TABİİ Kİ BİZ

1978 Words
"Bazen kaçamamak değil, kaçacak gücü bulamamak bitirir insanı." SILA Gözlerimi araladığımda yine soğuk bir odadaydım. Bir an için hâlâ o karanlık depoda olduğumu sandım. Kalbim çarpıyor, nefesim göğsümde düğümleniyordu. Ta ki, yüzümdeki maskeyi hissedip nefes alamadığımın farkına varana kadar… Panikle maskeyi ağzımdan çıkardım ve ciğerlerime dolan havayla birlikte derin derin soluk almaya başladım. Birkaç saniye sonra nefes alış verişim yavaş yavaş normale döndü. Etrafıma bakındım. Yattığım yer hâlâ sertti, bedenim hâlâ ağrıyordu ama duvarların rengi, tavandaki ışık, duyduğum cihaz sesleri… Burası depo değildi. Burası bir hastaneydi. Ölmemişim… Yaşıyorum. Gözlerim tavandaki beyaz ışığa takılı kaldı bir süre. O kadar parlaktı ki, sanki günlerdir ilk kez ışık görüyormuşum gibi gözlerim yandı. Yutkundum. Boğazım kurumuştu, dudaklarım çatlamış, sesi çıkmayan bir fısıltı gibi titriyordu kelimeler. Ne kadar zamandır buradayım? Kim getirdi beni buraya? Kafamın içinde yankılanan bu sorulara cevap bulamıyordum. Tek bildiğim, hâlâ hayatta olduğumdu. Fakat neden içimde bir huzur değil de, tarifsiz bir korku vardı? Yavaşça başımı çevirdim, yanımda duran serum şişesinin yansımasında kendime baktım. Solgun, yorgun, tanımadığım biri gibiydim. Bir an için depoda hissettiğim o çaresizlik geri geldi. Gözlerim doldu. “Her şey bitti,” diye fısıldadım kendime. Ama içimdeki ses, “hayır, daha yeni başlıyor,” dedi. Bir süre sonra kapı açıldı; içeri beyaz önlüğüyle orta yaşlı bir doktor ve yanında genç bir hemşire girdi. Odaya dolan ilaç kokusunun arasında, doktor gülümsemeye çalışarak yanıma yaklaştı. “Nasıl hissediyorsunuz Sıla Hanım?” diye sordu yumuşak bir ses tonuyla. Cevap vermek için ağzımı araladım ama kurumuş boğazımdan çıkan ilk nefesle birlikte keskin bir acı hissedip yüzümü buruşturdum. Konuşamadığımı fark eden doktor başıyla hemşireye işaret edip yavaşça, “Tamam Sıla, kendini yorma,” dedi. “Gayet iyi görünüyorsun. Birazdan seni normal odaya alacağız, dinlenmeye devam et.” Söylediklerinin ardından stetoskopunu boynuna asarken ben hâlâ etrafıma bakıyordum — yabancı bir odada, yabancı yüzlerin arasında, kendi hayatıma da yabancıydım artık. --- Bir süre sonra normal odaya alındığımda kendimi, o karanlık ve buz gibi depoya kıyasla çok daha iyi hissediyordum. Yumuşak yatağın verdiği sıcaklıkla birlikte bir nebze rahatladım ama içimdeki huzursuzluk hâlâ dinmemişti. Hemşire serumumu değiştirmek için odaya girdiğinde, bakışlarımı ona dikerek, boğazımdaki kuruluğa rağmen zorla “Beni buraya kim getirdi?” diye sordum. Kadın, işini yaparken kısa bir an için durdu, sonra bana kısacık ama anlamlı bir gülümsemeyle baktı. “Poyraz Bey getirdi hanımefendi.” dedi yumuşak bir sesle. Tahmin ettiğim gibi… Beni buraya o getirmişti. İçimdeki huzursuzluk yeniden yükseldi; demek ki işkencem bitmemişti, hâlâ ondan kurtulamamıştım. Yine de aklımın bir köşesinde deli bir umut vardı: belki de sadece hastaneye bırakıp gitmiştir, belki de artık hayatımdan çıkmıştır… Umarım öyledir. --- Hava kararmaya başladığında içimde hafif bir kıpırtı hissettim; uzun zamandır ilk defa. Poyraz hâlâ gelmemişti. Bu sessizlik… Bu yokluk… Sanki düşüncelerimi haklı çıkarıyor gibiydi. Belki de gerçekten gitmiştir. Bu ihtimal, bir yandan beni korkuturken bir yandan da yavaş yavaş bir umut gibi içime doğuyordu. Kalbim, göğsümde bir kuş gibi çırpınmaya başladı. - Gelen hastane yemeğini, iştahsız bir şekilde, birkaç lokma zorla yuttum. Boğazımdan geçerken sanki taş gibi ağırlaşıyordu ama aklımdaki tek şey vardı: Bir an önce buradan çıkmak. Gözlerimi kapattığımda, dudaklarımın kıyısında beliren hafif bir tebessümle kendi kendime fısıldadım: “Yaşasın… kurtuldum…” Ama içimin derinlerinde, boğuk ve karanlık bir ses de hâlâ fısıldıyordu: Ya gitmediyse? Ya bu sadece fırtına öncesi bir sessizlikse? --- Gece boyunca derin bir uykudaydım. Zaman zaman nefesimin ritmini bile duyamayacak kadar sessizdi oda. Derken bir ara, sıcak bir elin üzerimi örttüğünü, alnıma hafif bir öpücük kondurduğunu hissettim. Bir anlığına gözlerimi aralamayı düşündüm ama sonra içimde bir huzur yayıldı — belki de sadece bir rüyaydı, belki de annemdi. Bu düşünceyle hafifçe gülümsedim ve kendimi yeniden uykunun güvenli kollarına bıraktım. Sabah, doktorun tok sesiyle uyandım. “Günaydın Sıla Hanım, bugün kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” Yatağın içinde doğrulup arkamdaki yastığa yaslandım. “Teşekkür ederim doktor bey, kendimi gayet iyi hissediyorum. Artık taburcu olabilirim.” Aslında hâlâ çok halsizdim, kollarımda güç yoktu ama burada her dakika kalmak bana huzursuzluk veriyordu. Tek isteğim, bir an önce buradan çıkıp uzaklaşmaktı. Doktor, elindeki dosyaya göz gezdirip başını iki yana salladı. “Üzgünüm Sıla Hanım, sizi henüz taburcu edemem. Kendinizi ne kadar iyi hissetseniz de değerleriniz buna izin vermiyor. Bir süre daha burada kalmanız gerekiyor.” O anda içimdeki sabır teli gerildi. Dudaklarımda yapay bir gülümsemeyle, “Teşekkür ederim ama ben gayet iyiyim. Gitmek istiyorum,” dedim. Doktor bu kez gözlerini doğrudan bana çevirdi. Sesinde alışık olduğum o profesyonel ton yoktu; biraz çekingen, biraz da çaresiz bir sesle konuştu: “Maalesef, hanımefendi... Poyraz Bey’in kesin talimatı var. Değerleriniz düzelmeden sizi taburcu etmemi istemedi.” O an içim buz kesildi. Demek ki o gece rüya sandığım şey, bir rüya değildi. Poyraz... gerçekten buradaydı. Demek oymuş... Demek gerçekten buradaydı. Gece hissettiğim o dokunuş, o sıcaklık… rüya değilmiş. Kalbim bir anlığına hızla çarptı, sonra hemen sustu — tıpkı korkunun utançla karıştığı o anlar gibi. Neden buradaydı? Suçluluk mu duyuyordu, yoksa vicdanını susturmak için mi yapıyordu bunları? Beni hastaneye getirmiş, başımdan ayrılmamış, hatta talimat vermiş… Ama bu ne anlama geliyor? Şefkat mi bu, yoksa kontrol etmenin başka bir yolu mu? Boğazım düğümlendi. Bir yanım o geceki öpücüğün sıcaklığını hatırlayıp içten içe yumuşarken, diğer yanım bağırmak istiyordu: “Git! Artık hayatımdan git!” Ama diyemedim. Çünkü ne kadar korksam da… bir parçam, onun bu kez gerçekten pişman olabileceğine inanmak istiyordu. Ve işte bu düşünce, her şeyden daha çok korkuttu beni. --- Doktorun arkasından kapı kapanır kapanmaz ellerimi yüzüme kapattım. Artık hiçbir şey hayal değildi. Gerçekti. Her şey… yaşadıklarım, korkularım, onun sesi, o soğuk oda. Artık hiçbirinin bir kâbus olmadığını biliyordum. Ve bu gerçekle yüzleşmek, ölüm kadar ağır geldi. Bir yandan nefret ediyordum ondan… beni bu hale getiren her şeyden. Ama diğer yandan hâlâ içimde bir yer, onun gelişiyle içimi saran o kısa huzuru arıyordu. Kendime kızdım. “Ne oluyor sana Sıla?” dedim sessizce. “O adam sana bunu yaptı.” Sonra derin bir nefes aldım. Yarın… evet yarın gidecektim. Bu defa gerçekten kurtulacaktım. ___ Öğlen yemek geldiğinde iştahım olmadığı için yemedim. Akşama kadar da odanın içinde bir o yana bir bu yana gidip geldim. Odadaki sandalyelerden birini camın önüne çekip bir süre dışarıyı seyrettim. Sıkılmaya başlayınca koridora çıkıp yürüyüş yapmak için yerimden kalktım. Kapıyı açıp dışarı adımımı attığımda iki tane siyah giyinimli adam karşıma dikildi. Çatık kaşlarla, karşımda duran adamlara baktım; uzun boylu olan öne çıktı. “Sıla Hanım, dışarı çıkmanız yasak. Bir isteğiniz varsa söyleyin, biz hallederiz.” Gördüklerimi ve duyduklarımı idrak etmekte zorlanıyordum. Zar zor toplayabildiğim sesimle bir nefeste sordum: “Ne? Ne demek istiyorsunuz? Siz kimsiniz? Neden dışarı çıkamıyorum?” Bu sefer diğerinden, daha kısa ve esmer olan lafa girdi: “Sıla Hanım, Poyraz Bey’in emri ile buradayız ve o yeni bir emir verene kadar da buradan ayrılmayacağız. Lütfen şimdi zorluk çıkarmayın ve odanıza dönün.” Sesinde ricadan çok tehdit vardı. Tartışmanın anlamsız olacağını bildiğim için hızla odama girip kapıyı sert bir şekilde çarptım. --- Oda bir kafes gibiydi… Sinirden bir ileri bir geri volta atarken parmaklarımı saçlarımın arasına geçirdim, tırnaklarım avuçlarıma gömülüyordu. Çığlık atmamak için dişlerimi o kadar sıktım ki, gerçekten kırılacaklarını sandım. Boğazımda bir düğüm, göğsümde bir basınç vardı; nefes aldıkça sinirim, nefes verdikçe çaresizliğim büyüyordu. Yataktaki yorganı ve çarşafı hızla etrafa savurup, geriye kalan tek yastığı Poyraz olarak hayal ettim. Yumruklarım defalarca indi yumuşak yastığın üzerine… sanki onu parçalarsam içimdeki öfke de parçalanacaktı. Yorulana kadar, ellerim titreyene kadar vurdum. Ama geçmiyordu. Ne yaparsam yapayım sinirim dinmiyordu; öfkem, çaresizliğimle birleşip midemde bir yumru gibi büyüyordu. Küçük kıyafet dolabına alnımı yaslayıp gözlerimi kapattım, belki sakinleşirim diye. Ama düşünceler beynimde kudurmuş arılar gibi dolaşıyordu. Buradan bir şekilde kaçmalıyım, tekrar o psikopatla yüz yüze gelmek istemiyorum. Aptal gibi bir de beni bıraktı, kurtuldum sandım… Ne kadar safım! Off, off… Ne kadar süre öyle kaldım bilmiyorum. Tek bildiğim, beynimin sanki durmuş gibi hissettiği; ne yapacağımı, nereye gideceğimi, kimi arayacağımı bilmediğimdi. --- Akşam olmuştu… ve ben hâlâ bir çıkış yolu bulamamıştım. Masada soğumaya yüz tutmuş hastane yemeğiyle uzun süre bakıştıktan sonra, sonunda pes edip sırtüstü yatağa uzandım. Tavanın beyaz ışığı gözlerimi kamaştırıyordu ama kapatmaya bile üşeniyordum. Bir çıkış yolumun olmadığını, yavaş yavaş kabullenmeye başlamıştım. Zihnim düşünmekten öyle yorulmuştu ki, bunca yaşanan şeye rağmen hâlâ uyuyabiliyordum. Tam uykuya dalmak üzereyken kapının açıldığını duydum. Kesin yine hemşirelerden biriydi — gün boyunca defalarca gelip vitaminli serum takmak istemişlerdi ama her seferinde itiraz edip göndermiştim. Bıkkın bir nefes verip, gözlerimi açmadan konuştum: “Size daha kaç kere diyeceğim serum istemiyorum diye… Tek istediğim buradan çıkıp gitmek.” Cevap gelmedi. Ama burnuma dolan ağır, odunsu bir erkek parfümüyle refleks olarak burnumu kırıştırdım. Erkek hemşire mi? diye geçirdim içimden. Yine sessizlik. Artık gittiğini düşünmek üzereydim ki… yüzüme, daha doğrusu dudaklarıma değen sıcak bir nefesle irkildim. Gözlerim korkuyla açıldı. Ve onu gördüm. Poyraz. Yüzümün sadece bir nefeslik uzaklığındaydı. Gözlerindeki o tanıdık, haylaz ama bir o kadar da karanlık parıltı… Nefesini dudaklarımda hissediyordum. Bir milim daha yaklaşsa, teni tenime değecekti. Kalbim göğsümden çıkacakmış gibi atarken, içimdeki tüm korkular, öfke ve çaresizlik birbirine karıştı. Yalnızca gözlerimize dolan sessizlik konuşuyordu — uzun, ağır, yakıcı bir sessizlik. Ellerimi omuzlarına koyup tüm gücümle itmeye çalıştım ama bir milim bile kıpırdamadı. Sanki duvar gibiydi. Korkudan kalbim boğazıma tırmanmışken, dişlerimin arasından hırıltıyla çıkan kelimeler döküldü: “Uzak dur benden.” Sesim titremesin diye çabalasam da… korktuğum çok belliydi. O an anladım — bu adamın yanında ne kadar dik dursam da içimdeki korkak kız çocuğu hâlâ oradaydı. Tuhaf bir şekilde beni dinledi. Hiç beklemediğim bir anda geri çekildi. Yüzünde o umursamaz, sinsi rahatlıkla dudaklarının kenarı kıvrıldı: “Bakıyorum da baya toparlamışsın kendini. Bu gidişle… düğüne kadar hiçbir şeyin kalmaz.” Düğün mü? Ne düğünü? Bir an beynim dondu. Sanki söylediği kelime, havada asılı kalmış bir kurşun gibi kalbime saplandı. Ne düğününden bahsediyor? Kim evleniyor?.. Boğazımda bir düğüm oluştu. Kelimeler dilime takılırken korku ve öfke birbirine karışmıştı. “Ne saçmalıyorsun sen?!” dedim, sesi kontrol etmeye çalıştım ama titredi. Gözlerim onunkilere kilitlendi — buz gibi, karanlık, tehlikeli bir dinginlik vardı bakışlarında. Bir adım yaklaştı, nefesi yüzüme değdi. Dudaklarının kenarıyla küçümser bir tebessüm belirdi. “Tabii ki biz,” dedi, sanki dünyanın en normal cümlesini kuruyormuş gibi. “Unuttun mu Sıla? Biz evleneceğiz.” Kalbim duracak gibiydi. Beynimin içinde yankılanan o iki kelime bütün duvarlarımı yıktı: Biz evleneceğiz. --- Sıla’nın gözleri, Poyraz’ın odadan çıkarken ardında bıraktığı soğuk sessizliğe kilitlenmişti. Az önce duyduğu kelimeler, beyninde yankılanmaya devam ediyordu: “Biz evleneceğiz.” Ne kadar tekrar etse de anlamını kavrayamıyordu. Bu nasıl bir oyundu? Bir insan, sevgiyle değil öfkeyle evlenmeye nasıl karar verebilirdi? Elini göğsüne bastırdı. Kalbi hızla çarpıyordu. Öfke, korku ve çaresizlik birbirine karışmıştı. Bu adamla bir ömür… hayır, asla. Gözlerinden yaşlar süzülürken yastığa kapanıp hıçkırıklarını bastırmaya çalıştı. Yorgundu. Savaşmaktan, direnmekten, korkmaktan yorgun. “Beni bırak artık…” diye fısıldadı kendi kendine, sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısık. Tam o sırada kapı çalındı. Sıla hızla silkinip doğruldu, gözyaşlarını sildi. “Kim o?” dedi, sesi titriyordu. Kapı aralandı. Siyah takım elbiseli, sert yüzlü bir adam içeri girdi. Elinde küçük bir tepsi vardı — porselen tabaklarda buharı tüten sıcak ev yemekleri. “Poyraz Bey gönderdi,” dedi kısa bir ses tonuyla. “Yemek yememişsiniz.” Sıla bir an tepsiye, sonra adama baktı. Yemeğin kokusu bile mide bulandırıcı bir ironiydi — Onu bu hale getiren adam, şimdi aç kalmasın diye yemek mi gönderiyordu? Kısık bir sesle, neredeyse kendi kendine söylendi: “Demek şimdi vicdan azabını bastırmanın yolu bu…” Adam cevap vermedi. Yemeği masaya bırakıp saygılı bir şekilde geri çıktı. Kapı kapanır kapanmaz odada yine sessizlik hâkim oldu. Ama bu sefer o sessizlikte hem öfke hem de acı vardı. Sıla, tepsideki sıcak yemeğe baktı. Bir lokma bile boğazından geçmeyeceğini bilmesine rağmen, elini uzatıp çatalı aldı. uzun zamandır doğru düzgün birşey yemediğim için yemekler oldukça lezzetli geliyordu, farkında olmadan bütün tabakların dibini sıyırmıştım bile. --- Poyraz hastanenin önünde, siyah aracının içinde oturuyordu. Elindeki sigaradan çıkan duman cama çarparak dağılırken, gözleri hastane penceresinde sabitlenmişti. Korumanın yemeği odaya götürdüğünü görünce başını hafifçe salladı. “Ye bari biraz…” diye fısıldadı kendi kendine. Sonra derin bir nefes alıp sigarayı söndürdü. Bakışları yorgundu ama içinde hâlâ aynı kararlılık vardı. “Bu defa hiçbir yere gitmeyeceksin, Sıla.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD