KAPANMAYAN KAPI

1578 Words
"Korkunun yerini tuhaf bir alışkanlık alırken, Sıla artık Poyraz’ın gölgesine alıştığını fark etti." POYRAZ Kapıdan çıktığımda derin bir nefes aldım. Sanki odanın içindeki hava, Sıla’yla birlikte üzerime sinmişti; tenimde bile kokusunu hissediyordum. Koridor sessizdi, sadece ayak seslerim yankılanıyordu. Ne kadar yürüdüğümü bilmiyorum ama sonunda kendimi dışarıya atmıştım. Derin bir soluk alıp arabaya bindim ve şirkete doğru yola çıktım. Arabada ilerlerken gözüm yolda olsa da aklım hâlâ Sıla’daydı. İlk kez hissettiğim duygular bende daha fazlasını isteme arzusunu oluşturuyordu, her şeyiyle Sıla’ya sahip olmak, onu sarıp sarmalamak… --- Kapıyı kapatır kapatmaz sırtımı duvara yasladım. Elimi saçlarımdan geçirip başımı arkaya çarptım. Kendime gelmek istiyordum ama olmuyordu. Ona dokunmakla dokunmamak arasında kalmak beni çıldırtıyordu. Bir yanım onu kollarımın arasına alıp dünyadan gizlemek isterken, diğer yanım “bir adım daha yaklaş, her şey biter” diye fısıldıyordu. Aklımı yiyip bitiren bu ikilem beni ani kararlar vermeye zorluyordu. Lavaboya gidip musluğu açtım. Soğuk suyu avuçlarıma alıp yüzüme çarptım ama faydası olmadı. Kafamın içinde hâlâ o vardı. Korkmuş gözleri, nefesinin titremesi… Ve benim içimdeki o lanet his: sahip olma arzusu. “Sen daha ne yaptığının farkında bile değilsin, Sıla,” dedim aynaya bakarak. “Ben senin için savaşırken sen kendini benden sakınıyorsun. Ben sana bir adım geldikçe, sen on adım geri kaçıyorsun. Ama göreceksin… kaçamayacaksın.” Sesim odanın duvarlarına çarpıp yankılandı. Sonra gülmeye başladım, sinirden, çaresizlikten, saplantıdan… hepsi birbirine karışmıştı. Kendimi çalışma masamın arkasındaki deri dönen koltuğa bıraktım, bir süre tavana baktım. O artık benimdi. Ve yakında o da bunu anlayacaktı. Masada ellerimi birbirine kenetledim, ekrandaki dosyaları görmeme rağmen hiçbir şeye odaklanamıyordum. Zihnimde hâlâ onun yüzü, nefesi, korkusu vardı. Her şeyi susturmak için telefonu elime aldım. “Rıfat,” dedim, sesim her zamanki gibi sakin ama içim fokur fokur kaynıyordu. “Evet abi, dinliyorum.” “Bu akşam hastanedeki güvenliği iki katına çıkar. Kimse onun yanına yaklaşmayacak. Hemşire bile olsa önce senin iznini alacak, anlaşıldı mı?” “Anlaşıldı abi.” Telefonu kapattım, bir süre sessizlikte oturdum. Masamın üzerindeki kalemi alıp elimde çevirdim, sonra gülümsedim yorgun ama kararlı bir gülümsemeydi bu. Sıla henüz bilmiyordu, ama kaderi çoktan çizilmişti. Onu koruyacaktım… İsterse nefret etsin, ister kaçsın, fark etmezdi. Çünkü artık, bu hikâyeden çıkmanın bir yolu yoktu. SILA Poyraz gittikten sonra, vitaminli serumun ve ağrı kesicilerin etkisiyle derin bir uykuya dalmışım. Gözlerimi araladığımda odanın içini ay ışığı doldurmuştu. Loş ışıkta bile her şey fazlasıyla netti; beyaz duvarlar, komodindeki boş sürahi, Poyraz’ın dün gece oturduğu sandalye… Her şey hâlâ yerli yerindeydi ama o yoktu. Sanki odanın havası bile onunla birlikte gitmişti. Ben kafamı kurcalayan düşüncelere dalmışken odanın kapısı açıldı. Bir an, yine o geldi sanıp tedirginlikle heyecan arasında kalmış bir şekilde başımı kapıya çevirdim. Ama ne yazık ki gelen o değildi. İçimde bir anlık hayal kırıklığı oluşsa da bu hissi hızla derinlere gömüp gelen kişiye baktım. Bu, dün yemek getiren korumaydı. Elindeki pakete bakacak olursam yine yemek getirmişti. Kapıdan içeri girdiği andan itibaren başını öne eğip, “Efendim, bunları Poyraz Bey gönderdi. Akşam yemeğiniz… Poyraz Bey hepsini bitirmenizi emretti,” diyip hızla odadan çıktı. Arkasından hafif aralık kapıya, sonra da masanın üzerine bıraktığı yemeğe baktım. Bir an için içimden bir ses “kaç,” derken, diğeri “kal, ve kaderine boyun eğ ,” diye fısıldıyordu. İkisi de beni bir yere sürüklüyordu ama hangisine gitsem kaybolacağımı hissediyordum. Yavaşça yatağımdan kalktım, masaya yaklaştım. Yemeklerin buharı hâlâ tütüyordu. Parmak uçlarımla tabağın kenarına dokundum ve fısıltı gibi çıkan sesimle kendi kendime sordum: “Beni gerçekten koruyor musun Poyraz, yoksa kafesin altın parmaklıklarını mı örüyorsun?” bir süre masadaki yemeğe baktıktan sonra iç çekip başımı yana eğdim. Ne kadar kaçmaya çalışsam da, her ayrıntıda Poyraz’ın varlığını hissediyordum. Yemekte bile onun gölgesi vardı. “Bitirmemi emretti ha…” diye fısıldadım kendi kendime, yarı öfke yarı çaresizlikle. Çatalı elime alıp istemsizce bir lokma aldım. Tadı fena değildi ama her lokma boğazıma düğümleniyordu. Yemeğin değil, poyraz Kara'nın varlığının ağırlığıydı bu. Gece sessizdi. Koridordan sadece hemşirelerin ayak sesleri geliyordu. Tavanın beyaz ışıkları altında gözlerimi tavana dikip nefes almaya çalışıyordum ama göğsümün üstünde görünmez bir ağırlık vardı Poyraz’ın gölgesi gibi. Onun bana dokunmadan bile varlığını hissettirdiği bir tutsaklıktı bu. Kendime defalarca “iyileşip gideceğim” dedim ama her sabah gözümü açtığımda kapıda duran adamları görmek, bu sözleri boğazımda düğümlüyordu. POYRAZ Yemeği getirttikten sonra korumaya verip götürmesini istedim, her ne kadar onu görmeyi istesemde o henüz buna hazır değildi. Halil yemeği verip çıktıktan sonra benim sessiz emrimle kapıyı hafif aralık bıraktı, böylelikle kapının ardından da olsa onu görebilecektim. Işığın aralığından, onun odada süzülen siluetini görebiliyordum. Elini yavaşça tabağa uzatışını, başını yana eğip düşüncelere dalışını... her hareketini ezberlemek ister gibi dikkatle takip ettim. onun tabağa uzanışını, dudaklarının kıpırdayışını. Yavaşça gülümsedi, derin bir nefes alıp karanlığa karıştım. “Güzel… yemeğini yiyor demek ki,” mırıldandım kendi kendime. “Alışıyorsun Sıla… adım adım bana.” Sonra sessizce oradan uzaklaştım. Ama arkamda bıraktığım o odada hâlâ onun nefesi, benim gölgem vardı. Ellerimi cebime soktum, derin bir nefes aldım. Kendime itiraf etmek istemesem de, her defasında aynı noktaya dönüyordum. onu ne kadar uzak tutmaya çalışsam da, her defasında geri dönüyordum. Sanki o odada bıraktığım bir parçam beni çağırıyordu. Bir koridorun karanlığına karışırken, kendi kendime mırıldandım. “Kaçmak istiyorsun biliyorum… ama ben izin vermem, Sıla. Ne kadar direnirse dirensin… sonunda bana ait olacaksın.” SILA Sabah güneşinin ilk ışıkları odanın tül perdesinden süzülüp yüzüme vurduğunda gözlerimi araladım. Ne kadar uyudum bilmiyorum. Belki hiç uyumadım. Gözlerim kapalıydı ama aklım hâlâ onun söylediklerinde takılıydı. her şey yeniden zihnimde canlandı. "yakında evleneceğiz" Bu cümle kafamda dönüp duruyordu. Kalbim sıkışıyor, midem yanıyordu. Bana öylece söylemişti, sanki evlilik bir anlaşmaymış gibi, sanki ben bu kararda sadece bir ayrıntıymışım gibi. Derin bir nefes aldım. “Evlilik ha…” dedim kendi kendime. Dudaklarımda acı bir tebessüm belirdi. “Bakalım, Poyraz Kara… Bu oyunda gerçekten kimi kandırıyorsun?” -- Artık sadece yaralarım değil, içimdeki huzur da sargıya alınmış gibiydi. Kapı hafifçe aralandığında irkildim. Kalbim bir anlığına hızla atmaya başladı içeri girenin o olabileceğini düşündüm. Ama değildi. Beyaz önlüğüyle hemşireydi gelen. Yüzündeki yorgun gülümsemeyle, “günaydın Sıla Hanım, nasılsınız bugün?” dedi. Kendimi toparlamaya çalıştım. “İyiyim,” dedim ama sesim bile beni ele verdi. Hemşire serumumu kontrol ederken gözüm kapıya kaydı. Sanki her an açılacak, o girecek gibi… Ama kapı sessiz kaldı. Hemşire çıkarken, sanki akımdan geçenleri okumuş gibi “Sabah erkenden beyefendi uğradı,” dedi. Kalbim bir an duracak gibi oldu. “Bir şey söyledi mi?” “Hayır,” dedi kadın, “sadece sizi izledi bir süre, sonra sessizce gitti.” İçim tuhaf bir sızıyla doldu. Gitmeden beni izlemişti… Neden? Elimi göğsüme koydum, kalp atışlarım kulaklarımda yankılanıyordu. Ne kadar kızsam da… onun yanımda oluşuna alışmıştım. Varlığı bile garip bir güven veriyordu. Şimdi o yoktu, yerini sessiz bir boşluk almıştı. Kendime kızdım. “Ne saçmalıyorsun Sıla,” dedim alçak sesle. “O adamla evlenemezsin. Bu… bu bir oyun.” Ama içimden bir ses fısıldadı, Ya değilse? Bir süre öylece kaldım, tavana bakarak. Düşüncelerim birbirine karışıyordu korku, öfke, merak… ve nedensiz bir çekim. Oysa ben sadece huzur istiyordum. Ama Poyraz Kara’nın olduğu bir yerde huzurun bile bir bedeli vardı. Başını yastıktan kaldırdığında komodinin üzerinde küçük, siyah bir kutu fark ettim. bu nezam gelmişti buraya, aklıma gelen düşünce ile kalbim hızla çarpmaya başladı yanına iliştirilmiş beyaz bir notu fark edince kutuya dokunmadan notu aldım “Bunu taktığında herkes kime ait olduğunu bilecek.” Altında sadece bir harf yazıyordu P. notu kenara bırakıp kutuyu yavaşça açtım. İçinde zarif ama sert çizgilere sahip gümüş bir bileklik vardı, ucunda minik bir kilit detayı. Bir an bileğime bakıp durdum, sonra dudaklarımdan nefes yerine fısıltı döküldü “Bu… bir hediye değil, bir işaret.” Parmaklarım titredi ama bilekliği takmadım. Onun oyununa dahil olmayacağım, en azından şimdilik. Ama içten içe biliyordum ki, Poyraz beni adım adım kuşatıyordu. Ve ne kadar dirensem de, bu kuşatmanın sonu ya teslimiyet… ya da yıkım olacaktı. O sabah hastane odası her zamanki gibiydi, ama havada bir tuhaflık vardı. Hemşireler eskisi kadar sık uğramıyordu, kapı her açıldığında koridorda bekleyen iri yarı adamların gölgesi odaya düşüyordu. İçimde açıklayamadığım bir sıkışma vardı. Elimi kalbime koydum, derin nefes aldım. Sanki görünmez bir şey yavaş yavaş boğazıma dolanıyordu dışarı çıkmak, hava almak istedim. Ama daha kapıya yaklaşmadan biri kibarca önümde durdu. “Poyraz Bey’in talimatı var hanımefendi, sizden habersiz kimse giremiyor, siz de çıkamazsınız.” O an içimde bir şey koptu. Bu bir koruma değildi artık… Bu, tutsaklıktı. Gözlerim istemsizce pencereye kaydı. Dışarıda güneş parlıyordu, kuşlar bile özgürdü, sadece ben değildim. Bir adım geri çekildim, dudaklarımın arasından sadece bir fısıltı çıktı: “şerefsiz, elbet devran tersine dönecek” POYRAZ Poyraz sabahın erken saatlerinde ofisine geçmişti. Gözlerinin altı morarmış, geceden kalma uykusuzluğu yüzüne işlemişti. Bir elinde kahvesi, diğerinde telefon… camın önünde durup aşağıda hareket eden kalabalığı izliyordu. “Uyandı mı?” dedi, sesi soğuk ama içinde belli belirsiz bir gerilim vardı. Karşısında ayakta duran Ali başını hafifçe eğdi. “Evet efendim. Yemeğini yemiş, sonra da biraz dinlenmiş. Gayet iyi görünüyor.” Poyraz kahvesinden bir yudum aldı. “İyi görünmesi güzel. Zayıf düşmesini istemiyorum.” Bir an sustu, sonra gözleri dalgınlaştı. “Henüz değil.” Ali anlam vermeye çalıştı ama sormadı. Poyraz’ın ne düşündüğünü sormak, çoğu zaman ateşe kibrit çakmaktan farksızdı. Bir süre sessizlik oldu, sonra Poyraz derin bir nefes alıp pencerenin önünden çekildi. “Onu korumaya devam edin, kimse odaya onun izni olmadan girmeyecek. Sadece ben.” Ali başını eğip çıktıktan sonra Poyraz yavaşça masasına döndü, elini çekmecesine uzattı. İçinde Sıla’ya bıraktığı bileklikten bir tane daha vardı aynı gümüş, aynı kilit sembolüyle. Parmaklarının ucuyla bilekliğe dokundu. “Kaçabileceğini sanıyorsun, değil mi küçük kız?” diye mırıldandı kendi kendine daha sonra bilekliği büyük bir dikkatle bileğine taktı. Sen artık bana aitsin
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD