin gölgesiydi. Kimse bilmezdi; o, Tutkun’un annesine deli gibi âşıktı. Ama kadın onu hiç sevmemiş üstüne başka birine sevdalık olmuştu. Halit ise sevdiği adamı öldürüp zorla nikâhına almıştı. Çok geçmeden anlamıştı ki kadın zaten hamileydi. Tutkun onun öz kızı değildi. O yüzden doğduğunda bile yüzüne bakmamıştı. Kadın, sevdiği adamın adını sayıklaya sayıklaya hastalanıp bu dünyadan göçmüş, geride de Halit’e ait olmayan o çocuğu bırakmıştı.
Yediremiyordu Halit ağa. Öfkesini kızı görmezden gelerek çıkartmıştı. Yengesi Şermin'in kıza ettiklerini bilirdi. Bilirdi de ses etmezdi. Kendi kanından canından değildi ki kız. Şimdi de Gündoğdu ağası onu boşarsa hepten başına kalacaktı.
Tutkun babasının yalvarmalarına mı yansın, onu bu duruma sokan kaderine mi ağlasın, yoksa canı gibi sevdiği Murat Abisi’nin ölüm acısına mı? Serkan'ın onu boşama ihtimali bir anlığına bile içini ısıtmadı. Çünkü korkuyordu. Çiftliğe döndüğünde başına gelecekleri biliyordu. Yengesi Şermin ve kuzeni Şilan bu kez daha acımasız olacaktı. Gündoğdu Ağası'nın boşadığı bir dul olarak anılacaktı artık. Hâlâ bakire olduğuna kimse inanmayacaktı. Hayatı bu konağın içinde yaşadıklarından bile beter olacaktı belki de bu konaktaki eziyetleri bile arar hale gelecekti.
Tutkun böyle düşünüyordu düşünmesine ama bilmediği bir şey vardı. Hayat, yalnızca insanın düşündüklerinden, zihninde kurduğu senaryolardan ibaret değildi. Kimi zaman en karanlık gecenin sabahında güneş en parlak şekilde doğar, kimi zaman da en aydınlık bildiğin günde gökyüzü ansızın kararır, yıldırımlar iner yüreğine. İnsan başına geleni anlamaya çalışırken kader çoktan bir sonraki hamlesini yapmış olurdu.
Tutkun gözlerinde yaş, yüreğinde korku ve başını eğdiği bir utançla yaşayacağını düşünürken, köklerine kadar kurumuş kibre sahip Gündoğdu konağı insanları köylü kızından kurtulduklarını sanarak aslında kendilerini bir uçurumun kenarına bırakıyorlardı. O uçurumun adıydı Tutkun. Ve o uçurumdan aşağıya yuvarlanacak ilk kişi de Serkan olacaktı.
Bilmiyorlardı ki Tutkun’dan kurtulup Beste’yi gelin ettiklerinde aslında konaklarına bir yıldırım düşecekti. Ve çok geçmeden hepsi, tek tek Tutkun’u arar hale gelecekti. Keşkeler havada uçuşacaktı.
Ama en büyük "keşke" Serkan'ın dudaklarında yankılanacaktı. Sessiz, içten ama iliklerine kadar sızlatan bir "keşke" ... Kalbinde yer açtığını çok geç fark ettiği, kendine bile itiraf edemediği, tam anlamlandıramadan yitirdiği bir duygunun ardından gelen o geç kalmış pişmanlıkla kıvranacaktı.
“Keşke…”
Ama neye?
Onu boşadığına mı?
Yok saydığına mı?
Yoksa geç kaldığına mı?
"Boş ol, boş ol, boş ol!" ....
Yapmıştı işte. Annesini, hanımağasını dinleyip kızı boşamıştı. Boynundaki ipten kurtulmuştu. Rahatlayan bir nefes verip kızın yeşil gözlerine sona bir kez baktı ama kız artık ona bakmıyordu. Şalı başından düşmüş, saçları muazzam bir şekilde beline kadar dökülmüştü kızın. Dimdik durmuş babasına bakıyordu. Bakışlarını ondan ayıramıyordu Serkan. Kızın gözlerinde rahatlama görmeyi bekledi ama göremedi. Göremeyince içi yandı sanki. Neden boşamak zorundaydı ki? Diye düşündü. Ama iş işten geçmişti. Laf ağzından çıkmıştı bir kere ve bazı sözler vardı ki, havada kalmazdı. Düşerdi. Kimi yüreğe, kimi kadere…
Kimse bilmiyordu ama…
Konaktan kovulurcasına giden o kız değildi artık Tutkun. Yeniden doğan bir kadındı o.
Kendi hikâyesini artık kendisi yazacaktı.
Ve o hikâye, henüz başlamıştı...