GİRİŞ
Sarya
Odanın kapısı kapandıktan sonra Miran, neredeyse titreyerek bana yaklaştı. Sarhoşluğu, bakışlarını daha keskin ve yoğun yapmıştı. Gözlerinin içinde kelimelerden çok daha fazlası vardı; bir ihtiras, bir zorlayıcı arzu…
“Sarya… hadi… lütfen… şimdi… seni istiyorum… sadece bir kez…” dedi, sesi boğuk ama kararlıydı. Dudakları titriyordu, elleri ellerime dokunduğunda ben bile irkildim.
Kalbim deli gibi atıyordu, ama bedenim istemsizce ona yaklaşıyordu. “Miran… böyle… böyle yapma,” dedim titreyerek.
O kahkaha gibi bir nefes aldı, dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. “Biliyorum… sen de istiyorsun… bırak kendini bana… hisset… hissetmekten korkma… hadi… Artık söz yok, sadece hissetmek var. Benim olmanı istiyorum. Bu gece sadece benim olacaksın, anladın mı? Bakire olsan da olmasan da… fark etmez, ben istiyorum!”
Her kelimesi, beni hem korkutuyor hem de kendine çekiyordu. “Sadece benim ol… istemez misin? Biliyorum istiyorsun… bakışlarından belli… hadi…” dedi. Ellerini ellerime dolayarak beni biraz daha yakın çekti.
İçim yanıyordu, ama Miran’ın bakışlarındaki ihtiras, her itirazımı anlamsız kılıyordu. “Hadi… bırak… senin için… her şeyi bırakabilirim… sadece bana…”
Ben nefesimi tutup geriye çekildim ama Miran bırakmadı, her adımımı takip ediyordu. “Hadi… söyle bana… gerçekten istiyor musun? İtiraz etme… sadece hisset…” dedi ve dudaklarını boynuma yaklaştırdı.
Vücudum istemsizce ona yaklaştı. Her kelimesi, her nefesi… beni tamamen ele geçiriyordu. İçimde hem korku hem de yanıp kavrulan bir arzu vardı. Bir bakışta nefret, bir dokunuşta istek… Miran’ın ısrarı ve şehvetli fısıltılarıyla geceyi unutulmaz kılıyordu.
…
Sarya
“Ne oldu, Sarya?” dedi, sesi boğuk ve derin. “Beni uyandırmak için bu kadar uğraşıyordun ya… fazlasıyla başarılı oldun.”
Kıpırdanmaya çalıştım. “Saçmalama, çekil üstümden!”
Miran yüzünü bana yaklaştırdı. Dudaklarıyla nefesim arasında yalnızca birkaç santim kalmıştı.
“Bir ay boyunca ortadan kayboldum…” dedi kısık bir sesle. “Ama sen… beni bekledin.”
“Beklemedim ulan!” dedim, ama yanaklarım yanıyordu.
Miran parmaklarını yanağıma koydu, tenimde yavaşça gezdirdi. Sıcak dokunuşu damarlarımda yankılandı.
“Kızarıyorsun,” dedi alayla. “Ağzın inkâr ediyor… ama kalbin, başka şeyler söylüyor.”
Gözlerimi kaçırdım, nefesim hızlandı.
“Defol dedim sana…”
O ise daha da yaklaştı. Dudakları kulağımı neredeyse okşayacak kadar yakındı, sesi derinden gelen bir fısıltıya dönüştü:
“Artık buradasın. Benimlesin. Ve bundan sonra benden başka kimseye bakamayacaksın, Sarya.”
Kalbim kaburgalarımı zorlayacak kadar şiddetle çarpıyordu. İçimden lanet olsun, neden nefesim böyle kesiliyor… diye geçirirken, dudaklarım son bir direnişle konuştu:
“Haddini bil Miran! Ben kimseye ait değilim!”
Miran’ın gülüşü genişledi. Soğuk, kışkırtıcı ama baştan çıkarıcıydı.
“Göreceğiz…” dedi ağır ağır, her hecesi tehdit gibi üzerime çökerken.
Miran yüzünü bana daha da yaklaştırdıkça nefesim kesiliyordu. Kaçmak istedim ama elleri bileğimdeydi, demir gibi sıkıydı.
“Çekil dedim sana!” diye bağırdım, göğsüm hızla inip kalkıyordu.
Dudaklarının kenarı kıvrıldı, gözlerinde alayla karışık karanlık bir parıltı belirdi.
“Benden kaçıyorsun… ama neden, Sarya? Korktuğunu söyleme bana.”
“Evet korkuyorum!” diye haykırdım, gözlerim dolmuştu. “Çünkü istemiyorum!”
Miran başını yana eğdi, gülümsemesi daha da küçümseyici bir hâl aldı.
“Bana masal anlatma,” dedi. Sesindeki boğuk tını içimi titretti. “Sanki daha önce yapmamışsın gibi davranıyorsun. İnanmam.”
“Kes artık!” diye çırpındım, öfkeyle gözlerimden yaşlar süzüldü. “Seninle hiçbir şeyim olmadı, olmayacak da! Defol üzerimden!”
…..
Miran
Onun gözleri doldu. Dudakları titredi. “Miran… bırak beni, bırak gideyim…” dedi.
Bırakayım mı? Onu bırakırsam ne olurdu? Ellerinden biri alır, kollarına sarılır. Ya da gözlerine başka biri bakar. Ya da—hayır! Bu düşünce bile içimi deliyor. Beni deli eden şey bu. Onu başka birinin yanında düşünmek. Bir tek ihtimali bile ciğerimi yakıyor.
“Hayır!” diye bağırdım, gök gürledi sanki. “Seni benden alamazlar! Benim karımı onların önüne atamam! Sen benim yanımdasın, benimle kalacaksın. İstesen de istemesen de.”
O an anlamıştım: Sarya’ya karşı olan şey sadece sevgi değildi. Bu… bu başka bir şeydi. Takıntıydı belki, hastalıktı. Ama umurumda değildi. Çünkü ondan başka hiçbir şeyim yoktu. Babamı kaybetsem, adımı kaybetsem, şerefimi kaybetsem bile onu kaybedemezdim.
Geçmişimde kim olduysa, kimin adını ağzıma aldıysam… ya da ben bir kadına elimi sürdüysem… hepsi boş. Hepsi bir hiç. Çünkü Sarya’nın bir tebessümü, geçmişteki bütün kadınları silip süpürüyordu. Ve ne zaman onun yanında birini düşünsem, ellerim kana bulanmak için titriyordu. Onu paylaşamam. Paylaşmaya kalkarlarsa, öldürürüm. Hiç düşünmeden, hiç tereddüt etmeden.
Ne zaman onun için böyle delirdim ne zaman bu saplantıya kapıldım bilmiyordum.
…..
İstanbul’un akşamı… ışıklar parlıyor, millet eğleniyor… ben de Selin’in zoruyla sürüklenmişim mekâna. Normalde gitmem öyle gürültülü yerlere ama o kadar ısrar etti ki, bari dedim “çürüyen gençliğe” bir göz atayım. Dolabın en köşesinde unuttuğum siyah elbiseyi giydim. Üstümde öyle bir durdu ki, sanki ben değilim. Aynaya baktım, “bu kim ya?” dedim kendi kendime. Ama işte içimdeki isyan mı desem, hırçınlık mı desem, bana inat bu elbiseyle dışarı çıktım.
Selin tabii yanımda, ağzı kulaklarında.
“Hadi be, eğlenelim biraz, sen hak ettin bunu.”
Ben de içimden diyorum ki: “Sen bana eğlenceyi zorla dayatıyorsun ama neyse…”
Mekana girdik, müzik öyle bir çalıyor ki, kalbimle yarışıyor. Herkes kıpır kıpır, ben de gölge gibi dolanıyorum ortalıkta. Selin zaten sahnenin yıldızı; dans, kahkaha, selam… Ben ise köşede dikiliyorum, “yeter ki kimse bulaşmasın” diye dua ediyorum.
Alkol? Normalde hiç sevmediğim şey. Ama Selin ısrar etti, “hadi biraz iç,” dedi. Bir iki yudum aldım. Kötü mü oldu? Hayır. Biraz kafam hafifledi, dilim çözüldü, omzumdaki yük hafif gibi oldu. “Eh,” dedim, “zararın neresinden dönülse kâr.”
Derken, çıkmaya hazırlanıyoruz. İki tip belirdi önümüzde. Çakma kabadayı misali, yüzlerinde alaycı bir gülüş.
“Selam, tanışalım mı? Ben Ozan, bu da Boran.”
İçimden “Allah belanı vermesin” dedim. Yüzüm kızardı, kalbim hızlandı ama dilim buz gibiydi:
“İstemiyorum.”
Adamlar pes etmedi, üstelik biri elini belime atmaz mı? İşte orada film koptu. Gözüm döndü. Bütün edebim, terbiyem kapının dışında kaldı. Dizimi öyle bir geçirdim ki Ozan’ın karnına, sanki yıllardır o anı bekliyormuşum. Adam iki büklüm oldu, öbürünün yüzü bembeyaz. Yol açıldı, ben de Selin’in koluna yapıştım:
“Yürü! Çabuk!”
Sokağa çıkınca, o buz gibi hava ciğerime doldu. Bir anlığına rahatladım. Taksi çağırdık, koşa koşa bindik. Ben sinirden köpürüyorum, Selin kahkahadan yerlere yatıyor.
“Ne gülüyorsun be? Kızım, ben aşiret kızıyım, biliyorsun değil mi? Soktuğun ortamlara bak!”
“Ya boşver, enerjini attın işte.”
“Ne enerjisi Selin? Adam belime yapışıyor. Ben dövüş sanatları hocası mıyım milletin ciğerine tekme atacağım?”
“Eee İstanbul işte, alış.”
“Alışmayacağım! Bu yüzden sıkıldım bu şehirden zaten.”
Selin kıkır kıkır gülüyor hâlâ.
“İyi ki yarın iş yok.”
“İş? Sen babanın şirketine öğleden sonra gidiyorsun, hangi iş?”
“E senin de ihtiyacın yok, ama çalışıyorsun.”
“Çünkü ben ailemden para almam Selin. Bunu bin kere söyledim.”
“Tamam tamam kızma,” deyip yüzümü sıkmaya başladı. Sonra kafasını omzuma koydu, uyudu.
Eve geldik. Onu uyandırdım, geçtik içeri. Benim eve zaten gelip gittiği için yolunu biliyor. Yatağıma kendimi fırlattım. Çantam salonda kalmıştı, telefon da içinde. “Boşver,” dedim, “gidip almaya üşeniyorum.” Gözüm kapanmış, beynim durmak üzereydi. O an düşündüğüm tek şey: “Allah’ım, bana sabır ver… bir de battaniye.”
….
Gözümü açtığımda güneş resmen gözüme hançer saplıyordu. Başım zonklamıyordu, bildiğin davul gibi çalıyordu.
“Senin aklına uyan kafama tüküreyim, Selin…” diye söylene söylene sürüklendim salona. Mutfakla salon zaten iç içe, ortalık bomboş, çıt yok.
Buzdolabını açtım, bir bardak su doldurup kafaya diktim. Biraz ayıldım ama kafam hâlâ çöp kutusu gibiydi. Koltuğun üstünden telefonumu kaptım, doğruca Selin’in odasına yürüdüm. Yatak savaş alanı gibiydi ama kendisi yok.
Hemen aradım tabii. Açtı. Ses bildiğin enerji fışkırıyor. O an sinirlerim hopladı.
“Neredesin sen?” dedim ters ters.
“Canım, ben senin gibi öğlene kadar horlamıyorum!” diye kahkahayı bastı.
“Sen mi?” dedim. Sesim bile tehdit gibi çıktı.
“İşim vardı, erken çıktım. Bir şey diyecek misin, kapatıyorum.”
“Tamam, görüşürüz,” dedim, ama içimden “Allah belanı vermesin Selin,” diye geçirdim.
Odaya döndüm, saate baktım: dört. Ben geç kalkmaya alışığım da bu kadarını yapmam yani. Elbiseyi üstümden fırlatıp bilgisayarın başına geçecektim ki, telefon elimde zangır zangır titredi. Ekrana bakınca mideme yumruk yemiş gibi oldum: “Anne”.
Kalbim hızlandı, hemen açtım. Kürtçe konuştu. O dili unutmam mümkün değil; çocukluktan beri evde hep öyleydi. Şehirde olsam da dil kan gibi akar insanda. Yine de her zamanki gibi yalan söylemek zorunda kaldım. Bizim oralarda alışkanlık; hep bir şeyleri saklamayı öğrenirsin.
“Anne, kusura bakma, dün telefona bakamadım. Sonra uyuyakalmışım,” dedim.
Annemin sesi hem tanıdık hem diken gibiydi.
“Ne yapıyorsun kızım? Dün aradım, açmadın. Uyuyor muydun?”
Bir yutkundum.
“Önemli bir şey yok değil mi? Hepiniz iyisiniz?” diye sordum, kalbim sıkışmıştı bile.
“Yok kızım, iyiyiz, merak etme,” dedi ama sesinde bir gölge vardı. Hemen ardından ekledi:
“Ama bir durum var, babanın işleriyle alakalı. Acil dönmeni istiyor.”
Bir anda beynimden aşağıya buz gibi su dökülmüş gibi oldum. Panikle atıldım:
“Anne, korkutma beni. Bir şey yok diyorsun ama—”
Sözümü kesti hemen.
“Gerçekten bir şey yok kızım, iyiyiz. Gelince anlatırım. Yarın biletini ayarladı Zinar, mesaj attı. Burada ol.”
“Tamam,” dedim sadece. Ama içimden geçen başkaydı:
Benim için hiçbir zaman sadece ‘tamam’ olmadı anne…