2 YIL SONRA
ALTEMUR
Aşiretin aylık toplantısı… Yine aynı stres, aynı baskı, aynı sıkışmışlık hissi. İçimde büyüyen o tanıdık gerilim, vücudumun her bir köşesine yayılmış sanki. Ofisimdeki koltukta oturmuş, son kez dikkatle önümdeki dosyanın üzerinden geçiyordum. Raporlar, hesap dökümleri, yeni yatırım planları…
Karşımda, masanın hemen önündeki siyah deri koltukta abim Asil oturuyordu. Omuzlarını gevşetmiş, her zamanki rahat tavrıyla yüzümdeki gerginliği izliyordu. Yüzüne bakmasamda bana bakarak sırıttığının farkındaydım. Gözlerimi dosyadan ayırmadan, “Gülersin tabii,” dedim, “Bütün işleri bana yıktın.”
Abim iyice koltuğa yayıldı. Sanki bütün dünyanın yükü omzundan kalkmış gibiydi. “E yıllarca bu şirketin ve babamızın kahrını ben çektim,” dedi omuz silkip. “Biraz da sen çek. Sıra sende küçük kardeşim.”
Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp tam ona ne düşündüğümü söylemeye hazırlanıyordum ki kapı tıklatıldı.
“Gir,” dedim, sesim biraz yüksek çıktı.
Kapı açıldı. İçeriye, yüzündeki o muzip ifadeyle kuzenim İlyas girdi “İhtiyarlar gelmeye başladı,” dedi, abimin karşısındaki koltuğa yerleşirken “Gergin miyiz? Gerginsen içecek bir şeyler getireyim. Gevşersin.”
Kaşlarımı çattım. “Şirkette içki içmediğimi biliyorsun,” dedim, ciddiyetle.
İlyas bana nispet yapar gibi güldü. “Ah şu batıl inançların...” dedi. “Bir kadehle işlerin bereketi kaçmaz, şirket batmaz merak etme”
Abim de lafa girdi. “Sen bu kadar kasıldıkça genç yaşta çökeceksin, ben sana diyeyim.”
Onların takılmaları beni rahatsız etmedi desem yalan olur. Her ikisi de her şeyi hafife alırmış gibi davranıyor ama sorumluluğun ağırlığını en çok ben hissediyordum. Yine de ses etmedim. Tam o sırada, içeriye şirket çalışanlarından Sadi girdi.
“Altemur beyim,” dedi hafif eğilerek. “Hacı Selver Ağa ve Muzaffer Ağalar geldiler.”
Dosyayı hızla kapatıp “Tüm hazırlıklar tamam mı?” diye sordum.
“Hazır ağam. Salon da, sunum da. Çaylar bile taze.”
Başımı salladım. Odaya tekrar göz gezdirdim. Abim koltuğunda hâlâ rahattı, kuzenim İlyas ise cep telefonuyla oynuyordu. Sinirim bozuldu. “Oturmaya mı geldiniz?” dedim sertçe. “Toplantı başlıyor.”
On dakika sonra toplantı masasının başında otururken sırtımdan aşağı ince bir soğukluk aktı. Dosyalar herkesin önündeydi. İçleri dolu; yatırım planları, grafikler, fizibilite raporları… Ama asıl mesele, kâğıtlarda değil, o masanın etrafına dizilmiş adamların bakışlarındaydı.
Gözlerimi ağır ağır dolaştırdım her birinde. Aşiretin en köklü isimleri. Çoğu çocukluğumdan beri tanıdığım adamlardı… Yaşlıydılar. Sert yüzlüydüler. Ve bir o kadar da kuşkucu. Onlarda sadece yılların getirdiği yorgunluğu değil, değişime karşı besledikleri inatçı dirençleri de okuyabiliyordum.
Ceketimi çıkarmamıştım. Ne zaman bu adamlara karşı konuşacak olsam, üstümde babamın gölgesi gibi bir ağırlık taşıyordum. Sanki onun yokluğunda, otoritesini bedenime giyinmek zorundaymışım gibi. İşte bundan nefret ediyordum.
Sırtımı koltuğa yasladım. Derin bir nefes aldım. Sonra, net ve keskin bir tonla “Yeni maden sahasından gelecek payı artırmayı planlıyorum,” dedim. “Ama asıl büyüme, yem fabrikasının kapasitesini genişletmekle olacak. Eğer diğer aşiretlerle ortaklık kurulursa, hem ham madde maliyetlerini düşürürüz hem de üretimi iki katına çıkarız. Bölgedeki ticarette ciddi bir üstünlük kurarız.”
Sözlerim masaya düşen bir taş gibiydi. Sessizlik ağırlaştı. Bazıları başlarını eğip birbirlerine fısıldamaya başladı. Göz ucuyla baktım. Bekliyordum zaten. Diğer aşiretlerle iş yapmak, onların gözünde zayıflık demekti. Güvenmemek, bu topraklarda öğretilmiş bir alışkanlıktı.
Sessizliği bozan kişi, her zamanki gibi Hacı Selver oldu. En yaşlıları, en çok sözü geçenlerden biri. Sesi o kalın, ağır tonuyla masada yankılandı. “Biz bugüne kadar sırtımızı yalnızca birbirimize dayadık, Altemur,” dedi. “Baban bu koltuğun başında olsaydı, bunu gündeme bile getirmezdi.”
Baban…
O kelime içime saplanan soğuk bir çelik gibi oldu. Elimde olmadan çenem kasıldı. Damarlarımda dolaşan kan bile birkaç saniyeliğine durdu sanki. Ama gözlerimi kısmadım. Öfkeyi göstermedim. Bu oyunlarda hislerini saklamak, kuraldı.
Yavaşça öne eğildim. Ellerimi masanın iki yanına koydum. Bakışlarım, Selver Ağa’nın gözlerini delip geçecek gibiydi. “Ama şu an bu koltukta o değil…” dedim. “Ben oturuyorum, Selver Ağa.”
Bir uğultu yayıldı. Fısıltılar, tedirgin yüzler, kaçan bakışlar… Kimi gözünü kaçırdı, kimi başını eğdi. O an anladım, sadece fikirlerim değil, varlığım da tehdit gibi geliyordu onlara. Çünkü ben yeniydim. Çünkü ben eskiye boyun eğmeyi reddediyordum.
Her zamanki gibi ortamı yumuşatma görevi Asil abime düştü. Kelimeleri dikkatle seçti, ses tonunu bastırdı. “Altemur sizlere saygısızlık etmek istemedi,” dedi. “Yalnızca fikirlerini paylaştı. Zaman değişiyor, hepimiz bunun farkındayız.”
Sonra İlyas devreye girdi. Kuzenim, her zaman sivri konuşur ama çoğu zaman doğruyu söylerdi. “Altemur haklı,” dedi dik bir sesle. “Eski düzen değişmeli. Aşiretler arasında o eski rekabetler, güç savaşları kalmadı artık. Zaman, işbirliği zamanı. Herkes sadece kendi toprağını savunarak hayatta kalamaz artık.”
Sözlerini duymak içimi rahatlattı ama belli etmedim. Benim için değil, bu masadakiler için konuşmuşlardı. Ama o sözler sayesinde, biraz olsun dengeler yerinden oynadı.
Yaşlılar yine birbirine baktı. Bazıları başını salladı, bazıları ise gözlerini devirdi. Direniş henüz kırılmamıştı ama çatlaklar başlamıştı.
Tam o sırada, masanın sağ köşesinden gelen yaşlı ve sert bir ses ortamı bıçak gibi kesti. Muzaffer Ağa konuştu “Kiminle ortak olacakmışız, de hele, genç ağa.”
Bakışlarımı dosyalardan kaldırıp doğrudan gözlerine diktim. Ne kaçtım, ne de kıvırdım. Hepsinin gözünün içine tek tek bakarak “Kazvanoğulları’yla.” Dedim.
Sanki o an toplantı odasındaki hava bir anda değişti. Camlara vuran hayali bir rüzgâr gibi uğultu sardı ortamı. Sessizlik, fırtına öncesi bir gerilim taşıyordu şimdi. Halef Ağa'nın yüzü gerildi. O derin kırışıkları daha da belirginleşti. Sandalyesine yaslandı, ama bakışları sapasağlamdı.
“Kazvanoğulları mı dedin?” dedi bastırılmış bir öfkeyle. “Senelerce onlarla aramızda kan davası güdüldü. Ne oğullar gitti toprağa, ne gelinler kaldı dul… Şimdi sen kalkmış, bize diyorsun ki... onlara güvenelim, el verelim, iş yapalım…”
Sözleri odanın içinde ağır ağır yankılandı. Masadaki ihtiyarlardan bazıları başlarını salladı, bazılarıysa susarak olanı biteni izlemeyi tercih etti. Ama ben geri çekilmedim. Ne başımı eğdim, ne gözümü kaçırdım. Gözlerimin içiyle konuştum Halef Ağayla.
“O dava sizin kuşağınızda kaldı, Halef Ağa,” dedim. “Benim neslim düşmanlıkla değil, ticaretle büyüyecek. Kazvanoğulları da bunu böyle istiyor. Zaten bu akşam, bu konuyu yemekte buluşacağım.”
Toplantının başından beri konuşmayan Osman ağa “Sen onlarla aynı sofraya mı oturacaksın şimdi?” dedi. Bakışlarıyla beni adeta kınıyordu.
Gelen tepkilerden dolayı derin bir nefes aldım. Başımı eğdim. Ama bu bir saygı eğilmesi değildi. Sabır arayışıydı. Kafamdaki gürültüyü bastırmak, duygularımı dizginlemek için bir anlık sükûn. “Evet,” dedim. “Çünkü zaman, mermiden daha hızlı dönüyor artık. Silahla çözemediğimizi parayla çözmenin yollarını arıyorum. Toprağı kanla değil, ekerek sulamanın vakti geldi.”
Göz ucuyla İlyas’a baktım. Başını hafifçe salladı. Yanımda olduğunu bilmek içimi ferahlattı. Abimin yüzüne bakmam gerekmedi. Kaşlarının arasındaki çizgiler her şeyi söylüyordu: Gerilim, kararsızlık, ama bir yerde de hak verme…
Osman ağaya baktım. Bakışları karışık… Dirençle alışkanlık arasına sıkışmış gibiydi. Onu tanıyorum. Önce direnir, sonra sindirirdi yenilikleri zamanla.
Ellerimi masaya koydum, avuçlarımı birbirine bastırdım. Her kelimem, masaya çakılmış bir çivi gibi yankılandı:
“Bu aşiret yalnızca geçmişine tutunarak yaşayamaz. Geleceği kurmak için risk alacağız. İster yanımda olun, ister arkamdan konuşun… Ama ben bu yolda yürümeye devam edeceğim.”
Ve o anda beklenmedik bir ses duydum. Hüsrev Ağa… Sessiz duranlardan biriydi başta. Yüzü yaşlı ama bakışları hâlâ canlıydı. Kalemini hafifçe masaya vurdu, boğazını temizledi ve “Gençlerin kafası başka çalışıyor artık,” dedi. Sesi yorgundu ama içtendi de aynı zamanda. “Biz eskiyiz. Ne yalan söyleyeyim, bazen söylediklerini anlamakta zorlanıyorum. Ama şunu görüyorum ki, zaman durmuyor. Değişim şart.”
Bana gülümsedi, hafifçe başını salladı. “Seninle aynı fikirde olmayabilirim, ama yürüdüğün yolu görmezden gelemem. Eğer bu aşiret ayakta kalacaksa, bu gençlerin ayak sesleriyle olacak.” Dedi.
O an, odada bir sessizlik daha oluştu. Ama bu seferki korkudan ya da dirençten değil… Düşünmeden, tartmadan kaynaklı bir sessizlikti bu. Hüsrev ağanın sözleriyle ilk çatlak oluşmuştu. Duvar yıkılmaya başlıyordu.
Toplantıdan sonra sekiz ağa şirketten ayrıldığında öğleden sonra üç olmuştu. Abim ve İlyasla tekrar ofisime geçtik. İlyas “Kazvanoğullarıyla işbiriliği kolay olmayacak” dedi. “Hem o taraf, hem bizimkiler. Çok zorlayacaklar seni. İyi düşündün mü Altemur?”
Masama yerleşirken ceketimin düğmesini açtım. “Düşünmeye gerek yok” dedim. “Değişim şart”
Üçümüz toplantıyla ilgili konuşurken dışarıdan gelen kadının sesini duydum. “Nerede o?” diyordu.
Abim “Bu ses de ne?” derken kapı birden açıldı, içeriye genç bir kız girdi. Onu durdurmaya çalışan Sadiye “Bırak beni!” sakın dokunayım deme! Seni pişman ederim” dedi. Boyu 1.60 bile yoktu ama sesi dünyaları yıkıyordu.
“Ne oluyor Sadi?”
Sadi mahcup bir şekilde bana bakarak başını eğdi. “Ağam durduramadım”
Hepimiz şok olmuştuk. Çatılmış kaşlarımla kıza bakarak “Senden kimsin?” diye sordum.
Masaya yaklaştı. Gözleri alev saçıyordu. Bana “Karşıma çıkamayacak kadar yüreksizmişsin. Bir de sana ağa mı diyorlar, yazık” dedi.
Öfkeyle yerimden kalktım. Benimle birlikte abim ve İlyasta ayaklanmışlardı. Kan beynime sıçramıştı. “Ne cesaretle benimle böyle konuşursun!” dedim. “Sen de kimsin? Derdin ne senin?”
Gözümün içine beni öldürecekmiş gibi bakan mavi gözlerinden alev çıkıyordu adeta. Dalga geçer gibi güldü. “Ben kim miyim? Utanmadan bir de bana kim olduğumu mu soruyorsun? Sen ne biçim bir adamsın…” derken sustu. Hiç beklemiyorduk böyle bir şeyi. İlk defa karşımda birisi böylesi pervasızca konuşuyordu. Dumur olmuştum. Abim Asil ve İlyasta afallamışlardı. Tam ne saçmaladığını soracakken yüzüme tiksintiyle bakarak “Sen de haklısın, bu suratla karşıma çıkmaya utanmışsındır. Yüzünün çirkinliği ruhuna yansımış” dedi.
Yüzümdeki yara izini bugüne kadar hiç kimse bu şekilde dile getirmemişti. İlyas benden önce kıza “Haddini bil, düzgün konuş” derken abim araya girdi. “Manyak mısın nesin”
İki adımda yanına ulaşıp kolunu sımsıkı kavradığımda inledi. “Dokunma bana, sapık!” dedi.
Kusurlu oluşum bir yana ilk defa bir kadın beni sapıklıkla suçluyordu. Daha da öfkelendim “Ne diyorsun sen! Ruh hastası mısın?” dedim. “Amacın ne?”
Kolunu elimden çekip kurtarır kurtarmaz işaret parmağını yüzüme doğru savurdu “Bir daha karşıma çıkarsan seni pişman ederim” dedi. “Bu sana ilk ve son uyarım”
Kız normal değildi. Çok açıktı. Deli gibi bir şeydi. Bir karış boyuyla bana meydan okuyor, suçlamada bulunuyordu. “Sen kim oluyorsun da beni tehdit ediyorsun” derken odaya korumalar girdiler. Kız hızla kapıya döndü. Korumalara “Yaklaşmayın!” diye bağırdı. “Diyeceğimi dedim gidiyorum”
Bu esnada kapıda Hüsrev ağa belirdi. Kız yanından geçip giderken “Altemur, konuşabilir miyiz?” dedi.
Abim, İlyas ve ben birbirimize baktık. Kızı yakalayıp bu yaptığının hesabını sormak istedim ama toplantıda beni destekleyen Hüsrev ağaya saygısızlık yapamazdım. “Buyurun Hüsrev ağam” dedim.
Adam koltuğa geçerken az önce kızın çıktığı kapıya baktı. “Yoldan geri döndüm ama yanlış zamanda geldim galiba”