Ahşap tabelanın boyası biraz daha dökülmüştü. Ama kokusu hala aynıydı.
Kitap ve kahve.
Bu kez araya bir şey daha karışmıştı.
Bekleyiş.
Nevin kapıdan içeri adım attığında kapının üzerindeki eski zil çaldı. Bu ses bir zamanlar ona müzik gibi gelirdi. Şimdi ise neredeyse törensel bir çağrı gibiydi. Zamanın içinden gelen bir ses.
İçeri girdiğinde loş ışıkla buluşan gözleri önce kısılsa da sonradan alıştı. Kitapların gölgeleriyle dolu raflar ağır ağır şekillendi gözlerinde. Arka kısımdaki küçük kafe kısmına ilerledikçe pencere kenarındaki masasındaki siluet tanıdıklaştı.
Azem.
Üzerindeki paltosunu çıkarmamıştı. Bir elinde kahve fincanı, diğerinde açık bir kitap vardı ama okumuyordu. Sadece öylece bekliyordu.
Nevin, derin bir nefes aldı. Adımlarını kontrollü bir ağırlıkla atarak yaklaştı ve onun tam karşısına oturdu. Nevin'in gelmesiyle Azem, gözlüğünü yavaşça çıkardı ve başını usulca salladı. "Hoş geldin, Nevin."
Azem'in sesi, her zamanki gibiydi. Kitap kokusunun içinden çıkan bir çağrı gibi. Nevin otururken ceketini sırtından sıyırırken kahverengi ahşap sandalye gıcırdadı. Bu ses bile buranın bir parçasıydı. Rahatsız edici değil, sadece ait olduğunu hissettiren.
Masada iki kahve vardı. Biri hala buharını havaya salıyordu. Azem’in düşüncesi Nevin’in göz ucunda yankılandı. Belli belirsiz bir tebessüm bıraktı dudak kenarlarına.
"Senden başka kimse bu kadar erken gelemezdi," dedi Nevin. Kahvesine uzanırken sesinde hem bir yumuşaklık hem de çözülmemiş bir sorgu vardı. Nevin’in içinde kıpırdayan ama adı henüz olmayan bir şey, o sesle birlikte biraz daha yükseldi yüzeye.
Azem’in gülümsemesi, yüzündeki çizgileri daha da belirginleştirmişti. Yorgun değil, onunla barışık çizgilerdi bunlar. "Ben eskiyim," dedi. "Zamanla randevulaşmam. Onu beklerim."
Nevin bu sözü sevdi ama içinde ince bir tedirginlik de bıraktı. Zaman, Azem için bir kavram değil, bir varlıktı sanki. Sonra kısa bir sessizlik oluştu. Raflardaki kitapların sırtları bile bu sessizliğe eşlik etti.
Nevin göz ucuyla baktığı kitapların arasında Siyasal Düşünceler Tarihi'nin eski bir baskısını gördü. Tozlu bir kenarda sıkışmıştı. Tıpkı bazı fikirler gibi. Kıymetli ama unutulmuş.
"Neden buluşmak istedin?" Sorusu doğrudandı ama içinde Nevin’in o dingin mesafesi vardı. Cevabı tahmin eder gibiydi ama yine de duymak istiyordu.
Azem kahvesinden bir yudum aldı. Bakışları pencereye kaydı. Vitrin camına burnunu yaslamış bir çocuk vardı dışarıda. İçerideki sıcağa özenle bakan bir yüz.
"Bir isim duydum," dedi sessizce. "Sadece bir isim. Ama o isim... Bir kapıyı açıyor, Nevin. Belki de yıllardır kapalı olan bir kapıyı."
Nevin’in parmakları fincanın kulpunda sıkılaştı. Gözlerini kaçırmadı ama bakışı tedirginlikle titreşti. "Kimin ismi?"
Azem hemen cevaplamadı. Sanki bazı kelimeler, ilk akla geldiği gibi söylenmemeliydi. Biraz beklemeli, ağırlığı oturmalıydı. "Bugün sana bilgi vermeyeceğim, Nevin," dedi sonunda. "Sadece... Sorular bırakacağım."
Nevin masaya hafifçe eğildi. Sesindeki soğukkanlılık, Azem’i bile ürkütmeye yetecek bir netlik taşıyordu. "Benim işim zaten sorularla, biliyorsun. Cevapsız bırakılmış her soru, bir boşluk daha yaratır ve boşluklar, sisteme hizmet eder. Ben bunu yıkmak için varım."
Azem, onun içindeki güce bir kez daha hayran kaldı. Bu genç kadın.ın cesaretini bir yerde daha görmüştü. Eski dostunda... Sessizliği bile tehditkar olabilecek kadar derinlik taşıyan arkadaşı kızına bunu miras bırakmıştı.
"Hiç değişmemişsin," dedi. "Sadece biraz daha sessizsin ve bu, seni daha tehlikeli yapıyor."
Nevin gözlerini tekrar raflara çevirdi. Sonra Azem’e döndü. "O zaman ilk boşluğu bırak da çözmeye başlayayım. Sorunu söyle."
Azem, cebinden küçük, katlanmış bir kağıt çıkardı. Masaya bıraktı. "İlki soru değil. Bir isim."
Nevin kağıda uzandı, yavaşça aldı ve açtı. Kağıtta sadece iki kelime yazıyordu.
Ateş Demirağ.
İsmin harfleri gözlerinde yankılandı. Daha önce gördüğü bir isimdi. Fakat ne kadar araştırırsa araştırsın bu isim hakkında onu tatmin eden bir yanıt bulamamıştı. Tanımıyordu bu kişiyi. Ama bu isimde onun içini ürperten bir şey vardı. Tarifi olmayan, isimsiz bir boşluk düştü içine.
Sırtından ince bir ürperti geçti. Kafasında bir uğultu dolanıyordu. Ne bir rüzgarın ne de gürültünün uğultusuydu bu. Sadece bu ismin çıkardığı sessizliğin uğultusuydu.
“Ateş,” diye geçirdi içinden Nevin. Bu kelimeyi zihninde canlandırmak bile, boğazında gizli bir yangını serbest bırakmak gibiydi. Sanki içinden yükselen bir duman, gözlerinin ardına çöreklenmişti ve o duman ne kadar gözlerini kırpıp bakışlarını kaçırsa da dağılmıyordu. Adeta tek bir harf bile onu yakmaya yetiyordu. Çünkü bu sadece bir isim değildi.
Bu, bir geçmişin gölgesi, bilinmeyen bir korkunun kıyısıydı ve bazı isimler, söylenmese de yankılanırdı. Bazı isimler, harflerden ibaret olamazdı.
Ateş… Bu ismi taşıyan biri sessiz kalamazdı. Onun yürüdüğü yerlerde iz kalır, dokunduğu her şeyi dönüştürürdü. Gölgelere karışamazdı, çünkü varlığıyla bile karanlığı delip geçen bir ışığı vardı. Bu ismi duyan biri hiçbir zaman, hiçbir şekilde, eskisi gibi olamazdı. Çünkü bazı kelimeler, insanın ruhuna bir darbe gibi inerdi. İşte Ateş de onlardandı.
Nevin’in parmakları bir refleks gibi kağıdın kenarlarını katlamaya başladı. Bu bilinçli bir hareket değildi. Daha çok, içinden yükselen belirsiz bir korkunun bedenine sızma biçimiydi. Kağıdı yok etmedi, buruşturmadı, hatta tamamen saklamadı bile ama gözden uzaklaştırdı. Görmek istemediği bir gerçekle göz göze gelmek istemeyen birinin yaptığı gibi, onu masanın en kenarına itti. Yeniden bakmaktan imtina ettiren bir hisle mücadele ediyordu içinden. Henüz, bu isme yeniden bakabilecek bir bağışıklık geliştirmemişti. Çünkü bazı isimler yalnızca okunmaz, hissedilirdi. Bazen, hissetmek de insanı mahvederdi.
Nevin içgüdülerine önem verirdi ve ilk kez böyle hissediyordu. Bu olayı garipsemiş, kabullenmekten kaçmaya çalışmış olsa da kaçamamış ve köşeye sıkışmıştı.
Bir an gözlerini kapattı. Derin bir karanlık aktı içinden. Sadece dış dünyayı değil, içindeki kaosu da susturmak istedi. Ama başaramadı. Zihninde kıvranan düşünceler birer çığlık gibi yankılanıyordu.
'Neden içim daraldı?' diye sordu sessizce. 'Bu isimde ne var?' diye sordu sonra, kendi iç sesinden bile saklamaya çalıştığı bir merakla. 'Ben neden titredim?'
Bu soruları ardı ardına sordu zihnine ama cevaplar, sanki yer çekimine inanmıyor gibiydi. Hiçbiri yere konmuyor, hiçbirinin ucu bir gerçeğe bağlanmıyordu. Cevaplar hep bir boşlukta süzülüyordu, tıpkı kalbinin içinde de giderek büyüyen o belirsizlik gibi.
Başını kaldırdığında, gözleri istemsizce Azem’e kaydı. Pencereye bakmaya devam ediyordu. Yüzündeki kaslar kıpırdamadan bakışları artık ona yönelmişti. Nevin bunu hissetti. O derin, yorgun ama dikkatli gözlerin ağırlığı omuzlarına oturdu. Azem onu sadece izlemiyor, adeta içini okuyordu. Nevin o an içindeki duvarların birer birer çatladığını hissetti. Savunmalar işe yaramıyordu sanki. Derinlerde bir yerde, sezgileri alarma geçmişti.
“Tanımıyorum bu ismi,” dedi Nevin, sesi tuhaf bir sakinlikle çıkmıştı. Tonunda en ufak bir titreme yoktu, ama içi… İçi çoktan yıkılmıştı. Çünkü Nevin, sezgilerine ihanet etmezdi. Onlar bazen kelimelerden daha çok bağırırdı. Şu anda içindeki hiçbir sezgi sessiz kalmıyordu. Adeta hep bir ağızdan konuşuyorlar, onu bu ismin çevresinde sıkıca sarılmış görünmez bir çemberin içine itiyorlardı.
Azem başını hafifçe eğdi. Yüzündeki çizgiler derinleşti. İfadesinde alışıldık bir sükunet vardı. Önce ellerine baktı. Yaşından dolayı yer yer lekelenmiş ve kırışmış, hikayelerle dolu ellerine. Sanki geçmişte alınmış ama kimseye okunmamış bir kararın izlerini taşıyordu avuçları. Sonra gözlerini yeniden Nevin’e çevirdi ve sakin ama keskin bir sesle konuştu. “Tanımıyorsun, evet. Ama o seni tanıyor olabilir.”
Bu cümle, havaya bırakılmış bir sır gibi yankılandı. Nevin’in zihnine çarptı, duvarlarına dokundu, içindeki bütün savunma mekanizmalarını susturdu. ‘Seni tanıyor olabilir.’ Üç kelime, ama taşıdığı anlam yılların bile sarsamayacağı türdendi.
“Bu mümkün değil,” diye düşüncesini sesine yansıttı Nevin.
'Ben görünmeyenim. Sessiz olanım. Bilinmeyenim.' Ama bazen, en görünmeyenler bile iz bırakır. Çünkü bazı bakışlar susanları da duyar. Bazı sistemler, sessizleri de fişler. Ve bazı karanlıklar, en çok ışığın izini sürer. Nevin, tüm bu düşünceleriyle baş etmeye çalışırken Azem, kitap raflarına kısa bir bakış attı. Ardından döndü ve yeniden konuştu, bu kez sesinde daha farklı bir ton vardı. Öğretici ama aynı zamanda içsel bir uyarı taşıyan bir tondu.
“Ben sana bilgi değil, sorular getireceğim demiştim,” dedi. “Çünkü cevaplar seni değiştirebilir. Doğru sorular seni inşa eder, Nevin.”
Bu cümle, Nevin’in içinde yankılandı. Bir şey söyleyemedi. Başını bile sallamadı. Artık hazırdı. Zaten hiç hazır olmasa bile dinlerdi. Çünkü bazen insan, kırılmanın eşiğinde bile olsa, söylenen bir gerçeğe sırt çeviremezdi.
Azem hafifçe boğazını temizledi, sonra masanın kenarındaki defteri yavaşça çevirdi. Sayfaları tek tek geçerken sanki hafızasından değil, içinden bir şeyleri kazıyordu. Sonunda durdu ve gözlerini Nevin’e kaldırmadan, cümlelerini bıraktı ortaya. “Ateş Demirağ. Bir isimden fazlası. Bir yöntem. Bir düzen. Bir kırılma noktası.”
Bu sözler, sadece bilgi vermiyordu. Aynı zamanda uyarıyordu, hazırlıyordu. Nevin’in gözleri kısıldı, dinlemeye başladı. Ama içinden geçen fırtınaları da susturamadı. Zihninde çakan her şimşek, onun bu isme biraz daha yaklaştığını fısıldıyordu.