Bir Bahar Akşamı...
- Anlamıyorum Ahuzar. Biz neyi eksik yaptık abim? Aç mıydın, susuz muydun, kendine ait odan mı yoktu ya da ana baba dayağı mı yedin? Dersaneye gitmem lazım dedin Özkan abin iki işte birde çalıştı, test kitabı dedin ben gece taksiye çıktım. Kazandın gittin yurt parası, otobüs parası, yeme içme parası ailece sana çalıştık. Yahu babam herkes okumak zorunda değil, çağırın gelsin dedi de biz karşısında durduk. Ki o da kötülüğünü istediğinden değil; bizi düşündü, senin ne kadar çabalasak da başka memlekette zorlanacağını düşündü, belki dizinin dibinde ol dedi. Ama ne yaptık da düşman ettik seni kendimize anlamadım ki? Biz sana ne yaptık Ahuzar? Bizim yüzümüzü böylesine eğecek kadar seni kinlendiren ne bize karşı? Bak şimdi eve gidiyoruz. Dizini kırıp oturacaksın, babam ne derse o, annem iş mi yaptıracak ses çıkarmak yok. Okula dönme işini de unutacaksın. Açık öğretime kaydol, efendi efendi sınavına gir bitir okulunu. Ama bundan sonra sana İstanbul yüzü görmek yasak. Bişey söylemeyecek misin? Susacak mısın sadece?
- Abi tamam. Bana söylenecek söz mü bıraktın sanki?
- Bizimkilerin de haberi var olanlardan. olanlardan. Onlar bir şekilde açıklama yapar etrafa. Ama bundan sonra gözüm üzerinde olacak. En ufak bir yanlışında bu yumuşaklığı bile bulamazsın benden.
Osmangazi köprüsünün girişinden çıkışına kadar konuştu Hakan abim. Yaş olarak bana daha yakın olan, çocukken daha çok oynama fırsatı bulduğum, kavga etsek de, beni yaralasa da bir şekilde onarmayı bilen tek kişiydi belki de. Ama onun da görmediği, gözden kaçırdığı o kadar çok şey var dı ki... Onlardan ayrı kaldığım şu dört yılda neler yaşadığım, nelere maruz kaldığım ya da en önemlisi buradan neden kaçtığımın kimse farkında değildi. Hakan abim konuşmanın bir faydası olmadığını anladığında sessizce sürüşüne devam etti. Ben de başımı koltuğa yaslayıp yumdum gözümü. Kendimi uykuya vermek, eve gidip sorguya çekilmeden önce biraz da olsa uyumak istiyordum. İki gün üst üste mesaiye kalmıştım ve bugün yeniden işe gitmek üzere evden çıkarken abime yakalanmıştım. Yakalanmıştım çünkü onlar okulu dondurduğumu ve günde neredeyse 18 saat çalıştığımı bilmiyorlardı. Siz de bilmiyorsunuz gerçi, nereden bileceksiniz ki?
Ben Ahuzar. Mudanya nüfusuna kayıtlı Ahuzar Aka. Hiçbir zaman görülmemiş, hiçbir zaman hislerine önem verilmemiş, duyguları hiçbir zaman önemsenmemiş, sadece nüfusta kaydı olduğu için yaşayan Ahuzar Aka. 23 yaşında Ahuzar. Hep kendi halinde oldu, ne çok arkadaşı ne tek sırdaşı ne de sıcak bir aile hayatı vardı. Evin en küçüğü, istenmeden geleni olduğu için hep bi kambur olarak görüldü, kambur olduğu mütemadiyen yüzüne vuruldu, etraftan laf söz gelmesin diye alem içinde evlat yerine konuldu ama bir hastalığa tutulup ölseydi eminim ardından çok ağlanmazdı bile. İşte insan kendi öz ailesinin bile kamburu olduğunu düşününce; dik durmak, hayatta kalmaya çalışmak hep özendiği ama bir türlü cesaret edemediği eylemler olurdu.
Ahuzar madem olmasa da olurdu; o da var olmamayı, sivrilmemeyi seçti. Okul hayatı boyunca kendi isteği ile en arkada oturdu mesela. Sıskaydı, kısa boyluydu, gözü de net görmezdi ama öğretmenleri bile görmedi onu. Teammüldür oysa, kısa boylular, gözü bozuklar önde oturtulur değil mi? Ama Ahuzar görülmese de olurdu. Fakat insanlar görmese de kitapları gördü Ahuzar'ı. O okumaktan, öğrenmekten hep keyif aldı. Evde anasının angaryalarına koşmadığında, babasının çayını meyvasını önüne koymadığında, ağabeylerinin gömleklerini ütülemediğinde hep kitaplarına koşardı. Liseye geldiğinde öğretmenlerinden biri farketti onu. Emekliliği neredeyse gelmiş olan edebiyat öğretmeni Ziya bey, sırf Ahuzar mezun olsun diye bir sene daha erteledi emekliliğini. Geldi babası Hasip ile konuştu; bu kız okuyacak, büyük adam olacak, bunu dersaneye gönderin, sınav heyecanını yensin dedi. Ahuzar işte o zaman ilk kez bir şey istedi ailesinden. "Ben dershaneye gitmek istiyorum, okumak istiyorum" dedi. Hakan o gün saçlarını karıştırıp "okuyup da ne olacan boş ver" demişti ama istediği destek hiç ummadığı birinden; aralarındaki iletişim neredeyse sıfır olan büyük ağabeyinden, Özkan'dan geldi. "Bırakın okumak istiyorsa okusun. Biz ne için çalışıyoruz?" demişti Özkan. Sahi ne için çalışıyorlardı ki böyle harıl harıl? Orta halli bir evleri vardı, babasının pazarda tezgahı vardı, arada bir aksasa da bindiğinde gideceğin yere götüren bir kamyonetleri vardı. Ağabeyleri çalışır, kazandıklarını kendilerine harcarlardı. Giyim kuşam, parfüm, telefon. Her birini özenle seçerlerdi. Bir de kızlara yedirmek için ayırdıkları belli bir istihkak vardı. Annesi, altın günlerinin aranan yüzüydü. Hacer hanım mahallenin imine cimine hakim olmaya çalışmaktan, oğullarının arkasını toplamaktan, gezmekten fırsat bulup da yetiştiremediği ev işlerini kızına yıkmaktan başka bir şey bilmezdi. Ona göre kız dediğin evde oturacak, konuya komşuya evin yüzünü ak edecekti. Bu vesile ile de yüz karasıydı Ahuzar.
Bir de lise sondayken onun gönlünü yakıp kül eden bir Hasan vardı. Onu bu topraklarda yaşamaktan men eden Hasan. Özkan ağabeyinin can dostu, ne dese sorgusuz sualsiz yapan Hasan. Eski Girit mahallesinin göz bebeği, Hacer'in gün ahbaplarının gözde damat adayı, akranları haytalık peşinde koşarken okuyup mühendis olan Hasan.
Çocukluğumdan beri her türlü anıdan mütemadiyen kaçmayı başarırken; Hasan'ın içinde olduğu, yakınından geçtiği ya da adının konuşulduğu hiçbir anıyı zihnimden atamam da benim bünyemin habis uru sanırım. Şu an zihnimde ailemle yapacağım yüzleşme olması gerekirken ben onunla yaşadığım anları bir sıraya koyuyorum. Sıraya koymak demeyelim de; her gün, her fırsatta tozlarını alıp parlatıyorum. Böylece daha da kazınıyorlar oldukları yere. Aklımı da kaçırsam, son nefesime de yaklaşsam yine aynı yerde, zerre itibar kaybetmeden kalırlar, biliyorum. Bileğimi boylamasına kesecek kadar ölüme yaklaştığım o anda bile, onunla ayrı dünyalarda olmanın korkusu gelip boğazıma yerleşmeseydi yardım istemezdim. Can kurtaranı arayıp kendimi öldürmeye çalıştım dememin sebebi de Hasan'dı. Ailem gibi beni görmeyen, duymayan, ne haldeyim diye sormayan Hasan.
- Bak tekrar söylüyorum Ahuzar. Annemlere bir şey belli etmeyeceksin. Yapamadım, bıraktım geldim diyeceksin. Hem mahallede telaşe var, araya kaynar gider senin dönüşün.
- Kimse ırgalamaz ben dönmüşüm, dönmemişim diye de; hayırdır ne telaşı bu? Birine bir şey mi oldu?
- Kötü bir şey değil. Hasan evleniyor. Büyük nişan yapacaklar parkın salonunda. Tatlısıydı, hediyeliğiydi, ikramıydı koşuşturma çok anlayacağın.
- Ha.. hangi Hasan?
- Kaç tane Hasan tanıyorsun kızım? Özkan'ın Hasan işte, Maide teyzenin oğlu.
- Anladım. Kiminle pekii?
Canımın çıktığını hissediyorum. Bu duyduklarım gerçek olacağına, canım çıksa ya keşke...
- Kız da yabancı değil merak etme. Hatta dur ya, senin liseden arkadaşın; Cennet. Aranız iyidi sizin, hiç konuşmadın mı gittiğinden beri?
Cennet ya. Bana cehennemi yaşatan Cennet. Demek ki sonunda emeline kavuşmuş. Beni cennetten kovulacak raddeye getirdikten sonra hem de.
- Araya bir sürü şey girdi, koptuk tabii.
- Zaten sen hiç insan istemezdin etrafında. Kim bilir ne yaptın da kızı da uzaklaştırdın?
Sevdim abi. Sevince açılan yaralarımı gösterdim ona. O da tuz bastı, yeter mi?
Gördünüz değil mi? İnsan sevmeyen, insanları kendinden uzaklaştıran benmişim meğer. Neymişiz biz Ahuzar, gördün mü?
Mudanya tabelasını görünce üzerimdeki gerginlik bariz bir şekilde arttı. Bahar aylarının henüz başıydı, hatta abim arabanın kaloriferini bile hafiften açmıştı ama benim içimde zemheri soğuğu varmış gibi buzdan sarkıtlar uzadı. Teker teker kopup kalbime batacaklardı birazdan biliyorum. Sokağın başında Hasan'ın evi var, iki hane sonra da bizimkisi. Bugün Pazar, illa bir yerlerden çıkacak. Belki bahçemize gelip abime seslenecek, belki de Hakan Pazar pazar nereye gitti diye soracak. Ben onu göreceğim ama o beni yine görmeyecek.
Sahi görmese ya.
- Az bekle sen, ben şuradan levrek alıp geleyim. Özkan balık istemiş akşama, annem arayıp söyledi.
Dört yıldır görmediği kızı evine dönüyor bugün. Üstelik balığı da hiç sevmez. Hatırına düşüp çayın yanına üzümlü kek bari olsa, yapmış mıdır acaba?
- Beklerim abi, sıkıntı yok.
Bakın o bile bilmiyor balık sevmediğimi. Ne çiğinin ne de pişmişinin kokusuna dayanamadığımı. Arabada kokusu dolacak burnuma, büyük ihtimalle yüzüm ekşiyecek. Yol boyu sadece azarlamak için baktığı yüzüme bakmadığı için görmeyecek. Evde pişerken kokusundan rahatsız olacağım, önüme koydukları tabağı didikleyeceğim, canım istemiyor, sevmiyorum desem; bu kez nimete saygısızlık yapmakla, şımarıklıkla suçlayacaklar beni. Hasip bey de oğulları da çok sever balığı. O yüzden annem bana dönüp diyecek ki; "Saçmalıyorsun Ahuzar. Balık sevilmez mi?"
Onlar seviyorsa sevilecek bir şeydir annecim, haklısın...
- Geldik, hadi in. Sözlerimi de unutma sakın.
Mümkün mü?
Bakın mesela abimin arabası hep gürültülüdür. Gelişi belli olur da camın perdesini kaldırıp bakar annem mutlaka. Şimdi bakıyorum camın perdesi oynamıyor bile. Ya gelenin kim olduğunu bildiği için umursamaz, ya da evde değil. Gerçi ikisi de kötü ya...
- Sen geç, alırım çantanı ben. Anahtarın yerini biliyorsun, annem Maide teyzelerde.
- Tamam abi.
Adım Ahuzar. Dert çeken, inleyen, ah eden demek.