BÖLÜM 3

2271 Words
Ömer, kendi elleriyle yaptığı tahta sandalyeye oturmuş, yıllardır aynı koluna sardığı, tahta tozundan rengi sararmış kirli çaputu değiştiriyordu. Akşama kadar yaptığı tahta kaşıkların tozu, kolundaki beze yapışınca, kirli ve hastalıklı bir görüntü sergiliyordu. Etrafındaki insanların bezi görüp kendisine iğrenerek bakmasını istemezdi. Hoş, bezi temiz olsa ne değişecekti ki? Zaten kasabanın birkaç adamı dışında, herkes ona iğrenerek bakar, insan yerine koymazdı. Onun aksak ayağı, eğik başı, kekeme dili, bir de kurtlu yarası vardı. Yüreğine kusur tohumu salanlar iğrenir, az biraz vicdanı olanlarsa acırdı. Bezi temiz olsa da, durum değişmeyecekti onun için. Yine de, kurtçuk çıkan yarasını sarsa iyi ederdi. Sahi, kurtlu muydu Ömer’in yarası? Elindeki sarımtırak bezi, ikinci kez dolayarak baktı yarasına. Hani şu, köylünün dilden dile doladığı, irin akan o yarasına. Evet, haklıydılar ona iğrenerek bakan herkes. Ömer’e göre de, kurtluydu yarası. Bilekten dirseğine kadar devam eden yarasından, yüreğine akan irini kimseler görmese de, öyleydi işte. Bu yara, öyle bir yaraydı ki, derdi var, dermanı topraktaydı. Son kez doladı sıkı sıkıya çaputunu. İyice sıktı. Akşama kadar çözülmesini istemediği için, iki kez üst üste düğüm attı. Biri görecek korkusuyla kördüğüm etti. Görmesinler ki, kendi beyninden kusurlu olanlar, bir başka kusuruna daha laf etmesinler istedi. Sadece annesine mücevherdi Ömer. Hani derler ya, “Kirpi pamuğum diye severmiş” evladını…Sultan Kadın da öyle severdi biricik oğlunu. Kim ne derse desin, anlamazdı köyde oğlu için söylenen onca lafları. Ne vardı canım! Karşısında oğlunun lafını edecek olanlara, "Aslan gibi, yiğittir benim delikanlı oğlum. Onun dışında görüntüsünde ne varmış?" Derdi. Bu milletin hepsi boş boğazdı Sultan Ana’ya göre. Tamam, az sağ ayağı topallardı Ömer’in. Dili de biraz dolanırdı. Kolu dersen, ta küçükken yara çıkmıştı. Kendisi bile görmezken, ne diye 'kurtlu' diye laf atmışlardı hemen ortaya? Allah'ın yarattığı kula kusur sıralamak onlara mı kalmıştı? Hem doğuştan bile değildi ki kusurları. Az aklı ermeye başlayınca, birden oluvermişti. Sahi, köylünün karşısında oğlunu her daim savunmaya kalkardı Sultan Ana…Ama onun da zaman zaman kafası karışırdı. Hiç akıl sır erdiremezdi oğlunun düştüğü şu duruma. Ne ara gözünün çırası bu hale gelmişti? Hesap edemezdi, kendince cahil aklıyla. Keşke zamanında, "Olacağı varmış" demek yerine baksaydı çaresine. Arasaydı arkasını. Geçmiş zaman, çok da kafaya takmamıştı saf beyni. Başında nefes alıyor mu? Alıyordu. "Anam" diye sarmalıyor mu? Sarılıyordu. O zaman… Varsın kekelesin, varsın topallasındı. Yalnızlığına yoldaş olsun, ona bir kez daha evlat acısı tattırmasın da yeterdi. Kimsesi yoktu ki Ömer’inden başka. Er diye yoldaş edindiği kocası, çağın hastalığı siroza yakalanarak erken veda etmişti onlara. Tıpkı ilk evladı Narin gibi. O da erken keşfetmek istemişti zahir oraları, babasından hemen sonra. ... Sultan Ana, sabah namazına uyanmıştı. Abdest almak için tahta kapıyı aralayarak bahçeye çıktı. Hava, ilkin sert bir tokat gibi yüzüne çarptı. Gece boyunca süren ayazın keskinliği, taş zemini buz gibi yapmıştı.Dışarıda bulunan tuvaleti kullandıktan sonra, kapının ağzına sıraladığı güğümlerin içine baktı. Yine donmuştu. Evin önünde, merdiven dibindeki sular gecenin sertliğiyle taş kesilmişti. Demirkazık Dağı’nın eteğinde oturdukları için, buralarda sular kış daha gelmeden buz tutardı. "Ne diye unuttum ki dışarıda!" diyerek, kendine kızdı.Ağrıyan dizlerinden ötürü inleyerek, ağır güğümleri iki eline alıp kaldırdı. Sular çözülsün diye içerideki sobanın üzerine koyacaktı. Bir an durdu. İçinden geçirdiği düşünce, soğuğun değil, öfkenin daha sert vurmasına neden oldu. Ne vardı köyün ağası, onun evine de bağlatsaydı içme suyunu? Böylece kış günlerinde o da eller gibi rahatlardı. Hem böyle düşündü, hem de ak saçlarının döküldüğü beyaz yüzünü buruşturdu. Hiddetle geri reddetti. "Adı batasıca." İstemezdi ondan gelecek haram hayrı. Hiç sevmezdi o İblis’i. Köylüye mıh söktürür dururdu. Allah’tan evleri köye epey uzaktı da kendilerine fazla ilişmezdi. O yüzden kapıya bıraktığı sular donarsa donsundu. Sabahın en güzel saatlerinde düşündüğü İblis, keyfini kaçırınca, "Kör şeytan kör gözüne lânet!" diyerek içeri girdi. Elindeki iki güğümü sobanın üzerine bıraktı. Kapağını açıp az kalan közün üzerine, hemen yanında bulunan kovadaki odunları attı. Eliyle yelledi. Biraz üzerine, Ömer’in dükkândan getirdiği talaşlardan döktü. Birkaç saniye sonra hızla alev alan odunların çıtırtısı, kerpiç odanın içinde melodi gibi yayılmaya başladı. Sular çözülene kadar Ömer’e baksa iyi olurdu. Normalde çoktan kalkmış, hatta sobayı yakmış olurdu. Burada yatmadığına göre, yine karşı odada eski döşekte kalmış olmalıydı. Gece geç gelince dükkândan, sırf kendisini rahatsız etmemek uğruna, soğuk odada, kilerde yatardı. Sessiz olmaya gayret göstererek, karşı odanın kapısının önünde durdu durmasına da nafile. Çoktan uyanmıştı oğlu, ki çırası yanıyordu. Önce iki kez tıklattı. Sonra kapıyı açtı. “Ben de çok ses etmeyeyim de az daha uyusun derim. Çoktan uyanmışsın, guzum.” Diyerek içeri girdi. Ömer, yine o lanet çaputu koluna sarmakla meşguldü. İşi bitince, yüzüne gülümseyerek baktı. "Hayır-lı saaa-bahhh-larr, anam." Dedi, kekeleyerek. Sultan Ana, önce koluna sardığı o beze baktı. "Bırak yavrum şu lanet bezi. Bırak yaran açıkta kalsın da kurusun." Demek istedi…Sustu. Biliyordu oğlunun bu konuda gösterdiği hiddeti. "Açık yara, ana! İyice kurtlansın mı?" Diye bir de azarlardı. Yıllardır kendinin bile görmediği yara hakkında, yeniden Ömer’i kızdırmak istemedi. İşine karışmadan, yüzünü toplanmış yatağa doğru çevirdi. "Ah guzum… Ah yiğidim!" "Yatağın neresinde yatarsın da bozulmaz bu sabahtan koyduğum çarşaflar? Hiç mi uyku görmez yoksa gök renkli gözlerin?" Diye sitemle yanına vardı. "Yokk bee anam. Şimdi kalktım sayılır." Diye cevap verirken, ayağa kalktı. Annesinin omuzlarından tuttu. Sultan Ana, oğlunun yanında küçücük kalıyordu. "Allah var, iyi ki bana çekmemiş."Diye geçirdi içinden. Babası tarafına benziyordu Ömer. Onlar da boylu bacaklı, böyle uzundu. Sonra, hiçbirinde böyle kusurların olmadığı da aklına geliverince, dilini ısırdı. Kendi oğluna, kendi canından kanından olan biricik evladına, nasıl kusurlu yakıştırmasını yapıyordu? Lakin konduramıyordu işte. Küçük odanın içinde, çınar gibi dikilen oğluna, yakıştıramıyordu bu kusurları. Allah biliyor ya… İsyan etmek değil de, dert yanıyordu işte, derman dilendiğine. "De haydi o zaman. Çözüldü zar sular. Kılayım ben namazımı." Diyerek, buğulanan gözlerini anında yere eğip, kapıya yöneldi. Arkasında, eli sakallarında, aynı buğulu gözlerle bakan oğlunu fark etmedi. Anasının aklından geçenleri anlıyor ama… Elinden başkası gelmiyordu. *** Birkaç dükkânın ve bir kahvehanenin bulunduğu köy meydanında, kimseden ses çıkmıyor, herkes sus pus olmuş, önündeki işleriyle meşguldü. Dün gece Halil Ağa’nın evinde çıkan yangının közleri, yüreklerine düşmüş, dumanı dillerine oturmuştu âdeta. Ondandı bu halleri. Kara kara düşündükleri, İblis Ağa’nın malının mülkünün yanması değildi. O çıkan ateş parçasının, kimin evine düşeceği derdindeydiler. Kim bilir… İblis Ağa kimlerin canını yakacak? Çıkan yangından dolayı kimi ateşe atacak, kimin ipini çekecekti? Hepsi, bilinmezliğin içine hapsolmuş kurbanlık koyun gibi bekliyordu. Yine de işlerini yapmaktan geri kalmıyorlardı. Aslında, kendi aralarında konuştuklarında, normalde yangının kendiliğinden olduğunu düşünebilirlerdi. Çünkü şu civarda, o kibriti çakacak yürekli kimsenin olmadığını bilirlerdi.Şayet…Yangın yerinde tanık oldukları yazı ve işittikleri gaz yağı bidonu ile, boşluğa düşmüşlerdi. Herkesin aklında tek bir soru vardı. Kimdi bu yürek yiyen adam? Kimileri böyle söylenirken…Kimileri de korkaklığa sığınarak, her zamanki gibi ellerine geçen fırsatı geri tepmekten çekinmiyordu. "Ne gereği vardı da uyuyan yılanı uyandırdı?" diye kendi aralarında konuşuyorlardı. "Eğer kim ise ateşe veren, yapmış yapacağını! Madem çıksın ortaya, bize cezası dokunmadan!" Diyerek ortalıkta laf döndüren kişiler, ağanın pabucunu yalayan topluluktan başkası değildi. Dün gece yangın esnasında, aynı sorular kendi aralarında konuşulurken, kimseden ses çıkmamıştı. İblis Ağa, tabiri yerindeyse, kuduz köpek misali, ağzından köpükler saçarak, ortalığı birbirine katmıştı. Önüne kim geçtiyse, "Sen misin ulan?" diye bağırmış, üzerine hırsla yürümüştü. Yangını söndürmeye uğraşan, yüzü gözü is olmuş kimi yakaladıysa, hesap sormuştu. "Yoksa sen misin?" Diyerek, elinde su bidonu ile yardım eden bir başka adamın önüne geçtiğinde, gözlerinden âdeta ateş püskürmüştü. "Kim yaptıysa çıksın! Yoksa o yangın başka ocaklardan çıkacak!" Diye herkese gözdağı vermişti. Yaşlı genç demeden, iyi kötü diye sormadan, önüne geleni savurmuş, ağza alınmayacak küfürler etmişti. Tam o sırada… "İnşallah benden bilmez!" Diye dua ederlerken, üst üste yığılmış saman balyalarının arasından, nefes nefese Ağa’nın yanına gelen genç, körpe cahilliğinin kurbanı olmuştu.Göz göre göre. Her dediği söze bir darbe, her söylediğine bir tekme nasip olmuştu. "Keşke demeseydin be oğlum!" Demişti içlerinde merhamet taşıyan birkaç kişi. "Sussaydı da kendi içinde saklasaydı ya gördüklerini." Diye fısıldamışlardı kendi aralarında. Yaranmış mı vardı bu İblis’e? Diye söylenirken, genç oğlanın suçunun olmadığını biliyorlardı zaten hepsi. Saman balyalarının arkasında, beyaz bir at gördüğünden bahsetmişti genç oğlan. "Ne atı ulan! Dalga mı geçiyorsun?" Diye inanmadığını vurgulamak istercesine, çocuğu ittirerek yere düşürmüştü. Pes etmemişti genç. Böbrek boşluğuna yediği tekmenin feryadıyla, kendini hâlâ ispatlamaya çalışması, kesinlikle körpeliğindendi. "Yeminle ağam, etme eyleme! Atın güzelliğine kapılarak yanına eriştim! Senin sandım, bilemedim o adamın arkamda beni izlediğini!" Dediğinde, ikinci darbeyi suratına almıştı. "Kim ulan kim!" "Eğer yalan diyorsan, birini savunmak için hayal kuruyorsan, ölüm sana dar gelir çocuk!" Diye kükreyen Ağa, hırsından yerinde duramamıştı. "Yok ağam! Vallahi doğru derim!" Demişti genç. "Şöyleee…" Dedi, elini yukarı kaldırıp işaret ederek. "Şöyle uzun boyluydu. Omuzu geniş, ayakları büyüktü ağam. İnan doğru derim." Derken…Kör gecede sesi acı ile titremişti. Çevik olduğunu, ata biniş şeklinden anladığını söyleyerek, yüzünün karanlık olduğunu, hatta kara bir bez ile sardığını dile getirmişti. Sadece gözleri gözüküyordu diye de eklemişti. "Ağam, sadece gözlerini gördüm. O da ateşin etkisiyle seçebildim." "Gözleri gök rengiydi, ağam. Öyle bir baktı ki bana; sanırsın gri bulutları kucağına almış, şimşek çaktıracak göğü andırır gibi." Dediği son cümlesi olmuştu nihayet. Yaşayacağı anlık refleksten habersiz. İblis, son duyduklarıyla bilinmeyen bir çukurun içine düşmüş olacak ki, o sinirle, lanet siyah botlarını çocuğun kulağına vurduğu an, gencin acı çığlığı gecenin son anlarında yükseldi. *** Esengül, dün gece çıkan yangından sonra, sabaha karşı zor da olsa uyuyabilmişti. Yine de erkenden uyanmış, gözlerini açar açmaz, geceden gördüğü adamın görüntüsü gözlerinin önünde yeniden belirmişti. Boğazında irice bir yumru vardı. Dün geceden beri gitmiyordu. O kara peçeli adamı gördüğünden beri… O zavallı çocuğun bahsettiği kişi bu adamdı. Ve ikinci gören kişi ise kendisiydi. İçinde, kendini huzursuz edecek bu garip hisle nasıl başa çıkacağını bilmiyordu. Korkmuş muydu bu adamdan? Pekâlâ, niye korksundu ki? Adam ona ne bir söz etmiş, ne de tehditkâr bir harekette bulunmuştu. Bakışları haricinde. *** Geceden bu yana ağabeyinin çıkardığı hırıltılı bağırışları, ağza alınmayacak küfürleri etrafına savurup durmasını sadece izlemekle yetinmişti. Onu ilk kez bu kadar savunmasız görüyordu. Yıllardır eziyet çektirdiği köylünün ahı, birileri tarafından çıkarılmaya gelmişti. Kendisi de şimdiye kadar elinden bir şey gelmediği için, parmağını dahi kıpırdatamamıştı. Ama… O kişi kimse, ortalığı kasıp kavurmayı, ağabeyinin huzurunu kaçırmayı başarmıştı. Öyleyse dün gece yaşadığı ne varsa, rüya değil, tamamen gerçekti. Neredeyse ikindi saatlerine kadar odasından dışarı çıkmamıştı. Halası, birer saat aralıklarla dışarıda neler oluyor, neler bitiyor diye haber getiriyordu. Arada kızıyordu. "Kızım, ortalık yangın yeri! Dışarı çıksan da destek olsan ağabeyine!" Diyordu. Bunu yapmak hiç içinden gelmiyordu. Hiç. Kapısı bugün bir kez daha halası tarafından açılınca, ayaktaydı. Halası telaşla yanına yaklaşınca, göz göze geldiler. Bir şey olmuştu. Hem de büyük bir şey. "Ah sorma kızım, sorma!" Halil, köyde ne kadar mavi gözlü kişi varsa, toplamış, ahıra kapatmış! Diyerek ellerini dizlerine vurup dövünmeye başladı. Esengül biliyordu, ağabeyinin bu işin ucunu bırakmayacağını. Tepki vermekte güçlük çekse de, ancak halasını sakinleştirebilmek için uğraştı. Aklına yine dün gece gördüğü adam gelince, "Acaba o da ahırda mıdır?" diye düşündü. Halası, dövünerek çıktı. Birkaç dakika sonra, o da peşinden çıktı. İlk kez birinin kim olduğunu merak ediyordu. Şu yaşına kadar, olayları genellikle penceresinden izlerken, ahırda olup biteni halasından öğrenir öğrenmez, birbirine dolanan ayaklarına anlam veremeyerek, kendini ahırın önünde bulmuştu. Şimdiye kadar, bulunduğu evin avlusunda, tanık olmadığı olay kalmamış, gözleri neler neler görmüştü de, yerinden kalkıp kımıldamamıştı bile. Evin dört köşesinde de adamlar vardı. Ahıra doğru küçük adımlar atarak, kimseye görünmemek için avlu duvarının dibinden yürüyerek, adamlara yakalanmamaya gayret gösteriyordu. Bu kişiyi görmeliydi. Ahırın kapısına yaklaştığında, işte bunu hesap edememişti. İki kişi kendisini görünce, önce birbirine baktı, sonra oturdukları yerden ayağa kalktılar. Şaşkındılar. Yıllardır bu kapıda marabalık yapıyorlardı, fakat ilk kez evin kızını böyle yakından görmüşlerdi. Esengül, geri dönmeyi düşünse de, daha çok dikkat çekeceğini hesaplayarak vazgeçti. Başı dik… Üzerine giydiği paltosunun eteklerini toplayarak, tam karşılarına geçti. Eliyle kapıyı işaret etti. "Bu kız buraya inmeyi bırak, ortalıkta hiç görünmez, vardır bir bildiği!" Diye düşündüler. Ağalarının bu durumdan haberdar olduğunu sanarak, içeri girmesine müsaade ettiler. Esengül, kendinden emin görüntüsünün altında, heyecanlandığını kimseye fark ettirmeden ilerledi. Kadife yeşil ayakkabılarıyla içeri adım attığında, bastığı şeylerden ötürü hafif yüzünü buruşturdu. Ahırın içi karanlıktı. Sadece küçük pencerelerden içeri hafif ışık süzülüyordu. O ışık sızıntısına, saman tozları eşlik ederken, sırayla yere oturtulmuş kişileri ancak görebildi. Ağızları burunları kan olmuş, dizlerinin üzerine çökmüş, toplam sekiz kişiydiler. Demek ki bu köyde mavi gözlü bir tek onlar vardı. Sokakta oynayan çocukları ve beli bükük yaşlıları saymazsak… Şayet, hiç acımaz, onları da getirirdi ağabeyi. Bir ikisinin başı kendisine çevrilince, tek bir kelime etmeden, elleri arkalarına bağlanmış, işkence gören adamların tam önünde durdu. Kendisinin geldiğini, diğerleri de fark edince, yarı baygın halleriyle gözlerinin içine âdeta yalvarırcasına bakmaya başladılar. insanlık dışı şu olayın içinde bulunmaktan ölesiye rahatsız olsa da, karşısındaki kişilere zerre belli etmiyor oluşu… Acaba İblis’le aynı kanı taşıdığından mıydı? Hoş, etse ne olacaktı? Ne yapabilirdi? İçlerinden, yaş olarak en küçüğünün sesi duyuldu. "Abla, yardım et! Ne olur!" "Biz bir şey yapmadık, hem vallahi hem billahi!" Sesi titreyerek konuşan kişinin bedeni gösterişli olsa da… Taş çatlasa on sekizine girmemiş yeni yetme biri olduğu, konuşmasından belli oluyordu. Başını çevirip çocuğa öylesine bir baktı. Söyleyeceklerini içinden dedi. "Benim de sizden farkım yok." "Birlik olun." "Onca köylü, bir adamın hakkından gelemiyor." "Her işkencesini böyle dizleriniz üzerinde kabul ediyorsunuz." "Ben ne yapabilirim size?" "Asıl yalnız olan, halam ile ben." Bunları içinden haykırdı. Şu adamların acınası hâlini… Allah affetsin, onlara müstahak gördü. Neden? Çünkü "Malımız mülkümüz eksilecek!" korkusuyla, tutturmuşlar "Haklısın ağam, sen bilirsin ağam" türküsünü. Kimse bileğini ve yüreğini ortaya koymuyordu. Bir iki kez denemişler, sonra da ömür boyu korkmuşlardı. Hâlbuki… Ağabeyinin bir sıkımlık canı vardı. İstese, şu yeni yetme bile kendi elleriyle alırdı da… Bunun için yürek gerekirdi. "Neymiş? Malımız mülkümüz ona emanet!" Hangi mallardan, mülkten bahsediyorlardı? Ellerinden zorla alınan tapularından mı? Adamların çaresiz bakışlarının aksine, yüzünde milim oynamadan, tek tek gözlerinin içine baktı. Bir okyanus aradı. Dibi karanlık, grimsi bir okyanus. Hani şu ders kitaplarında anlatılan… Keskin bir maviye sahip, o soğuk ifadeyi. Her birinin gözlerine bakarak taradı. Zifiri karanlıkta bile, ateşin ve ayın yardımıyla seçebildiği o gözler, bunların hiçbirinde yoktu. İstediği görüntüyü elde edemeden, geldiği gibi başı dik, ufak adımlarıyla arkasına bakmadan… Ardından gelen yardım çığlıklarını duymamazlıktan gelerek çıktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD