YAZIYOR, YAZIYOR, YAZIYOR...
1955, DÜNYA
Yazıyor, yazıyor, yazıyor...
1955 yılında adet olduğu üzere, cep harçlığını denkleştirmek için küçük oğlan çocukları, ellerinde günlük gazetelerle "Yazıyor, yazıyor, yazıyor..." anonslarıyla sokak sokak koşturur, halkı yeni çıkan gazetelerden ve gündem başlıklarından haberdar ederlerdi.
Mesela "Zonguldak'ta, Ereğli Kömür İşletmeleri'ne bağlı Gelik Ocağı'ndaki grizu patlaması yazıyor..." veya "Türkiye Demir Çelik İşletmeleri ile Türkiye Selüloz ve Kağıt Işletmeleri'nin kuruluşu yazıyor..." gibi...
1955 yılının daha ikinci günü yani 2 Ocak tarihinde Panama'nın devlet başkanı Jose Antonio Remon suikaste kurban giderken, bizler burada sadece dört gün sonra yani 6 Ocak tarihinde Oniki Adalar için Yunanistan ile müzakerelere başlamıştık. Meşhur sopranomuz Leyla Gencer İtalya'ya gidip, göğsümüzü beynelminel arenalarda kabartırken, her devirde çalışan büyükşehir belediyesi, İstanbul'da hane başına 100 gram kahve dağıtımına başlamış ve kahve desteği alan halkı da muhtarlıklara imza atmaya çağırmıştı. Yardımperver belediyelerin her daim çay, kahve, kek, bisküvi, hatta makarna ve kömür gibi büyük yardımlarına minnettar olmuşuzdur. 1940'lı yıllarda meşhur Alman lider ve Nazi Partisi başkanı Adolf Hitler de Alman halkına kömür dağıttığı için, "Sizlere kömür verdim, siz de bana oyunuzu verin." diyerek, halka sağladığı dev hizmetin devamlılığı için karşılığını rica etmişti. Halka hizmet etmeye devam edebilmesi için, oy alması gerekiyordu en nihayetinde. Allah devlet büyüklerimizi ve bizlere sundukları çay, kahve, meşrubat gibi bilimum içecek tedarik hizmetlerini başımızdan eksik etmesin. Keşke Atatürk de bu müşfik halkına, cumhuriyetin ilânı sırasında, kutlamalar için rakı ve şalgam bağışı yapsaydı... Kellesini koltuğunun altına alıp da, hakkında idam fermanı çıktığı hâlde, Anadolu halkının bütün ümitsizliğini gidererek, halkı örgütlemesi ve halkla beraber vatan topraklarını kurtarıp, uygar bir Türk devleti kurması yeteri kadar büyük bir hizmet değildi çünkü.
Cumhuriyet tarihimizin ilerleyen yıllarında, devlet büyüklerimizin, bizleri Sovyet Rusya'nın komünizminden korumak amacıyla, Sovyetlerin baş rakibi Amerika ile yaptıkları anlaşmalar ve bu münasebetle aldıkları Marshall yardımı sayesinde okullarda bedava dağıtılan, tadına doyamadığımız süt tozları yok mu örneğin? O süt tozları öyle elzem ve hayati içeceklerdi ki, bizler de karşılığında Kore Harbi için Amerika'ya asker göndermiştik. Ne de olsa Anadolu'nun geri kalmış, köylü halkı gerçek ve organik süt üretirdi. Süt tozu gibi ileri gelmiş ülkelerin icatlarından ne haberleri olurdu? Müstesna Türk halkı, köylü gibi gerçek süt mü içecekti yani? O sütleri Amerika'ya göndermek dururken... Enayiler... Bize süt tozu gibi eşsiz içecekleri bedavadan bağışlayıp, karşılığında parayla bizden köylü sütü almışlardı. Zaten asker yetiştirmeyi bilmiyorlardı bîçareler... Askeri de bizden aldılar. Türkler dururken, savaşmak Amerikanın ne haddine sonuçta, öyle değil mi?
1955 yılında çocuk felci aşısı, testleri başarıyla geçmiş hem güvenli hem etkili olduğu dünya kamuoyuna duyurulurken, Türkiye'nin de ilk kanserle mücadele dispanseri açılmıştı. Belediye otobüsleri halkın ihtiyacına yetişemezken ve otobüslerin onarımı için yedek parçalar tedarik edilemezken, otobüs duraklarında üşümemize vicdanları el vermemiş olmalı ki, büyükşehir belediyesinin muazzam kahve hizmeti, durakta üşüyerek otobüs bekleyen İstanbul halkının imdadına yetişmişti. Hem kafein enerji verdiği için, İstanbul halkının otobüs gelmeyince, gideceği yere yürümek için kafein sayesinde ihtiyaç hasıl olunan enerji, vücut tarafından üretilebilirdi. Kafeinin verdiği enerji fazla gelmiş olacak ki altı ve yedi Eylül tarihlerinde, Atatürk'ün Selanik'te doğduğu ev bombalandı haberi alınır alınmaz, İstanbul'daki gayr-ı müslim vatandaşlar tarafından sahip olunan taşınmaz mülkler ve iş yerlerine sadece saldırı düzenlenmemiş, kuyumcu ve sarrafların dükkanları da yağmalanmıştı. İmanlı Türk'ün gücü işte!
5 Mayıs 1955 yılında 2. Cihan Harbi son bulurken, Batı Almanya da bağımsızlığını ilan ediyordu. İsmet İnönü kararıyla katılmadığımız harbin etkileri, çevremizdeki ülkelerde gerçekleşirken, tuzu kuru olan Türkiye'de Kadınlar Birliği her yıl, Mayıs ayının ikinci Pazar gününü anneler günü olarak belirledi. Bu karardan dört gün sonra yani 9 Mayıs günü, Batı Almanya Nato'ya katıldığı sırada cennet vatanımızda cennetin ayakları altında olduğu müjdelenen annelerimizin varlığı, ilk defa kutlandı ve sabaha karşı Balıkesir'de, bahçeli ve müstakil bir evde, Fatma ve Hikmet Gürsoy çiftinin ilk ve tek çocukları Harun dünyaya gözlerini açtı. Harun'un ince ruhlu bir insan olacağı, on iki gün önce doğarak, annesine anneler günü sürprizi yapmasından belliydi. Bir anneye daha güzel bir hediye olabilir miydi? Üstelik doğumu çok kolay olmuş ve anneciğine çok az sancı çektirmişti. Yirmi yaşına yeni girmiş Fatma'nın hamileliği de pek rahat geçmişti ama gencecik yaşında hamile kalıp bir de çocuğunu bu kadar çalkantılı bir siyasi ortamda doğurunca, gözü korkmuş ve anne olmaya bir kere daha cesaret edememişti.
Harun çok uslu bir bebekti. Geceleri annesini uyandırmaz, gündüzleri huysuzlanmaz, bakımı kolay bir çocuktu. Babası, Balıkesir'de sahip olduğu zeytin ve ayçiçeği bahçelerinden geçimini sağlayan, konu komşu ve mahalle eşrafınca sevilen, ahlaklı bir şekilde döndürdüğü ticaretle herkese emsal bir insan ve iyi bir çiftçiydi.
Harun'un kırkı çıkacakken, Arjantin'de devlet başkanı Juan Peron'u devirmek için darbe girişiminde bulunulmuş ve 17 Haziran 1955'te isyancılar bastırılıp, Uruguay'a kaçarlarken aynı saat sularında, İzmir'de Melike ve Cüneyt adında ayrı yumurta ikizleri dünyaya gelmişti.
Melike adeta yaygaracı, cazgır ve huysuz bir bebekken, Cüneyt onun aksine dünyanın en sakin mizaçlı bebeğiydi. Bu bebekler üç aylık olduklarında, 16 Eylül'de Arjantin'de yine bir askeri darbe girişimi olmuş ve bu defa başarıyla sonuçlanmış ve hükümet düşmüştü. Aynı kaderi bu bebekler beş yaşına gelince kendi vatanlarında yaşayacaklardı.
Düzen böyleydi işte... Dünya döner, insan yaşar, tarih yazardı...